Perşembe, Aralık 30, 2010

Cuma, Aralık 24, 2010

5.Sezonun ardından Dexter


Ailemizin seri katili Dexter'ın bi süre önce tamamladığı son sezonu üstüne kaç zamandır yazayım diyordum bir türlü fırsat olmadı, kısmet bugüneymiş. Geçtiğimiz yılı Dexter'ın zevcesi Rita'yı kan banyosu içinde cansız bulmasıyla noktalayan dizinin, mevzusunu ordan alıp nereye taşıyacağı, kahramanımızın fıtratı düşünüldüğünde kendisinin böylesi bi trajediyle nasıl halleşeceği 9 ay boyunca dizinin takipçilerinin kafasını kurcalayan bir konuydu. Gördük ki gayet ustalıkla mevzudan sıyrılmışlar. Gerçekten, bir nevi Rita'yı anma töreni gibi geçen ilk bölüm dışında Dexter'ın yas tutma sürecine çok da vakit ayrılmamış. Bu bir bakıma "varildeki ölü kızlar" vakasına bir an önce dalabilmeyi kolaylaştırırken öte yandan kaçırılmış bi fırsat olarak da algılanabilir bana göre. Açık konuşmak gerekirse, biraz Julia Benz'in oyunculuğunun da etkisiyle, Rita karakterine çok da sempati duyan bir adam değildim, yer yer gayet sinir bozucu olabiliyordu. Ama öte yandan, dizinin aynı baş karakteri gibi yer yer duygudan arındırılmış tonuna bir parça melodrama enjekte etme imkanı doğurması açısından iyi bir hamleydi bu karakterin öldürülmesi, ama değerlendirilememiş.


Sezonun asıl hikaye öğesi olan bir grup genç kızın kaçırılıp tecavüz ve işkence dolu bi sürecin ardından öldürülmeleri üstüne oluşan gizem, bu yılı Dexter'ın en iyi dönemlerinden biri yapmaya yetti benim gözümde. Şimdiye kadar 2.sezonu diğerlerinden daha önde tutardım, o yılın heyecan dalgası bi başkaydı. Geçtiğimiz sezon da ortalarında bir nebze sıkıcılaşsa son birkaç bölümü itibariyle müthiş ilerlemişti. Bu yılki öykü ise çarpıcılığıyla damgasını vurdu resmen. Özellikle bu noktada 10.bölüm In The Beginning sezonun en başarılı bölümüydü bana göre. Diğer taraftan bu öyküyü müthiş bir şekilde açıp geliştiren senaryo ekibi, gene sezon başında yan öykü olarak yer verilen Santa Muerte cinayetlerinde aynı başarıyı sergileyemediler. İlk üç bölümde diziye gore bir ton kazandıran bu vaka, diskoda gerçekleşen fiyasko operasyon sonrası apar topar gündemden düştü. Madem bir yere bağlanamayacaktı hiç başlanmasa iyiydi, başlandıysa da düzgün biçimde geliştirilmeliydi.


Maalesef yazar kadrosu, güçlü hikaye örgüsüne rağmen varil kızları vakasında da çeşitli falsolara imza attı. Her şeyden önce final bölümü, tüm sezon göz önüne alındığında son derece yavan ve sönük bi bölümdü. Daha da önemlisi bitişi itibariyle hikayede bir sürü boşluk kalmıştı. Tecavüzcü çetenin üyelerinin birbiriyle bağları, bu eylemlere ne motivasyonla giriştikleri, Jordan Chase'in psikopat karakterinin altındaki saiklerin neler olduğu tümüyle havada kaldı. İlk kurbanları olan Emily karakteri, ne etmeye Stockholm sendromundan muzdarip, nolmuş da böyle zıvanadan çıkmış anlayamadan öldürüldü. Önceki sezonlarında dramatik yapıyı kat kat daha başarılı kurmayı beceren Dexter ekibinin bu sezon müthiş bir öncülden hareket ettikleri halde bunu tatmin edici bi şekilde nihayete erdirememeleri hanelerine bi eksi not olarak yazılabilir.

Tüm kusurlarına rağmen takip etmesi en keyifli sezonlarından birini geride bıraktı bana göre Dexter. Konuk oyunculardan Julia Stiles'ı ben çok beğenmem, Lumen karakterinde kötü bir performans sergilediğini iddia edemesem de başka bir oyuncunun seçilmiş olmasını tercih ederdim. Diğer misafir oyuncular Johnny Lee Miller ve Peter "Robocop" Weller'ın varlıkları ise diziye renk katmış. Özellikle Miller, Jordan Chase karakterini hem ilgi çekici hem de ürkütücü biri kılmakta son derece başarılı olmuş. Bu yıl içinde de gayet yüksek seyreden reytinglerine rağmen bi sezon daha ekranlara dönüp dönmeyeceği tam olarak netleşmemişti Dexter'ın, finalden önceki hafta içinde belli oldu. Çekimlerine bahara doğru başlanacak yeni sezonu izlemek için bir 9 ay daha beklemek durumundayız maalesef.

