Pazar, Ocak 31, 2010

Melekler vs. Şeytanlar


Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabı Robert Langdon karakteriyle okuyucuyu tanıştıran ilk kitaptı. Ama ismini asıl duyurması ardılı niteliğindeki “Da Vinci Şifresi”nin tüm dünya çapında yakaladığı akıl almaz başarı sonrası gerçekleşti. Her ne kadar halefi selefinden daha ön plana çıkmış olsa da, son tahlilde “Melekler ve Şeytanlar” daha başarılı bir eserdir. Zaten her iki kitabı da okuduğunuz zaman Dan Brown’ın üslubunun sürekliliğini fark edersiniz. Gerçi Brown’ın yazınındaki bu süreklilik hali sonraki eserlerinde de devam etmiş ve bir nevi kabak tadı vermiş olsa da, dünya çapında bir okuyucu kitlesini bu kitaplara çeken şey de muhtemelen müthiş bir tempo duygusu uyandıran, okuyan kişiyi oturduğu yere çivileyip hikâyenin nereye gittiği hususunda meraka sevk eden bu üslup tercihi olmuştur.


İyi tasarlanmış ve çekilmiş bir Hollywood filmi izlemek gibidir Dan Brown okumak, hatta daha iyisi, zira hikâyenin tüm prodüksiyon kısmının hâkimiyeti size ait olup tüm her şeyi kafanızda tasarlayabileceğiniz için tatmin olmama gibi bir durumunuz yoktur. Zaten edebi eserlerin filmlerden üstün olduğu belki de öne tek taraf budur ve yine bu yüzden kitapların sinema uyarlamaları kitabın hayranlarını tatmin etmez, çünkü her okuyucu kafasında kitabın filmini kendi çeker ve perdede gördüğü şeyin kafasındaki imajlara uygunluğu neticesinde filmi değerlendirir. Sayısız farklı vizyonun söz konusu olduğu böyle bir durumda film yapımcılarının her bir izleyeni tatmin etmesi olanaksızdır haliyle. Muhtemelen bu kulvarda ulaşabileceğiniz en yüksek nokta Peter Jackson’ın mertebesidir ki onun çıkardığı işten de memnun olmayan LOTR hayranları çıkmıştı zamanında. İşbu noktada, hâlihazırda milyonlarca kişi tarafından okunup beğenilmiş, hatta hayran kalınmış “Melekler ve Şeytanlar” gibi bir yapıtı sinemaya uyarlamak işi başka bir uyarlama yapmaktan çok daha çetrefilli bir hal alıyor normal olarak. Üstelik daha önce “Da Vinci Şifresi”ni uyarlamak size nasip olduysa ve o zaman ortaya koyduğunuz iş her ne kadar gişede iyi iş çıkarmış olsa da (ki bu da nitelik hususunda ne derece sağlıklı bir göstergedir tartışılır, sonuç ne olursa olsun yapılan işi görmeye niyetli hazır bir izleyici kitlesi var sonuçta) büyük bir çoğunluğu tatmin etmekten uzak bir seyir izlediyse, üstesinden gelmeniz gereken önyargı katsayısı neticede bir hayli yüksek oluyor. İşte Ron Howard - Akiva Goldsman - Brian Grazer ekürisinin içine düştükleri ya da daha ziyade kendilerini soktukları durum bu.

Ron Howard da Akiva Goldsman da filmografileri iniş çıkışlarla dolu isimler. Goldsman hem “I Robot”, “A Time to Kill” gibi başyapıt mesabesindeki filmlerin, hem de “Batman Forever” ve “Batman and Robin” gibi ne idüğü belirsiz iki ucube filmin senaryo hanesinde görebileceğiniz bir isim. Ron Howard da arada “Ransom”, “A Beautiful Mind” (burada da Goldsman’la beraber çalışmışlardı) gibi kalburüstü işler çıkarmış olsa da “Da Vinci Şifresi” örneğinde olduğu gibi birçok filmi hoşnutsuzlukla karşılanmış bir yönetmen. Bu gelgitli kariyerlerine rağmen iki isimle alakalı söylenebilecek nihai şey hikâye odaklı sinema anlayışında belli bir düzeyi tutturacak yeterliliğe sahip oldukları. Dan Brown’ın bu iki eserinin hayranı bir insan olarak kanımca ilk filmde ortaya koydukları performans ortalamayı aşamayan bir seviyede olsa da elhak, yerden yere vurulacak kadar da kötü değildi. İkilinin ilk filmde yaptığı şey kitabın içindeki tüm aksiyon ihtiva eden dramatik öğeleri alıp filme şırınga etmek ve neticede eğlencelik mahiyette, hoş vakit geçirtmeyi vadeden ama çok ciddiye alınma beklentisi olmayan bir film meydana getirmekti. Oysa Brown eserleri her ne kadar best-seller olmalarıyla adlarını duyurmuş olsalar da kilise kurumunun öğretilerini tartışmaya açan bir içeriğe sahiptiler, zaten Vatikan da bu noktada tepkisini ciddi bir biçimde dile getirmişti. Film kitabın içindeki bu spekülatif noktaların üstünde durmaktansa küçük fırça darbeleriyle hikâyeye yedirmek suretiyle bunların üstünü törpülemiş, bir nevi mayınlı bölgenin etrafından dolaşmayı tercih etmişti. İlk filmde kullanılan bu anlatım tercihi birebir biçimde ikinci filme de sirayet etmiş durumda.


