Pazar, Şubat 28, 2010

Avatar


"Avatarmania" almış başını yürümüş durumda. Altın Küreyi aldı, Oscara talip, muhtemelen onu da alacak. Her ne kadar 3D biletleri normalden pahalıya satılıyo olsa da gelmiş geçmiş en çok küresel hasılata sahip film payesini almış durumda. James Cameron filme girişirkenki hedeflerine ulaşmış olduğunu düşünüyordur heralde; ödüller, hasılat... Ama gene de seyirci olarak bize düşen şöyle bir geri çekilip kaldırdığı tozun dumanın ardından filmin meziyetleri ve zaafiyetleri üstüne bir nebze kafa yormak.

James Cameron "Titanic" sonrası mesaisini bu filmi çekmesini sağlayacak teknolojiyi geliştirmeye adadı. Başka kurmaca filmle uğraşmadı, sadece yeni çekim tekniklerini test etmesini sağlayacak bir iki denizaltı belgeseli çekti, en nihayetinde "Avatar"ı gerçekleştirebilecek seviyeye erişildi. On yılı aşkın bir zamana yayılan bu pre-production sürecinin ardından elde edilen sonuç beklemeye ve zahmete değdi mi?...

Ortaya çıkan filmin kötü bi iş olduğunu söylemek insafsızlıksız olur. Verilen emeği her karesinde yansıtan, özenli bir çalışma olmuş. Ama vaat edildiği gibi yada beklenildiği gibi devir açıp devir kapayacak bi yapım mı karşımızdaki? Açıkçası değil bana göre. Gözlük takmak suretiyle film izleme durmunu halihazırda çok çekici bulmamakla birlikte üç boyutlu film izleme deneyimi, bir iki sahne haricinde bende çok da heyecan dalgası yaratmadı doğrusu. Alışma evresini atlattıktan sonra klasik bi film izleme deneyiminden çok da ayrıksı bir niteliği olmadığını düşündüm hatta. Hadi tüm bunların benim algılama sistemimle alakalı problemler olduğunu söylesek bile, görsel gücüyle seyirciden ilgi talep eden bir filmin gerçekten üç boyutlu olmaya ihtiyacı var mı, ya da ne derece var? Farzı misal "Lord of The Rings" üçlemesi, "Avatar"dan çok daha güçlü ve etkileyeci bir film bu manada, halbuki bildiğin en-boydan ibaret bi dünyası var. Olay filme ekstra boyutlar eklemekte değil, elinizdeki sahneleri ne derece iyi tasarlayıp görüntüye aktarabildiğinizde. LOTR üç boyutlu çekilmiş olsaydı daha etkileyici olur muydu?..belki. Ama filmin gücü mevcut haliyle sahip olduğu kamera arkası işçilikte gizli, yeni teknolojik oyuncaklarda değil.


Bu noktada olay Cameron'ın yönetmenliğine bağlanıyor. Sinema alemine "Terminator" gibi bir fenomeni armağan etmiş bu adamın yeteneğini sorgulamak biraz haddimizi aşmak olsa da hikayeciliğine dair bir iki çift laf etme özgürlüğüne sahibiz heralde, en azından "Avatar" bu hakkı bize otomatik olarak veriyor. Cameron öyle çok çetrefilli senaryoların insanı değildi zaten bana göre. En büyük eseri olan "Terminator" seriyalinde  bile, üzerine çok şey bina edebilecek bir altyapı kurmayı başarmış olsa da, sade bir kaçma kovalamaca öyküsü anlatıyordu. Bu yargıya "Aliens" da dahil edilebilir.  "Titanic" zaten batan bi gemi fonunda geçen, bizim yeşilçam filmlerinden geri kalmayan bir zengin kız-fakir oğlan öyküsüydü. "Avatar"da anlatılan hikaye ise sade ve basit değil, resmen klişe. "The Last Samurai"ı Japonya'dan al Pandoraya koy, öyle bir durum var ortada. Filmin kör göze parmak çıkış noktası olan Amerika kıtasının istila edilmesi yada Irak işgali hadisesi, hem tarihi gerçekler itibariyle, hem de metafor olarak sayısız filme malzeme olmuş bi olayken bunu mavi derili, üç metrelik yaratıkların olduğu bir gezegene monte ettiğinizde çok da orjinal bişey yapmış olmuyosunuz. Şimdi ortada "Avatar" öncesini ve sonrasını anlatacak yeni projelerin söylentisi dolaşıyor. Bu noktada öngörüde bulunmak çok zor olmasa gerek. Filmin prequeli muhtemelen avatar sakinlerinin son derece barışçıl bir o kadar da kendi hallerinde yaşantılarını anlatırken, biz insancıkların mevcut gezegenimizin canına okuyup bir nevi ikinci orta çağ dönemine kendimi sokmamızı takiben içine edebileceğimiz yeni bir kara parçası arayışımızı konu edinir. Sequel de büyük ihtimalle bu kez daha donanımlı ve dersine daha iyi çalışmış bir biçimde tekrar saldıran dünyalıların istedikleri neticeye ulaşmalarıyla son bulur. Neticide hakikat bu doğrultuda tezahür etti. Fantastik yada bilim kurgu filmler gerçek dünyaya dair realitelerin üstüne yeni bir dünya inşa edebildikleri müddetçe başarılı olabiliyorlar ve bunun yolu yağmur ormanlarını andıran bir doğal ortamda yaşamını sürdüren dinazorvari yaratıklar ve mavi-naviler tasarlamaktan geçmiyor. 