Pazar, Aralık 19, 2010

The Walking Dead


Frank Darabont'un yapımcılığını yaptığı, yılın merakla beklenen sıfır km dizisi The Walking Dead, 6 bölümlük ilk sezonunu tamamladı. Gariban memleketimizde bir dizi her biri 100er dakkadan en aşağı 30 bölümle bir sezon tamamlarken adamlar 6 bölümle bu yıllık bu kadar diyebiliyorlar ki bu işin oluru da bu zaten, üçüncü dünya ülkesi miyiz neyiz?...

Aynı zamanda dizinin yapımcılarından olan Robert Kirkman'ın bizde de yayımlanan aynı adlı çizgi romanından uyarlama bir dizi "Walking Dead". Romanı okumadım, açık konuşmak gerekirse Darabont'un varlığı olmasa diziyi izleyeceğimi de zannetmiyorum. Twilight sonrası çığrından çıkan vampir manyaklığı gibi zombiler de son yıllarda haddinden fazla kullanılan motifler haline geldiler. Bu alt-türün hayranları için mutlu edici bir durum olsa gerek ama öte yandan da aşırı kullanım ister istemez özgün materyalin aşınmasına sebep oluyor. O sebepten şu an yaşayan en büyük sinemacılardan olduğunu düşündüğüm Darabont'a rağmen diziye baştan beri biraz mesafeliyim. Ayrıca, her ne kadar öyle çok sıkı film üreten bir isim olmasa da önceki işlerinin hayranı bir insan olarak, mesaisini televizyondan çok sinema ile harcamasını tercih ederim. Fakat görünen o ki, bir bölümünü bizzat yazıp yönettiği, geri kalan bölümlerde de ortak yazarlık ve yeniden yazımlar yaptığı ilk sezonun ardından ikinci sezonda da "showrunner" olarak görev yapmaya devam edecek. Yakın zamanda bir film projesi de görünmüyor zaten.


Dizi malum olduğu üzere, ne idüğü belirsiz bir salgının ardından ölülerin zombileştiği bir dünyayı anlatıyor. Hikayeyi seyircinin kolaylıkla özdeşleşmesi için tasarlanmış, klasik kahraman tipi polis memuru Rick üzerinden takip ediyoruz. Memleketin zıvanadan çıktığı süreyi kendisi hastanede yaralı olarak geçirdiği için biz de onun gibi sokakların zombi kaynadığı bir dünyaya uyanıyoruz. Özellikle Darabont'un bizzat yazıp yönettiği pilot bölüm, feci şekilde 28 Days Later esintili duruyor. Gerçi zombi furyasının fitilini ateşleyen bu filmin ardındakileri etkilememesi kaçınılmaz ama insan gene de biraz daha özgün bişeyler bekliyor. Walking Dead'de gölgesi hissedilen figürlerden biri de Lost, zira 28 Days Later zombiler için neyse, Lost da amerikan dizileri için o. İlerleyen bölümlerde Rick'in hayatta kalan diğer insanlarla karşılaşması ve onlar vesilesiyle kaybettiği ailesine ulaşması neticesinde beraber oturan kalkan, beraber hayatta kalmaya çalışan bir grup ortaya çıkıyor.


Açıkçası altı bölüm, uyarlanan metin hakkında fikir sahibi olmayışımız da eklenince, ne karakterlere çok ısınmaya, ne de hikayenin akışı hakkında fikir sahibi olmaya pek de yeterli değil. Bir parça aile draması, bi tutam yasak aşk acısı falan gibisinden soslar, öbür taraftan da post-apokaliptik olay örgüsü derken hikaye nereye varacak görmek için ikinci sezonu beklemek gerekecek. Bana göre amerikalıların en iyi becerdiği şeylerden biri olan dialog yazımı bu dizi için aynı ölçüde başarılı değil, yer yer çok edebi kaçıyor. Çok iyi bir film olmasına rağmen Darabont'un The Mist'i de benzer bir sorundan muzdaripti. Oyunculuklar da bu durumdan etkilenmiş görünüyor, fazla dramatize bir ton tutturulmuş.


Dizinin olumlu taraflarından birisi yapım tasarımı. Issız devasa caddeleri, terkedilmiş şehirleriyle kıyamet sonrası dünya başarıyla tasvir edilmiş, gene orjinal değil, ama ideal. 16 mm ile çekilen dizide kasti olarak çok canlı renklerden kaçınılmış, ıssızlık hissini vermek için yapılmış bilinçli bir tercihtir herhalde ama insandan arınmış metruk metropollerin vadettiği görselliği verebilmekten de uzak kalmış. Dizideki genel yönetmenlik seviyesi de ortalama zaten. Sadece ikinci bölümün sonundaki şehirden kaçış sahnesi ortalamanın baya üzerindeydi, Michelle MacLaren tarafından çekilmiş. Final bölümü de diğerlerinden öne çıkan bir episod, bu bölümde özellikle Bear McCreary imzalı müzikler dikkat çekiyor.