Melekler ve şeytanlar kitabı, kadim din bilim karşıtlığı üstüne inşa edilen bir olay örgüsüne sahip. Her iki tarafın da kendi argümanlarıyla yer bulduğu hikâye, belli bir tarafı tutmaktansa bu iki kutbu birleştirme noktasında bir seyir izlemekte. Özellikle bu bağlamda kimi bölümlerin çok iyi yazıldığı kitap, hareket alanının genişliği sayesinde bu hususta etraflıca kelam edebiliyor. Aynı hamleyi hikâyenin film uyarlamasından beklemek çok insaflı bir tavır olmasa da, kitabın barındırdığı bu hazineyi filmde lüzumunca değerlendirememek yapım ekibinin asla affa mazhar olmaması gereken en büyük günahı olsa gerek. Din, bilim, bu ikisinin insan hayatındaki yeri ve ekstradan kilisenin kurum olarak şaibeli tarihi üzerine zihin egzersizi niteliğinde bir film ortaya koyabilecek malzemeye sahipken bunu kullanamamak nerden baksanız kaynak israfı. İnsan ister istemez bu hikâye başka bir yönetmenin eline geçse nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyor.

Bahsi geçen hususları kafanıza takmaz, önünüzdeki iki küsur saati iyi geçirmekle ilgilenirseniz film beklentilerinizi tatmin edebilir. İlk filmdeki gibi paldır küldür hikâyeye dalmaktansa daha yavaş bir giriş bölümünün tercih edildiği filmin temposunun iyi ayarlandığı söylenebilir. Kitaptan filme aktarılırken yapılan kimi kesintiler çok gereksiz olup karakterlerin motivasyonlarında boşluklar oluşmasına neden olurken bazı kesintiler de filmin hayrına hizmet etmiş ve finaldeki bomba sahnesi gibi başarılı bazı sinemasal anların ortaya çıkmasına vesile olmuş. Tom Hanks gene başarılı bir oyunculuk sergilemiş olsa da Langdon rolünde başka bir oyuncunun (misal Russell Crowe) yer alması daha başarılı bir kasting hamlesi mi olurdu sorusu zihinlerdeki yerini koruyor.

Perşembe, Ocak 28, 2010

Joshua Hoffine


Joshua Hoffine düğün fotoğrafçılığından gelme bi arkadaş, ama geldiği nokta düğün dernek ortamından epey uzak. Fotoğrafları photoshop mahsülü değil (her ne kadar son tahlildeki detaylara yönelik ayarlarda bu yola başvursa da) her bir eseri için ayrı setler tasarlayan, kostüm hazırlayan, türlü aksesuardan istifade eden son derece titiz bir sanatçı. Fotoğraflardan da görüleceği üzere kendisi insanın çocukluk korkularını bir cisme bürümekte son derece mahir bi üstat, ayrıca çocuk gibi masumiyet timsali bi öğeye tehdit içeren,yer yer olduça kanlı ama en nihayetinde son derece güçlü atmosferler oluşturması fotoğraflarının en etkileyici yanı (fotoğraflardaki çocuklar Hoffine'ın kendi kızları).  Çalışmalarının temel esin kaynağı olarak Amerikan korku filmlerini gösteren Hoffine'ın eserleri şu tarz şeyler:



 Joshua Hoffine : "Annem ben çocukken beni ve kızkardeşlerimi alıp “Poltergest” isimli filme götürmüştü. O film benim takıntım haline geldi. Bazen, o filmin kimi sahnelerinde gibi rol yapıyoruz. Küçük kız kardeşim Sarah her zaman dolapta kapalı kalıyor."



"Korku kültündeki canavar imgesi metaforik olarak yaşamınızdaki dengeyi tehdit eden, dünyadaki kaotik güçleri yansıtmaktadır. Kaotik güçler sayısız maske takabilirler. Gerçek hayattaki örnekleri ölüm, hastalık, terör, veba, sosyal toplumun çöküşü ve manyak insanlar olabilir."



"Bir fotoğrafın gücü hakkında söylenebilecek çok şey vardır. Fotoğraf resim yapmaktan çok daha gerçektir. Hepimizin, yatağın altında ya da dolapta saklanan canavarlara ilgisi vardır. Ancak bunları daha önce fotoğraflamıyorduk. Bu durumun bir gücü var."



"Çocukken, korkularımız çok daha ilkeldir. Karanlık korkusu, yüzünüzde dolaşan eller korkusu ve sizi yiyecek olan kocaman ağızlara duyulan korku. Biraz büyük bir çocukken, fantastik ve gerçek dünya arasındaki çizgi hala belirsizdir. Eğer hatırlıyorsanız, bir çocuğun korkusu son derece yoğundur."



"Mümkün olduğunca, kameranın önünde canlı çekim yapıyorum. Fotoşopu ise detayları düzeltip baskı için renk ve kontrast ayarı yapmakta kullanıyorum. Eğer aşırı kan ve çıplaklık varsa, ki en son fotoğrafım “Face/Yüz”de öyleydi, kızımı o zaman sette tek başına çekiyorum ve fotoşopu kullanıp onu fotoğrafın son haline yerleştiriyorum."



"Gruplar ve müzisyenler için artwork ve konsept çekimleri yapıyorum. Hatta şu an asıl gelirim buradan geliyor. Babamın orjinal Black Sabbath plağı vardı. Küçük bir çocukken, Black Sabbath’ın o ilk albümünün kapağına bakakalmıştım. Tüm kalbimle inanıyorum ki, o albüm kapağının çalışmalarımdaki etkisi büyüktür. O kapağı tekrar yapmanın hayalini kuruyorum. Bu da benim yeniden çevrim korku trendine katkım olurdu."



"Kız çocuklarının konu içinde daha güçlü durduğunu düşünüyorum. Ayrıca Oz büyücüsü, Kırmızı Başlıklı Kız, Alice Harikalar Diyarında gibi birçok masalda da kız çocukları var. Benim işlerimde her yerde olduğu gibi küçük kız masumiyeti sembolize ediyor. Aynı zamanda, alt metin çocuğa karşı saldırganlığı da betimliyor. Bunun için bana göre bir kız çocuğu erkeğe göre daha başarılı bir figür. Korku edebiyatı içindeki alt metinlerle ve metafor çalışmaları ile ilgileniyorum."








Salı, Ocak 26, 2010

Kapanın Elinde Kalan Ejder


Kağıt üstünde bakınca herşey şahane. Askerliğini güneydoğuda yapmış, döndüğünde tecavüze uğrayan kardeşinin kendini astığını öğrenen bir adam. Bunun akabinde İstanbul'da başlayan seri ölümler, sübyancılıktan hüküm giymiş genel afla salıverilmiş maktüller. Emniyete yollanan işkence görüntülerinin kaydedildiği dvdler. Gayet gore, kara film tarzına uygun tasarlanmış suç mahalli görüntüleri. Başrollerde muhtemelen şu an Türkiye'nin en iyi iki jönü, ayrıyeten Uğur Yücel. Aynı zamanda filmin yönetmenliğini de üstlenen, bundan önce Yazı Tura ve Karanlıkta Koşanlar gibi şahane işlere imza atmış bir adam. O Karanlıkta Koşanlar ki Ejder Kapanı'ndan çok daha önce seri katil temasına el atmış, bunu da Hollywood filmlerine taş çıkartacak yetkinlikte bir maharetle anlatmayı becermiş bir diziydi. Ahmet Ümit'in kendi eserinden uyarladığı şahane senaryosu, Haluk Bilginer ve Köksal Engür'le başrolü paylaştığı kastın verdiği destekle dizide harikalar yaratan Uğur Yücel'den aynı ölçüde bir performans bekliyor insan haliyle. O sebeple Ejder Kapanı benim için bu sezonun en merakla beklediğim filmlerinden biriydi. Gel velakin sonuçta gene bana hüsran gene bana hasret var.

Film resmen ikinci "Kabadayı" vakası. Gerçi Kabadayı'dan görece daha iyi bir film ama orda olduğu gibi burda da kreatif ekip ve hikaye kaynaklı oluşmuş yüksek beklentilerin çok çok altında seyretme durumu var. Ejder Kapanı gerilimini "katil kim" sorusu üzerinden kuran bir filmin yapmaması gereken bir hataya düşüp katilin kimliğini daha filmin ilk bölümlerinde -tam olarak ifşa etmese de- çok açık ediyor. Kubilay Tat'ın senaryosu çok sağlam bir konsept üzerine kurulmuş olsa da bu temelin üstüne iyi bir hikaye inşa edilememiş. Karakterlerin tasarımı üzerine yeterince yoğunlaşılmamış, bi derinlikleri yok, motivasyonları belirsiz, neyi niye yaptıklarını anlamak güç. Filmin başrolündeki kadın karakterlerin filmdeki varlıkları bile sorgulanabilir boyutta, olmasalardı hikayeden ne eksilirdi diye düşünüyor insan. Hiçbirine olmasa dahi en azından katil karakterine özen gösterilip biraz daha derinlik katılabilseymiş bir parça başarı kaydedilebilirdi belki. En azından Kenan İmirzalioğlu'nun başarılı kompozisyonu boşa gitmemiş olurdu, zira kasttaki tek kaydedeğer iş ona ait,bir de yönetmenlik ve senaristlikteki maharetini oyunculukta da sürdürmeye niyetli görünen Sırrı Süreyya Önder'e. Nejat İşler'in filmde esamesi yok zaten, Uğur Yücel'in oyunculuğu da kalibresinin altında bence, batıda millet rolü için 20-30 kilo verirken Uğur Yücel'in son birkaç yıldır rol aldığı her yapımda aşırı kilolu olması da ayrı bir tartışma konusu.

Filmin tanıtımında çok ön plana çıkarılan fransa patentli aksiyon sahneleri de lüzumsuzluk timsalinden öte bir anlam ifade etmiyorlar, hatta false advertising gibi bir durum da söz konusu olabilir, zira öyle bir yoğun aksiyon sahnesi yok, olanlar da filmin hikayesi içinde çok eğreti duruyorlar, çekmiş olmak için çekilmiş gibi bir halleri var. Filmin az sayıdaki artılarından biri atmosfer kurmada belli ölçüde bir başarı sarfedilmiş olması, mekan tasarımları yerellikle neo noir estetiği sentezlemeyi başarmış. Onun dışında geriye kalan bir avuç hayal kırıklığı. Polisiye - seri katil - kara film türünde iyi bir yerli film izleme umudumuz artık başka bahara kaldı. Uğur Yücel'in yönetmenlik hususundaki zikzaklı çizgisi devam ediyor. Karanlıkta Koşanlar'ı bitirdikten sonra yaptığı Yazı Tura ile çok sıkı bir ilk filme imza atan yönetmen, gene senaryosunu kendi yazdığı Hayatımın Kadınısın ile çıtayı baya düşürmüştü. Bu filmdeki performansı da filmi batıran noktalardan biri. İlerde ilk dönem işlerinin kaliteine yaklaşabilecek mi görücez.