Oyuncuların bazıları daha önceden Darabont'la çalışmış isimler; Laurie Holden, Jeffrey DeMunn,Melissa McBride. Rick Grimes karakterini de başlarda Thomas Jane'in canlandırması planlanıyormuş ama olmamış, gene önümüzdeki sezon konuk oyuncu olarak yer alması muhtemel. Ondan rolü kapmayı başaran Andrew Lincoln yerinde bir seçim olmuş. Sarah Wayne-Callies'i de Prison Break sonrası tekrar izlemek keyifliydi. Kast içinde izlemesi en keyif veren isimler Emma Bell, Andrew Rothenberg ve Norman Reedus idi, bunlardan ilk ikisinin karakterleri öldü. Reedus ise dizinin kötü çocuk kontenjanını doldurmakta başarılı, ikinci sezonda kendisi üstüne biraz daha eğilirler diye umuyoruz.

Zombi figürünün korku türüne ait bir öğe olması hasebiyle Walking Dead'i de aynı türde bir dizi kabul edebiliriz herhalde. Fakat işin korkutma kısmında çok da başarılı oldukları söylenemez. Yer yer bazı sahnelerde gerilimi iyi ayarlamayı başarmışlar ama zombilerin hantal hareket etmesi yönündeki tercih isabetsiz olmuş. 28 Days Later'ın bana göre yaptığı en büyük devrim buydu, birilerini diri diri yemek için tazı gibi koşan zombileri izlerken ister istemez geriliyordunuz çünkü kaçan kişinin yakalanma şansı yüzde elliydi. Walking Dead'deki ölüler insanda bu hissi uyandıramıyorlar. Öte yandan yapımcıların haklarını teslim etmek lazım, işin gore kısmında ellerini korkak alıştırmamışlar, kopan organlar,kan vs. gırla gidiyor. Dizinin giriş sahnesinin de çocuk bir zombiyle yapılması cüretkar bir hamle olmuş.


The Walking Dead geçtiğimiz günlerde Darabont'un yazar kadrosunu kovduğu haberleriyle de gündeme geldi. Sonradan diğer yapımcılar yazar kadrosundaki isimlerin diğer projelerine yoğunlaşmak için ayrıldıkları yönünde açıklamalar yaptılar. Söylenenlere bakılırsa ikinci sezonda Darabont freelance yazarlarla çalışacakmış. 13 bölümden oluşacak bu yeni sezon nasıl bir niteliğe sahip olacak bekleyip göreceğiz. Açıkçası çok da hasretle beklediğim bi hadise değil ikinci sezonun başlaması. Fakat bazı diziler asıl olarak ikinci sezonlarıyla seyircilerini bağlamayı beceriyorlar (bkz. Supernatural), dolayısıyla önümüzdeki yıl zıpkın gibi bir yapımla da karşılaşabiliriz. 6 bölüm bir sezon için çok yetersiz bir sayı zaten, çizgi romanın halihazırda varolan takipçileri, iyi yürütülen tanıtım kampanyası ve Darabont'un ismi olmasa o yüksek reytinglere ulaşması pek de olası değildi. Asıl numaralrı neymiş önümüzdeki yıl göreceğiz.

Cumartesi, Aralık 11, 2010

I’m Dr. House


House: I’m Dr. House.
Rebecca: It’s good to meet you.
House: You’re being an idiot...You have a tapeworm in your brain, it’s not pleasant, but if we don’t do anything you’ll be dead by the weekend.
Rebecca: Have you actually seen the worm?
House: When you’re all better I’ll show you my diplomas.
Rebecca: You were sure I had vasculitus too. Now I can’t walk and I’m wearing a diaper. What’s this treatment gonna do for me?
House: I’m not talking about a treatment; I’m talking about a cure. But because I might be wrong, you want to die.
Rebecca: What made you a cripple?
House: I had an infarction.
Rebecca: A heart attack?
House: It’s what happens when the blood flow is obstructed. If it’s in the heart it’s a heart attack. If it’s in the lungs it’s a pulmonary embolism. If it’s in the brain it’s a stroke. I had it in my thigh muscles.
Rebecca: Wasn’t there something they could do?
House: There was plenty they could do, if they made the right diagnosis, but the only symptom was pain. Not may people get to experience muscle death.
Rebecca: Did you think you were dying?
House: I hoped I was dying.
Rebecca: So you hide in your office, refuse to see patients because you don’t like the way people look at you. You feel cheated by life so now you’re gonna get even with the world. You want me to fight this. Why? What makes you think I’m so much better then you?
House: When you’re scared, you’ll turn into me.
Rebecca: I just want to die with a little dignity.
House: There’s no such thing! Our bodies break down, sometimes when we’re 90, sometimes before we’re even born, but it always happens and there’s never any dignity in it. I don’t care if you can walk, see, wipe your own ass. It’s always ugly, always...You can live with dignity, we can’t die with it.