Salı, Ocak 19, 2010

Allah'ın Belası, Olmaz Olası Filmler - 1: Salò, or the 120 Days of Sodom

Bu basit bir kötü filmler listesi değil. Bu filmler, izlediğimde bende vakit kaybından da öte ciddi bir hata yapmışlık/günah işlemişlik, sinemaya hakaret ve bazıları hatra geldikçe tiksinme hissi uyandıran filmler. Bunların bazılarını izledikten keri cdlerini parçalamışlığım da vakidir, o derece travmatik bi deneyimdi yani. Gayrı paylaşma vaktidir, buyrun:



Marquis de Sade isimli edebiyat tarihin en sapık saçma figürüne ait aynı isimli kitabın Pier Paolo Pasolini isimli başka bir rahatsız hastalıklı karakterce yapılmış film uyarlaması. Hayatımda izlerken de izledikten sonra da midemin bu denli bulanmasına neden olan ikinci bir film yok. Sidik içme, bok yeme, homoerotik seks sahneleri, tecavüz, işkence, kafa derisi yüzme, dil kopartma vs. daha bir dolu iğrençlik. Ben mide sağlamlığı söz konusu olduğunda ortalamanın üstünde bir adam sayılırım, hatta bu anlamda sert filmleri severim de. Fakat bu filmdeki sahneler tasarlanışları ve sunumları ile o kadar beyin tahriş edici ki, filmin yegane gayesinin izleyicinin ruhsal ve zihinsel olarak ırzına geçmek olduğu aşikar. Kitabın insanların özünde iyi olduğuna dair felsefelere, filmin de faşist sistemlere karşı bir eleştiri olduğu söylenir ama bunların hepsi entel zırvalardan ibaret. Film güya perdede faşistleri tefe koyuyor ama en büyük faşizanlığı seyircisine uyguluyor. Sinema tarihinde ağzının ortasına sansürü çakmayı bundan daha çok hak eden bi film yoktur belki de.


Bu kadar attık tuttuk çuvaldızı da kendime batırmadan çekilmiyim sahneden. Ben bu filmin ne bok olduğunu izlemezden evvel biliyodum esasında, kestirebiliyodum daha doğrusu. Ama işte nedir ne değildir falan diyerekten merakım mantığıma galebe çaldı, yedik bi halt... Boşuna dememişler insanın başına ne gelirse ya meraktan ya "meraktan" diye...(Bu arada Michael Haneke de bu filmi favori filmleri arasında yadetmiş, gözümde az buçuk bi karizması vardı onu da heder etmiş oldu böylece)

Pazar, Ocak 10, 2010

Galaksideki En Tehlikeli Yaratık; İnsan



District 9 Neil Blomkamb’ın ilk sinema filmi. Peter Jackson’ın yapımcılığında gerçekleştirilen filmin yönetmeni, ilk başta gene Jackson’ın yapımcılığını üstlenmesi planlanan “Halo” oyununun sinema uyarlaması için düşünülmüş, o proje iptal edilince Blomkamb’ın kısa filmi “Alive in Joburg”tan uyarlanan District 9’ın gerçekleştirilmesine karar verilmiş. Kısa filmde bir uzay gemisinin Johannesburg semalarında zuhur etmesine insanların ilk tepkilerini konu edinen yönetmen, “D9”da bu durumun 20 yıl boyunca sürmesi halinde nasıl bir hale bürüneceğine dair bir fikir teatisine gitmiş ve ortaya çok ilgi çekici bir sonuç çıkmış.

Aradan geçen 20 yılın ardından, gemilerinin bozulması hasebiyle dünyadan ayrılamayan uzaylılara, District 9 adı verilen bir bölgede sığınma hakkı veriliyor ve zaman içinde bu bölge gettolaşıyor. Haliyle artan suç düzeyi, şehir halkının süre zarfında pekişmiş “yabancı düşmanlığı” gibi faktörlerin etkileriyle uzaylıların bu bölgeden görece daha güvenli bir bölgeye tahliye edilmelerine karar veriliyor. Film işte bu kararın alınmasından sonraki süreçte yaşanmış beklenmedik gelişmeleri konu edinen bir belgesel gibi başlıyor. Tahliye işini yürütmekle görevlendirilen Mikus van de Merwe’ye odaklanan kamera bir yandan onun D9’daki mesaisini takip ederken bir yandan da çeşitli uzmanların görüşlerini aktararak içinde bulunulan durumun altyapısı hakkında gerekli verileri seyirciye aktarıyor. Filmin belli bir yarısını kapsayan bu mockumentary, hatta geçende bir eleştirmen tarafından daha doğru bir şekilde ifade edildiği üzere fauxmentary (sahte belgesel) bölüm, filmin ele aldığı konu ve bu konuya yaklaşımı itibariyle cuk oturan bir anlatım tercihi.