House: Ben Doktor House.
Rebecca: Tanıştığımıza memnun oldum.
House: Aptallık ediyorsun...Beyninde bir tenya var ve bu iyi birşey değil. Eğer birşey yapmazsak hafta sonuna ölmüş olacaksın.
Rebecca: Kurdu gerçekten gördün mü?
House: İyileştiğinde sana bütün diplomalarımı gösteririm.
Rebecca: Vaskülitim olduğundan da emindin. Şu anda yürüyemiyorum ve çocuk bezi giyiyorum. Bu tedavi bana ne sağlayacak ki?
House: Ben tedaviden değil iyileşmenden söz ediyorum. Ama sen haksız olabileceğim ihtimaline karşı ölmek istiyorsun.
Rebecca: Seni engelli yapan neydi?
House: Damar tıkanıklığı yüzünden oldu.
Rebecca: Kalp krizi mi?
House: Kan dolaşımının önüne bir engel çıktığı zaman böyle olur. Eğer kalpteyse kalp krizi, akciğerde ise akciğer yetmezliği, beyinde ise felç. Benimki baldır kaslarımdaydı.
Rebecca: Yapılabilecek hiçbir şey yok muydu?
House: Yapılabilecek çok şey vardı, teşhisi doğru koysalardı. Ancak tek belirti ağrıydı. Kas ölümüne pek çok kişi maruz kalmaz.
Rebecca: Öleceğini mi düşündün?
House: Keşke ölsem diye düşündüm.
Rebecca: Bu yüzden ofisinde saklanıyor, insanların sana bakışlarını sevmediğin için hastalarınla konuşmayı reddediyorsun. Hayatın seni aldattığını düşündüğün için dünyayla ödeşmek istiyorsun. Benim de bununla savaşmamı mı istiyorsun? Neden? Senden daha iyi olduğumu düşündüren nedir?
House: Korktuğunda bana dönüşeceksin.
Rebecca: Sadece haysiyetli bir şekilde ölmek istiyorum.
House: Öyle bir şey yok! Vücutlarımız hastalanır, bazen 90 yaşındayken, bazen daha doğmadan, ancak her zaman olur ve bunun içinde asla haysiyet yoktur. Yürüyebilmen, görebilmen ya da kıçını silebiliyor olman umurumda değil. Bu her zaman kötüdür, her zaman. Haysiyetinle yaşayabilirsin, ama haysiyetinle ölemezsin... 
 
House S01E01

Çarşamba, Aralık 08, 2010

Av Mevsimi

                                                                                
Yavuz Turgul, memleketimin sinemasında ne yapacağı takip etmeye değer nadir birkaç yönetmenden biri. Ertem Eğilmez'in tedrisinden geçmiş, Arzu Film ekolü içinde yetişmiş birisi olarak bugün klasik kabul edebileceğimiz "Şekerpare", "Çiçek Abbas", "Züğürt Ağa" gibi birçok filmin senaryolarını kaleme almış bir isim. "Gölge Oyunu" gibi ilk dönem filmlerini beğenmesem de "Eşkıya" ile bana göre abartısız Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmine imza atmış olan Turgul'un sonraki çalışması "Gönül Yarası" da  yerli malı sinema açısından 2000'lerin en kaydadeğer örneklerinden biriydi. Arada senaryosunu yazdığı "Kabadayı"da boşa salladı gibi oldu ama orda beklentileri karşılayamamanın sorumluluğunu gönül rahatlığıyla yönetmen Ömer Vargı'nın üstüne yıkabilmiştik. "Av Mevsimi"nde yönetmenliği de kendisi üstlendiği için böyle bi seçenek sözkonusu değil maalesef.


Son üç yıldır büyük umutlarla beklediğim yerli filmler beni hayal kırıklığına uğratıyorlar, "Kabadayı" ve "Ejder Kapanı"nın ardından "Av Mevsimi" de bu furyaya dahil oldu maalesef. "Ejder Kapanı" gibi bu film de ülkemizde çok da iyi örnekler çıkarılamamış polisiye türünde birşeyler yapmaya çalışıyor. Bir göl kenarında bulunan kesik bir kol parçasından yola çıkarak kolun sahibinin katlinin ardındaki gizemi çözmeye çalışan üç polisin hikayesi mevzubahis olan. Yavuz Turgul'un bir senarist olarak en önemli hasleti karakterlerini çok iyi tasarlaması bana göre, resmen ete kemiğe büründürmesi, ekranda izlediğimiz birer figür değil de kanlı canlı insanlar haline getirebilmesi. Ne var ki "Av Mevsimi"nin ilk falso verdiği yer de burası, karakterlerin çok derinlikli işlenmemiş olması. Şener Şen'in oynadığı komiser, biraz "Se7en"daki Somerset'i andırır biçimde mesleğinden bıkmış biri görünümünde ama bu bezginlik duygusu seyirciye çok da aktarılamıyor. Okan Yalabık'ın canlandırdığı antropolog, hikayenin akışı zarfında polislik mesleğinden tiksinir hale geliyor ama bu dönüşüm çok yavan ve sığ bi biçimde gerçekleşiyor. Cem Yılmaz'ın karakterinin ise karısına saplantılı olmak gibi bir problemi var ama en nihayetinde bunun bağlandığı nokta da adamın karadenizli olmasından öteye gidemiyor.