Anaakım sularda gezinen bir konuyu mütemadiyen sallanan bir kamera eşliğinde ele alma hali olarak –kabaca- özetlenebilecek belgeselci anlatım tarzı, Paul Greengrass’in “Bourne” serisindeki muazzam başarısı sağolsun, sıkça karşımıza çıkar oldu. Bu sıklığın getirdiği bir bunalma haline, bu tarzın alameti farikası olan kamera kullanımı neticesinde ortaya çıkan yorucu - bazı sahnelerde neler olup bittiğini takip etmek cidden güç bir hal almakta - film izleme süreci de eklenince, çok da filmin hayrına işlemeyecek gibi duran bu anlatım tercihi, filmin bütünü ele alındığında olabilecek en uygun tercih halini alıyor. Bunun en önemli nedeni, filmin “dünya uzaylıların zorunlu durağı olsa nasıl olurdu” sorusuna dair bir kurmacadan ziyade bir “öngörü” niteliğinde oluşu. Filmden çıkıp izledikleriniz üzerine düşündüğünüzde “böyle bir olay gerçekten meydana gelse muhtemelen bunlar olurdu” sonucuna varmanızı sağlayacak derecede güçlü bir yapıt var karşımızda. Özellikle ana karakterin uzaylıların barınağında bulduğu sprey tarzı maddeye maruz kalması sonrası gelişen süreç, filmin temel savlarını en güçlü şekilde vurgularken, insan doğası üzerine şahane bir incelemeye dönüşüyor. Uzaylılarla ilişkileri yürütme niyetiyle kurulmuş olan, ama asıl gayesi uzaylıların teknolojisini, özellikle silah teknolojisini ele geçirmek olan - uzaylılar genetik bazlı silahlar kullanıyorlar, silah sadece bir uzaylının elindeyken ateş alıyor – MNU isimli kuruluşun bir çalışanı olan Mikus, o meşum olay neticesinde çalıştığı kurumun inceleme konusu haline geliyor. Zira maruz kaldığı maddenin etkisiyle yavaş yavaş bir uzaylıya dönüşen Mikus, MNU’nun arayıp da bulamadığı, hem insan hem uzaylı DNA’sına sahip bir “melez”, uzaylıların silahlarının kullanabilmesini sağlayacak bir hazine halini alıyor. Mikus'un üzerinde yapılan çeşitli araştırmaların sergilendiği bölüm, istedikleri şeyi elde etme yolundaki hırsları neticesinde resmen gaddarlaşan insanoğlunun neye dönüşebileceğine, ya da belki daha farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse aslında gerçekte ne olduğuna dair, insanlar için asıl korkulması gerekenin bir yabancı saldırısından ziyade insan doğasının bizzat kendisi olduğunu vurgulayan, gayet iyi işlenmiş bir sekans. Filmin en özgün taraflarından biri olan mekân olarak Güney Afrika'yı seçme tercihi, kimi kaynaklarda filmin bir apartheid rejimi alegorisi olarak algılanmasına sebebiyet verdi ki çok yersiz bir çıkarım da sayılmaz. Fakat film, ele aldığı yabancı düşmanlığı ve bunun neticesinde ortaya çıkabilecek cinnet hali gibi temalarıyla, aynı zamanda bir 11 Eylül alegorisi olarak da okunabilecek donanıma sahip. Ana karakter Mikus’tan tutun da ordu mensupları ve sivil halka kadar uzanan, filmde karakterlerin aşağılama amaçlı kullandıkları ifadeyle “karides”lere yönelik bu tabiri caizse zıvanadan çıkmışlık durumunu yansıtmaktaki başarısı neticesinde film, aslında tür olarak “insan”a dair o kadar temel saptamalar içeriyor ki, içerdiği göndermeler tüm insanlık tarihine bile mal edilebilir.



Filmin sahte belgeselden oluşmayan kısımları aksiyona ayrılmış ve bazı kaynaklarda filmin çok fazla aksiyon sahnelerine yaslanmadığı söylense de, özellikle Mikus’un MNU’nun tesisinden kaçtığı bölüm sonrasında hatırı sayılır ölçüde hareketli sahne mevcut. Bu sahneler de görsel tercihleri itibariyle filmin bütüncül yapısıyla uyumlu, seyirciyi etkilemektense tüm karmaşaya ortak etmeyi amaçlayan bir niteliğe sahip. Makul bir bütçe ile çekilen filmin, bir diğer artısı böcekler temel alınarak gerçekleştirildiği aşikâr olan uzaylı tasarımları, uzay gemisi vb. özel efektlerin filmin tüm o haber-belgesel programı gibi hazırlanmış yapısına başarıyla yedirilmiş olması.

Neticede senenin ve belki de 2000li yılların en iyi filmlerinden biri olan “District 9” bilim-kurgu sinemasına taze bir soluk getirirken, uzun zamandır muzdarip olduğumuz iyi film açlığını da gidermemize yardımcı oluyor.



Hollywood’da Müslüman Betimlemeleri: The Siege Vs.Traitor


Arapların ve genel olarak Müslümanların betimlenme biçimi Hollywood’daki en büyük stereotipilerinden biri. Edward Said’in genel hatlarla çerçeveleyerek bizlere aktardığı oryantalist bakış açısının günümüzdeki en iyi örneklerini Amerikan film sektörü veriyor olsa gerek. Kevin Costner’ın “Robin Hood”undaki Morgan Freeman tarafından canlandırılan Emevi “Azim” karakteri gibi bir iki nadir örnek dışında (ki o karakterin de Suudi Arabistan’ın Körfez savaşındaki desteği sonrası ağızlarına bir parmak bal sürmek amacıyla oluşturulduğu söylenir) genelde Hollywood filmlerinde Müslümanlar Araplarca temsil edilir, hep terörizm, savaş, işkence gibi olgular çerçevesinde hikâye edilir.

Bunun en muhtemel sebebi petrol mevzusunu bir kenara koyarsak Amerika’nın ve genel olarak batının Müslüman toplumlarla ilişkisinin bu gibi olaylarla bezeli olmasıdır. Burada sadece Amerika tarafından uygulanan bir savaş ve işkence ortamı kastedilmemektedir, söylenmek istenen Arapların batı toplumlarında hep savaş ve bunun türevi durumlarla gündeme geldikleri ve ortalama bir batılının Araplara ve Müslümanlara yönelik algılamasının daha başka bir şekilde şekillenmesinin pek olası olmadığıdır. Hele bir de yüzyıllara dayanan oryantalist altyapı da hesaba katıldığında durum daha da bir kaçınılmaz hal alır. Nispeten olumlu bir karakter olarak resmedilen “Lost” dizindeki Sayid karakteri bile işkence ve savaş suçları gibi unsurlarla bezeli bir geçmişe sahip olarak tasarlanmıştır. Karakterin göreceli olumluğu da bir post 9/11 etkisi olarak ele alınabilir. Zira 11 Eylül hadisesi birçok açıdan olduğu gibi ele aldığımız konu açısından da bir dönüm noktası teşkil etmektedir.




Amerikan halkı için o tarihe kadar kendi aralarında didişen kavimlerden ibaret olan Arap toplumları 11 Eylülden sonra Amerikan yaşam tarzına yönelik en büyük tehdit olarak servis edilmeye başlandı. Akabinde gelişen Afganistan ve Irak’a yönelik işgallerle birlikte Ortadoğu meselesi Amerikan halkının gündelik meselelerinden biri haline geldi. Bu iki yönlü bir etki oluşturdu; birincisi Ortadoğu’ya ve Müslümanlara yönelik hâlihazırda mevcut olan önyargılar pekişti, bir bakıma sağlaması alınmış oldu (Bkz. The Kingdom). Bunun aksi yönde oluşan etki ise bu denli tehlikeli addedilen bu kültürü anlamaya çalışma şeklinde hasıl oldu. Bunun Hollywood’daki tezahürüne ise nihayet bu yıl şahit olabildik; komedi filmlerindeki performansıyla tanınan Steve Martin’in bir fikrinden yola çıkarak senaryolaştırılan Jeffrey Nachamonff yönetimindeki “Traitor”.



Filmi tekil olarak ele almaktansa 11 Eylül’den üç yıl önce çekilmiş ve sadece zamanlamasıyla dikkat çekici bir yapım olan “The Siege” isimli filmle karşılaştırmalı olarak ele almak daha doğru olacaktır. “The Siege” filmi çoğu Filistinli Arap teröristlerin Amerika’yı sarsan terör eylemlerini konu eder. Filmdeki teröristler çoğunlukla fiziksel olarak gösterilmez, eylemleri itibariyle filmde yer alırlar. Özellikle otobüs bombalama sahnesinde etkileri doruğa ulaşan bu anlatım tercihi teröristlerin insanlardan müteşekkil bir topluluk olmaktan ziyade “saf kötülük”ün birer temsilcisi gibi tasvir edilmesine yol açmaktadır. Filmin temel savı Amerikan gizli servislerinin Ortadoğu’daki alengirli işlerinin faturasını bir gün Amerikan halkının ödeyeceğidir. Arap teröristlere bomba yapmayı zamanında Amerikalı ajanlar öğretmişlerdir, kendi güdümündeki yöneticileri iktidara getirmek için bunları maşa olarak kullanmış, işleri bitince de onları harcamışlardır. Kandırıldıklarına inanan teröristler de bunun bedelini ödetmek için saldırılarını Amerika’nın kalbine yöneltmeye karar vermişlerdir. Hikâyedeki Müslümanların işlevi bundan, yani orta doğuda ya da ABD’de terörist eylemler düzenlemekten ibarettir (Beyrut asıllı Şii FBI ajanı bu noktada istisna sayılabilir gibi görünse de bu karakterin hikâyeye politik doğruculuk maksatlı eklendiği aşikardır). Ordunun bir nevi yasal darbe yaparak yönetimi ele alması ve teröristlerin profiline uyan tüm şüphelilerin bir toplama kampına alınmasıyla nispeten ilginç bir görünüm kazanan ve daha insaflı bir yapıya bürünür görünen film, bir teröristin işkence yapılarak sorgulanması esnasında Denzel Washington’ın Bruce Willis’ce canlandırılan komutana attığı tiratla (“böyle yaparsak ‘onlar’ kazanır”) tekrar eksenine oturur. Film ordu komutanın yasalara aykırı hareket etmekten tutuklanması ve teröristlerin elebaşının öldürülmesiyle son bulur. Başta da söylediğimiz gibi sadece zamanlamasıyla ilginç bir film olan “The Siege” IMDB sitesinde yer alan bir bilgiye göre 11 Eylül sonrası DVD’si en çok kiralanan filmlerden biri olmuştur.



“Traitor” da ilk bakışta benzer tarzda bir film görüntüsü vermektedir. Ortadoğu merkezli bir terör örgütü ve giriştikleri eylemler, örgüte yeni katılan bir bombacıyı merkeze alarak anlatılır. Don Cheadle tarafından canlandırılan başkarakter Samir, filmin benzerlerinden ayrıldığı noktayı teşkil eder. Baba tarafından Sudanlı olan Samir, 12 yaşındayken babasını bir bombalama olayıyla kaybedince ABD’de büyümüş, orduya katılmış ve bomba uzmanlığı edinmiş bir Müslüman’dır. Ordudan ayrıldıktan sonra ABD’de yaşamını sürdüren Samir, günlük ibadetlerini ifa etmesinin bazı meslektaşlarını rahatsız etmesi sonucu sudan bir gerekçeyle işinden uzaklaştırılır. Filmin ilk yarısı Samir’in hikâyesinde bu noktadan sonrasının Samir’in radikalleşmesiyle sonuçlandığı yönünde bir izlenim uyandırır zira Samir, bir terör örgütüne bomba satarken FBI’ce tutuklanır, hapishaneye atılır, bomba sattığı örgütçe hapishaneden kaçırılır ve bu örgüte katılarak bombalama eylemleri gerçekleştirmeye başlar. Filmin ikinci yarısında Samir’in ABD gizli servisince bu örgütlerin içine yerleştirilen bir ajan olduğunu öğrenmemizle hikâye farklı bir hüviyete bürünür. Bombalama yapacağı yerleri önceden bildiren Samir, hiçbir can kaybının olmayacağına dair garanti alsa da eylemin birkaç masum insanın ölümüyle sonuçlanması üzerine üstlendiği görevi sorgulamaya başlar. Kendisi sebep olduğu ölümlerle alakalı suçluluk duyarken kendisinden devam etmesinin istenmesi üzerine gizli servisle de bağlarını kopartma noktasına gelen Samir, görevlendirildiği yeni bir eylemde gerçek bombalar kullanmak durumunda kalacaktır. Filmin finalinde Samir örgütün üst düzey yöneticilerini öldürür, planlanan bombalama da Samir’in yaptığı bir hamleyle ölçeği küçültülmüş olsa da gerçekleşir. Bu olay sonrası FBI’ce tekrar kendileri için çalışması yönünde teklif alan ve teklifi reddeden Samir’in camide ibadet görüntüleriyle film sonlanır.