Filmin en temel defosu ise sağlam bi entrikaya sahip olmayışı. "Ejder Kapanı" da aynı dertten muzdaripti ama açıkçası "Av Mevsimi"ne kıyasla çok daha ilgi çekici bi öncülden hareket ediyordu. Bu filmin hem çok sağlam bir temeli yok hem de hikayesini başladığı noktadan alıp üstüne bir tempo ve gerilim inşa etmekte de başarılı olamıyor. Faili meçhul bir cinayet üzerinden ilerleyen polisiye bir hikaye anlatmak gibi bi niyetiniz varsa bunu ilgiyi ayakta tutacak kimi twistlerle ve tatmin edici bir finalle noktalamanız gerek. "Av Mevsimi"nin bu minvalde gösterdiği performans ise ancak ortalama olarak nitelenebilir. Sırıtan ve boşlukları olan bi hikaye değil ama özgün olmaktan da uzak. 2,5 saat gibi az buz olmayan bi süreye sahip filmin, bu zaman zarfında seyirciyi germek şöyle dursun, yer yer sıkıcılaşma boyutuna gelmesi, arkasındaki değerli isimleri düşününce ister istemez bir sukut-u hayale sebep oluyor. Gene "Ejder Kapanı" gibi daha ortalarında ne olup bittiğini kavrayabildiğiniz filmin finalinde, mevzu bahis cinayetin arkasındaki gizemin karakterlerin ağzından uzun uzun uzadıya anlatılması da son derece bayat bi hamle.


Hikayenin tüm bu özgünlükten uzak olma, sığlık vb. problemlerinin belli bi temayı işlemek için mi gözden çıkarılıyor diye bakarsak, o minvalde de kaydadeğer bi özellikten bahsetmek mümkün değil. Turgul'un sineması genelde hep gelenekle yeniliğin çatışması temasını işlediği yolunda eleştirilir, ki bu filmde de Şener Şen'in karakterine bakınca böyle bir önyargıya kapılmak mümkün. Ama Turgul'un ilk kez bu filminde bu olgunun üstünde durmadığını görüyoruz. Gel gör ki herhangi başka bir alt metin de sözkonusu değil. Bir ara antrepoloğun tez konusu üzerinden Türkiye'de niçin seri katil çıkmadığı üstüne mi kafa yorulacak diye bakıyorsunuz, o muhabbet bir yere varmıyor. Zenginliğin verdiği küstahlıkla tabandakilerin hayatıyla çekinmeden oynayan kaymak tabaka üzerinden bi kapitalizm eleştirisi mi var diye bakıyorsunuz, onun da öyle pek esamesi okunmuyor. Bu manada Turgul'un önceki işlerinde keyifle farkedilen entellektüel derinlikten de nasipsiz bir yapım "Av Mevsimi".


Filmin en önemli artısı Cem Yılmaz. Öyle ki ilk defa mizah yönü olmayan bir rolde izleme imkanı bulduğumuz aktörün performansı için bile seyredilebilir film. Daha önce "Organize İşler"deki mafya baba kompozisyonu çok beğenirdim ben fakat neticede o da komik bi karakterdi. Burdaki canlandırdığı polis de ister istemez tepkileriyle olsun hareketleriyle olsun kendisinin sahne personasından izler taşıyor, ama son tahlilde izlediğimiz kişinin Cem Yılmaz olduğunu unutturmayı başarıyor aktör. Umuyoruz bundan böyle de dramatik rollerde görünmeye devam eder. Şener Şen standart bi performans sergilemiş, kötü denemiyecek ama çok da göze batmayan bir oyunculuk. Onun muadili olarak Çetin Tekindor, karakterinin ağırlığını perdeye taşımakta daha başarılı. En nihayetinde bu üç büyük aktörü aynı sahnede izlemek keyifli bir deneyim, "Av Mevsimi" vesilesiyle bu ayrıcalığa da erişmiş olduk.

Tamer Çıray imzalı müzikler, çatışma sahnesindeki caz esintili saçma bir melodi dışında başarılı. Özellikle Kazım Koyuncu'nun versiyonuna yakın bir aranjeyle,  üstelik kritik bir sahnede kullandığı "Hayde" türküsü çok güzel. Uğur İçbak imzalı görüntüler özellikle karakol içi sahnelerde ve puslu ormanda dikkat çekiyor. Bunlardan öte "Av Mevsimi" söylenebilecek daha fazla bir şey yok. Yavuz Turgul sinemasının üstüne bir şey koymayan bir yapım. Yönetmenin 2004'ten beri bu proje üzerine çalıştığını söylemesi göz önüne alındığında bu kadar mesai ayrılmış bi projenin beklentileri karşılamaktan uzak bi niteliğe sahip olması üzücü.

Pazar, Aralık 05, 2010

Unstoppable


Uzunca bir süredir, öyle çok fazla iddiası olmayan ama seyirciye elinden geldiğince yüksek seyir zevki vaat eden bi filme rast gelmiyorduk, ta ki "Unstoppable" gösterime girene değin. İşin aslı kimse Tony Scott'un bu yeni filminden ya da Tony Scott'dan öyle çok fazla şey beklemiyordu. Hiçbir zaman abisi Ridley'nin saygınlığına erişememiş olsa da hep iyi bir zanaatkar olarak görüldü Tony Scott. Bugün kült kabul edilen işlere imza atmış olsa da filmografisi içinde yalnızca "Enemy of the State" ve "The Last Boy Scout" benim favorilerimdendir. 2000'lerin başında "Men On Fire" ile ivme kazanan nerdeyse saniye başına bir kare düşen kurgu anlayışı ve alamet-i farikası haline gelen görsel tarzı "Domino" ile zirve yaptı. Gerçekten de yönetmenin kafası iyiyken çekilmiş gibi duran, hazmı zor bir filmdi "Domino". Scott eleştirilerden ders almış olacak ki sonraki filmlerinde daha klasik sulara yöneldi, "Deja Vu" ve "Pelham 123" ile mütevazi ölçekte işlere imza attı. Görünen o ki "Unstoppable" vesilesiyle 2000'leri çıkışla noktalamış olacak.


Artık bir nevi Burton-Depp ikilisine dönüşen Scott-Washington ikilisinin yeni ortaklıkları gerçekten yaşanmış bir olaya dayanıyor. "CSX 8888 hadisesi" olarak bilinen olay 2001'de yaşanmış. Bir rayı değiştirmek için esasında yavaş ilerleyen trenden inen makinist dinamik fren sistemini doğru kurmadığı için tren kendiliğinden hareket etmeye başlamış ve yaklaşık 2 saat boyunca saatte 76 km. hızla yol almış. Filmde de yer aldığı şekilde içine çekildiğinde yada ciltle temas ettiğinde zararlı olan molten fenol yüklü tren raydan çıkarılarak ya da -zekice(!) bir fikirle- hareket halindeyken yakıt boşaltım düğmesine ateş edilerek durdurulmaya çalışılmış, bunlardan ikincisi düğme yerine yakıt deposunun vurulmasıyla neticelenmiş. Kontrolsüz ilerlemeye devam eden tren, ikinci bir trenin arkaya kendini eklemesiyle yavaşlatılıp, makinistin tren üzerinde ilerleyerek lokomotifi kapatmasıyla durdurulabilmiş.


İşin uzmanlarına göre sinemasal anlatımı güçlenderme ve dramatikleştirme adına yer yer abartılmış olsa da "gerçek bir olaydan uyarlanmıştır" ifadesinin hakkını verecek derecede gerçeğe yakın bir film "Unstoppable". Senarist Mark Bomback, keyifle tekrar tekrar izlediğim "Constantine" ve "Die Hard 4.0" gibi yapımların senaryolarına katkıda bulunmuş bir isim. Yazar, gerçek olayları alarak treni durduran kahramanlar üzerinden dramatizasyona girişmiş. Chris Pine'ın karakterinin eşiyle sorunları var, Washington'ın karakteri ise tren yolu şirketince zorunlu olarak emekli ediliyor -küresel ekonomik krizin kaçınılmaz neticelerinden olan işsizlik de yavaş yavaş Hollywood filmlerinde kendine yer bulmaya başladı-. Bu hem seyircinin bu adamlarla , hem de televizyon başında bu adamların treni durdurmak için canlarını dişlerine takmalarını heyecanla takip eden yakınlarıyla daha kolay özdeşleşmesini sağlıyor. Bu noktada televizyon yayını görüntülerin Scott tarafından son derece etkin bi şekilde kullanıldığını not düşmek gerek. Hem aksiyonu gerçekçi göstermek adına -zira gerçek hayatta bu tarz olayları da TV vasıtasıyla takip ediyoruz-, hem de dramatizasyon adına son derece yerinde bir hamle bu. Scott'ın asıl yönetmenliğini konuşturduğu sahneler aksiyonun doruğa çıktığı bölümler ki gerçekten kendisine şapka çıkarmak lazım, bir trenin aksiyonun merkezinde olduğu bir filme imza atmak her babayiğidin harcı değil. Harry Gregson-Williams'ın adrenalin pompalayan müziklerinin de katkısıyla tam bir heyecan şölenine imza atan yönetmen, bütünüyle harekete odaklanıp hikayeyi de boşlamayarak, giriş bölümünü uzun tutup öyküsünü yavaş yavaş açmayı tercih ediyor, böylelikle mevzuya dahil olan tüm figürleri her açıdan seyirciye tanıtma fırsatı buluyor.