Başta da belirttiğimiz gibi filmin ayrıksı yönünü teşkil eden Samir karakteri, bir Hollywood filminden beklenmeyecek biçimde derinlemesine işlenmiş bir Müslüman figürdür. Hem FBI’ın hem de terör örgütünün Samir’in geçmişi ile ilgili eşzamanlı araştırma yaptıkları bölüm senaristlerin başkarakterlerini ne derece iyi tasarladıklarının bir göstergesidir. Bunun yanı sıra filmde Samir’ce sarf edilen bazı replikler İslam’a dair öyle ince ayrıntıları barındırmaktadır ki yüzde doksanı Müslüman kabul edilen ülkemizde dahi birçok insanın bahsi geçen ince noktalardan bihaber olması muhtemeldir. Don Cheadle’ın üst düzey oyunculuğunun da iyi tasarlanmış senaryoya eklemlenmesiyle Samir kendi doğruları olan, bu doğrulardan güç alan, bu doğrular ışığında yaşamaya çalışan ama bu yolda yürürken iyi amaçlar uğruna çok yıkıcı sonuçlar verecek hatalar da yapabilen, etten kemikten, canlı bir insan hüviyetine bürünmüştür. Guy Pearce’ın canlandırdığı FBI ajanı aracılığıyla film ‘politically correct’ sulara yelken açar gibi olsa da “Traitor” ele aldığı meseleyi iyi irdeleyen ve derdini dramatik bir hikâye örgüsüyle ve yeterli bir sinema duygusuyla seyirciye aktarabilen bir film olmuştur. Neticede 2008’in en nitelikli yapımlarından biri olan film, ne yazık ki bu tarz diğer filmlerin akıbetine maruz kalmış, hak ettiği ilgiyi görmemiştir.



A Time To Kill


Joel Schumacher biraz hakkı yenen bir yönetmen. Başlangıcı 70’lerin ortalarına dayanan yönetmenlik kariyeri boyunca ‘8mm’ ve ‘Phone Booth’ gibi başyapıtlara ve daha birçok kalburüstü filme imza atmış olmasına rağmen hala birçok sinemaseverce ‘Batman’ serisini paçavra eden adam olarak hatırlanması üzücü. Belki de bu yüzden iki ‘Batman’ filmi arasında çektiği ‘A Time To Kill’, hak ettiği ölçüde dikkat çekmemiş olabilir.

Film bir John Grisham uyarlaması. Gene Schumacher’in elinden çıkma ‘Client’ dışında diğer birçok eseri Coppola,Pakula, Altman gibi önemli isimlerce sinemaya uyarlanmış yazarın özellikle 90’larda tavan yapmış olan popülaritesi 2000’lerde biraz durulmuş gibi görünüyor. Filmin hikâyesi ırkçılık konusunda sabıkalı bir geçmişi olan Amerika’nın güney eyaletlerinden birinde, Missisippi’de geçmekte. Samuel Jackson tarafından canlandırılan fabrika işçisi Carl Lee Hailey’nin 10 yaşındaki kızı Tonya marketten eve dönerken iki ırkçı beyaz tarafından tecavüze uğrar, dövülür, olabilecek en iğrenç şekilde aşağılanır.



Bu suçu işleyenlerin Amerikan mahkemeleri tarafından cezalandırılmayacağına kendini inandıran Hailey, adaleti kendi elleriyle uygulamaya karar verir ve duruşmaya geldikleri sırada iki suçluyu öldürür. Yapımın bundan sonrası mahkeme sürecini işler. Film ilk bakışta ırkçılık bazlı basit bir vigilante vakası ve buna dayalı olarak ilerleyen bir mahkeme filmi gibi görünmektedir. Ama bu basit yargı cümlesini aşan katmanlı bir yapıya sahiptir. Film ırkçılık hususundaki tarafını belirtmiştir, bu nedenle tarafların betimlenmesinde belli bir karikatürizasyon söz konusudur. Güneyli insanların siyahlara olan nefretinin kökenlerini çok da irdelemeyip bu karakterleri bu hal üzere resmetme şeklinde ortaya çıkan bu durum ‘Ghost of Missisippi’ gibi ırkçılık temalı birçok filmde ortak bir paydadır. Filmin ırkçılık olgusunu bu biçimde, tabiri caizse geçiştirmesindeki esas nedense, seyircinin dikkatini başka bir noktaya çekmek istemesinden kaynaklanmaktadır.

Film, en başından beri Hailey’nin, yani kendi başına adalet tesis etmeye çalışan karakterin tarafını tutmakta. Kurduğu dramatik yapı seyircisini yoğun bir biçimde bu karakterle özdeşleşmeye yöneltiyor. Vigilante filmleri genelde liberal beyinleri ürkütür, filmde konu edilen bireysel adalet fikri çoğunlukla faşizan olmakla suçlanır. Burada yapılan da genel olarak bu tarz diğer filmlerden farklı görünmüyor ilk bakışta. Ama filmin bizi başkarakterle bu derece yoğun bir biçimde özdeşleştirmesinin sebebi, onun haleti ruhiyesini en iyi şekilde kavramımızı, bu karakterin niye böyle bir eyleme giriştiğini anlamamızı istemesi. Hailey’nin hareket noktası küçük kızına reva görülen iğrenç şeyler değil. Onu harekete geçiren şey, kızına yapılanların adalet sistemi tarafından cezalandırılmayacağına olan inancı.