"Speed"in modifiye edilmiş bir versiyonu olarak görülebilecek "Unstoppable" Chris Pine'ın Hollywood'un yükselen yıldızlarından biri olduğunu da bir kere daha tescilliyor. Rosario Dawson "Eagle Eye"dakine benzer bir karakterde, kaotik bir mevzuyu çözümlemekle yetkili kişi olarak gene çok başarılı, kadın bu tarz roller için resmen biçilmiş kaftan. Yazımı, yönetimi ve oyunculuklarıyla izlemesi keyifli, sezonun en iyi filmlerinden biri. Görünüşe bakılırsa bu yılın asıl bombaları sonbaharı beklemiş, aralıktan da umutluyuz bakalım... 

The Last Exorcism


Biraz geç izleme olanağı buldum ama beklediğime değdi. Yapımcılığını yaptığı filmlerin afişlerine adını büyük harflerle yazdırmayı sevse de Eli Roth'un varlığı bi filmin selameti adına çok da hayırlı bir gösterge değil aslında. Ama "The Last Exorcism", daha bi genç kızın webcamde içine şeytan girdiği o "chatroulette" tanıtım kampanyasıyla bile umut vadediyordu, çıkan netice de beklentilerimizi boşa çıkarmadı.


Şeytan çıkarma üstüne olan korku filmleri, her zaman ilgi çekici bir alt tür olagelmiştir. Bizim dinimizde mevzu bi felak bi nas suresi yardımıyla savuşturulsa da, hristiyan illerinde olay tarih boyu biraz daha kompleks gelişmiş anlaşılan. "The Exorcist"in çekilmesinin üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen halen etkisinden birşey yitirmemiş olması ve birçok listede tüm zamanların en korkutucu filmi olarak gösterilmesi boşuna değil. Hakettiği takdiri görmediğini düşündüğüm "The Exorcism of Emily Rose" da türün yadetmeye değer, sağlam örneklerindendir. Bu filmlerin etki güçlerinin arkasında insanların Allah korkularıyla iblis,üç harfli vs. varlıklardan çekincelerini sentelemeleri olduğunu düşünüyorum, çünkü filmin afişinde de çok yerinde bi ifadeyle belirttiği gibi "if you believe in God, you must believe in the devil" (eğer Tanrı'ya inanıyorsanız, şeytana da inanmalısınız).


Burdaki "exorcist"imiz ise ne Tanrı'ya ne de şeytana inanan bir adam. John Constantine tarzı ukala bir inançsız değil, daha ziyade bir sahtekar. Baba mesleği olarak sürdürdüğü vaizlikle beraber para karşılığında türlü türlü düzenekle şeytan çıkarma ayinleri yaparak yolunu bulan iki yüzlü bir kişilik. Bununla beraber, itici biri de değil, çünkü kendisinin de ifade ettiği üzere ailesinin geçimini sağlamak zorunda, özellikle oğlunun sağlık masraflarını karşılamakla mükellef... Bir belgesel ekibiyle paylaştığı bu deneyimlerini örneklemesi bakımından kızının ruhuna şeytan musallat olduğuna inanan bir adamın davetini kabul edip kızı dertlerinden kurtarmak(!) için yola koyuluyorlar. Tüm perde arkasıyla temaşa etme olanağı bulduğumuz döküman niteliğinde bir ayinin ardından kızın iblislerinden kurtulduğunu söyleyip yollarına geri koyuluyorlar. Beklendiği üzere, mevzu orada noktalanmıyor tabii ki...


"The Last Exorcism"in en büyük gücü, türün kalıplarıyla uğraşan oyunbaz yapısıyla senaryosundan geliyor. Farzı misal inancını kaybetmiş yolunu arayan din adamı figürünün yerine böyle manevi dertlerle uğraşmaktan ziyade hayat gailesine odaklanmış, bir şekilde gemisini yürütmeye çalışan bir adamı yerleştirmek nerden bakılırsa bakılsın özgün bir hamle. Senaryodaki twistler gayet başarılı, özgün değiller ama hikayenin gücünü arttırarak filmin ürkütücülüğünü pekiştiriyorlar. Alman yönetmen Daniel Stamm'in sahte belgesel usülünce yönetmenliği inandırıcılık sorunları taşımıyor değil, müzik kullanımı örneğin uygun olmamış benim kanaatime göre. Ama elindeki metnin hakkını verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz herhalde. Zira neticede ortaya çıkardığı film "Exorcist"le "Rosemary's Baby"yi "Rec" usülünce sentezlemeyi başaran, incelikli bir çalışma. Yapımcı Roth çeşitli mecralarda filmin "Hostel" tarzı bir gore şöleni olmayacağını belirtmişti, ama gördüğüm kadarıyla kandan yana ellerini çok da korkak alıştırmamışlar, iyi de olmuş. İçine şeytan giren kız rolünde Ashley Bell, bir Jennifer Carpenter'ın gösterdiği performansı sergilemekten uzak olsa da gayet inandırıcı ve yeri geldiğinde tırsıtıcı bir oyunculuk sergilemeyi başarmış. Kıt geçen 2010 yılınının yüz akı filmlerden biri, kaçıranlara tavsiye olunur...