Bu ayrıntı, entelektüel kesimlerce çoğunlukla tu kaka edilse de genel seyirci kitlesince benimsenen vigilante filmlerinin düşünsel arka planını anlamak için de önemli bir nokta. Bu filmlerde ana karakterler asıl olarak adalet sisteminin işi olan suçu cezalandırma görevinin sistemce tam olarak ifa edilmemesi üzerine harekete geçmektedirler. Hukukun temel görevinin adaleti sağlamak, kasıtlı olarak işlenmiş suçlara caydırıcı cezalar vermek, toplumdaki diğer fertlerin bu durumdan ‘ibret’ almasını sağlamak ve suç işlemenin önüne geçmek olduğu düşüncesindeki vigilante filmleri, merhamet-adalet ikileminde tavrını adaletten yana koyar, yargı sisteminin asıl sorumluluğunun bu olduğunu hatırlatır. Yani genel olarak tüm o kişisel şiddetin arkasında daha adil bir yargı sistemine olan ihtiyaç ifade edilir. ‘A Time To Kill’i diğer vigilante filmlerinden ayıran nokta, meselesini daha derli toplu ve nitelikli bir biçimde ele alması ve aynı zamanda ırkçılık, önyargı gibi başka meselelere de eğilebilmesidir.

Hollywood’un ünlü kalemlerinden Akiva Goldsman tarafından yazılan senaryonun en dikkat çekici tarafı sağlam matematiği. 140 dakikalık süresi boyunca film bir saat gibi işlemekte. Bunda senaryo kadar hiçbir sarkma göstermeden ilerleyen kurgunun payı da yadsınamaz. Schumacher’in buradaki yönetmenliği ‘Phone Booth’daki gibi stilist bir yapıya sahip değil, daha ziyade hikayeye hizmet etme amaçlı bir işçilik söz konusu. Öykü perdede akarken yönetmenin dokunuşuna çok şahit olmuyorsunuz ama özellikle siyahlarla beyazlar arasındaki sokak gösterileri gibi belli başlı bazı sahnelerde kendini belli ettiği söylenebilir. Filmin en önemli kozlarından biri olan Matthew McConaughey, Sandra Bullock, Samuel L. Jackson, Kevin Spacey, Ashley Judd, baba-oğul Sutherland’ler ve Patrick McGoohan’dan müteşekkil oyuncu kadrosu bile filmi izlemek için başlı başına bir neden.


Armored


Vacancy'nin yönetmeni Nimrod Attal'ın yeni filmi, para transferinde zırhlı araçları korumakla görevli bir grup güvenlik elemanını konu ediniyor. Bu elemanlar hayli yüklü bir paranın nakli için görevlendirildiklerinde niyetlerini bozup o parayı iç etmek amacıyla bir plan hazırlıyorlar. Plana göre parayı yürütüp üstlerine saldırıya uğradıklarını söyleyecekler,ama tabi hiçbirşey planlandığı gibi gitmiyor.

Armored basit bir hikayeye sahip,bu basitlik ekonomik kullanılmış dialoglarına da sirayet etmiş durumda. Film niyetini en baştan açık edip, vaat ettiği aksiyonu sunmakla ilgileniyor daha ziyade,daha doğrusu başta çıkış noktası buymuş gibi duruyor ama varış noktası biraz rotanın dışında kalıyor. Film soygun fikrine başta karşı çıkan ama sonra evine el koymak isteyen banka ve ebeveynleri öldükten sonra ilgilenmek durumunda kaldığı kardeşinin vesayetini almak isteyen sosyal yardım görevilerinin etkisiyle ekibe katılan Irak savaşı gazisi Ty vasıtasıyla sade hikayesi içinde Amerika'nın herhalde mevcut en büyük iki problemi olarak görülebilecek Irak savaşı ve ekonomik kriz üstüne bir iki kelam etmeye çalışıyor,üstelik başarıyor da. Zira -Ty rolündeki Columbus Short'un başarılı oyunculuğunun da katkısıyla- filmin protaganisti konumundaki bu adamın niye diğerleriyle bir olup böyle bir işe kalkıştığını anlayabiliyor,adamı yargılamıyorsunuz. Film karakterin içinde bulunduğu şartları seyirciye başarıyla aktarıyor. Aynı eforun diğer karakterler için sarfedilmemiş olması filmin çapı itibariyle anlaşılabilir olsa da, Matt Dillon,Jean Reno, Laurence Fishburne, Skeet Ulrich, Amaury Nolasco ve Milo Ventimiglia'dan müteşekkil şahane kastın yeterince kullanılmamış olması gibi bir durumu da beraberinde getiriyor bu.


Filmin asıl sorunu ise olayın aksiyon boyutuna odaklanmada ortaya çıkıyor. Giriş ve gelişme bölümleri başarıyla atlatıldıktan sonra hareket ve temponun tavan yapması gereken son yarım saatte film tembelleşiyor, ritmini kaybediyor, biraz yavan kalmış bir finalle de noktayı koyuyor. Elindeki kozlarını mümkün olduğunca iyi kullanmışken son vuruşta isabet sağlayamamış olması Armored'ın eksi hanesine hanesine yazılıyor. Bunun ötesinde hepsi birbirinden sağlam aktörlerden kurulu kadrosu ve izlediğim en iyi araba kovalamaca (bu film için daha doğrusu kamyon kovalamaca!) sahnelerinden birine sahip olmasıyla film iyi vakit geçirtmeyi vadeden sağlam bir seyirlik.