Çarşamba, Aralık 01, 2010

Harry Potter and the Deathly Hallows Part 1


Harry Potter filmleri bi "Lord Of The Rings" filmlerinin sahip olduğu sinemasal güce sahip olamadılar bugüne kadar. Chris Columbus'un yönettiği ilk film resmen çocuk filmiydi. İkincisi aslında gayet eli yüzü düzgün bi işti, çocuklara yönelik bi yapım için oldukça başarılı korku ve fantazya yüklü sahneler barındırıyordu, ama bu sefer de romana aşırı sadık olmakla eleştirildi. Alfonso Cuaron, "Prisoner of Azkaban" ile seriye eleştirel bi saygınlık getiren ilk yönetmen oldu. Hakikaten de stil sahibi bi yönetmenin elinden çıkma olduğu her karesinden belli olan nitelikli bir yapıttı bu. Mike Newell'ın elinden çıkma "Goblet fo Fire" öncülünün kalitesini taşımasa da bugün serinin yüz akı filmlerinden biri olma hüviyetini koruyor. "Order of the Phoenix"le birlikte seriyi devralan David Yates ilk denemesinde ortalama bi iş ortaya koymuş olsa da "Half Blood Prince" ile birlikte Harry Potter filmlerinin en iyisine imza attı. Kitabın çoğu hayranı bu filmi kitaba sadakatsizlikle eleştirse de yapımcılar da benle aynı fikirde olmalılar ki hikayenin son ayağının da Yates tarafından yönetilmesini uygun görmüşler. 
 

"Deathly Hallows"un ikiye bölünmesi kreatif bir karar gibi görünse de esas itibariyle ticari bi karar, neticede ineği iki kere sağmış olacaklar, ama kreatif süreci etkilemesi de kaçınılmaz tabii. Herşeyden önce kitabın fanlarını tatmin etme noktasında önemli bir hamle zira birçok ayrıntının dışarıda bırakılmasından dem vuruyorlardı, diğer uyarlamalara nispetle daha tafsilatlı bi yapıt bulmuşlardır heralde karşılarında. Kitabı okumamış benim gibi izleyiciler içinse o kadar isabetli bi seçim olmamış.  
 
"Deathly Hallows Part 1" son lafı başta söylemek pahasına belirtmek gerekirse tam olarak "Matrix Reloaded"la eşdeğer bir yapım. Fazla episodik bi yapısı var, devam filminden bağımsız, tekil olarak ayakta durabilen bi hüviyeti yok. Aslında gayet hoş ve davetkar bir girizgaha sahip "Part 1". Yaklaşan sıkıntılı günlerin habercisi o kasvetli atmosfer başarıyla seyirciye aktarılmış, Voldemort önderliğindeki toplantı sahnesi özellikle makul miktarda bi rahatsız edicilik dahi içeriyor. Çocuk filmi olarak başlayan, ergen filmi olarak devam eden, "Half Blood Prince"le gençlik filmine dönüşen serinin bu filmle yetişkinlere dönük bi havaya büründüğünü hissediyorsunuz. Bu noktada Alexandre Desplat imzalı müziklerin hakkını temsil etmek lazım, zira filmin bu karamsar tonunun seyirciye geçirilmesine birincil derecede etki etmiş gerçekten. Üstelik John Williams'ın o çocuksu tema müziğini bu filmde işitmemek de hoş bi değişiklik olmuş.

Film, muhtemelen ilk yarım saatine tekabül eden bu giriş bölümünün ardından tamamiyle bi yol filmine dönüşüyor ve temposunu kaybediyor. Bütünüyle sıkıcılık boyutuna vardığını söyleyemeyiz, sonuçta dikkat dağıtmadan hikayesini takip ettiriyor ama hikayenin yollarda geçen bu evresinin haddinden fazla uzun olduğu hissiyatına da ister istemez kapılıyorsunuz. Bütünüyle Harry-Hermione-Ron üçlüsü üstünden akan öyküye, arada bu üçlü arasındaki kişisel gerilimler vasıtasıyla belli miktarda ritm kazandırılsa da bi noktaya kadar işe yarıyor bu. Bi başka eksi puan da bu yol hikayesinin doyurucu olmayan bi finalle nihayete erdirilmesi. Yapımcılar öykünün ilk ayağını Dobby karakterinin ölümüyle noktalamayı uygun görmüşler ama beklenen etkiyi yaratmaktan uzak bi son olmuş bu. Farzı misal "LOTR"da Boromir'in ölümü ikinci kitabın başında gerçekleşir ama Peter Jackson ve şürekası bunu ilk filmin sonuna ekleyerek o şahane final bölümünün oluşumuna eşsiz bi katkıda bulunurlar. Kitabın okuyucusu olmadığım için çok net konuşamamakla beraber "Deathly Hallows Part 1"de de bu tarz bi rötuş eksikliği var gibi geldi bana. Artık bu noktada değerlendirme yapmak "Harry Potter"ın sadık hayran kitlesine düşmekte.


Neticede senenin merakla beklenen ve rahat izlenen filmlerinden biri. Fakat romanın yekpare biçimde uyarlanması sinemasal açıdan daha isabetli bi seçim olurmuş gibi duruyor.