Mevzunun bir de teknolojinin putlaştırılması boyutu var tabii. Sinema dergisinin 15.yıl özel sayısında, zamanında "oyunculardan arınmış filmlerin eli kulağında, ben de böyle bir şey yapmak istiyorum" şeklinde açıklamalar yapan James Cameron'a Burçin S.Yalçın'ın getirdiği çok yerinde bir eleştiri var: "filmlerinde  'teknofobik' mesajlar vermekten sakınmayan ve insanoğluna her fırsatta bu konuda haddini bildiren Cameron'ın iş sanatını icra etmeye gelince teknolojiyi bu denli baş tacı etmesi ilginç ve ayrı bir tartışma konusu". Robert Zemeckis'in de son yıllarda performans yakalama tekniğine lüzumsuz derecede ısrarla yoğunlaşmasını da  hesaba katarsak şu soruyu sormak vacip hale geliyor: bu adamların bu vakte kadar imza attıkları en iyi filmler hangileri? "Geleceğe Dönüş" ve "Terminator". Bu filmleri üzerinden bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen hala aynı keyifle izlenebilir kılan şey teknik özellikleri değil, çok iyi birer hikayeye sahip olmaları ve bu hikayeleri yetkin bi biçimde perdeye aktarabilecek yeteneğe sahip insanlara emanet edilmeleri. Cameron "Terminator 2"de de o dönem için devrim niteliğinde olan özel efektler kullanmıştı, aynı şekilde Wachowski kardeşler de "Matrix" için bullet time gibi yeni ve orjinal efektler geliştirmişlerdi. Ama bu örneklerde gaye hikayenin mümkün olan en tesirli biçimde perdeye aktarılmasıydı. İşin özü de tam olarak burda yatıyor zaten. Teknolojik gelişmeler filmin öyküsüne hizmet etmeli, öyküler teknolojiye değil. Yoksa yeni oyuncaklarınızı sergileyen bi tanıtım filmi çekmekten öteye gitmemiş olursunuz ki "Avatar"daki durum bir parça böyle.


"Avatar"ın teknolojik vasıflarının bu kadar üstüne gidilmesinin arkasındaki halis niyetlerden biri, sinemaya gelen seyirci sayısını arttırmaktı. Açıkçası ortada çok da travmatik bi durum olduğunu düşünmesem de sonuçta webden film indirmenin kolay ve yaygın olması, gişe gelirlerine etki eden bir faktör. Bu manada film, topladığı ilgi kabilinde hedefine ulaşmış durumda. Sektörde de 3D kullanımını korku filmlerinin sınırından çıkarıp büyük bütçeli filmler için de uygulamaya yönelik bi eğilim oluşmuş durumda (gerçi o noktada bi kafa karışıklığı mevcut. Zira Cameron üç boyutlu kameralarla çekim yapılmasını teşvik ediyordu, ama sektöre şu an filmi 2 boyutlu çekip post-prodüksiyonda 3 boyutlu hale getirme anlayışı hakim. Mesela Tim Burton'ın yakında gösterime girecek filmi "Alice"de olduğu gibi, hatta ikisi atıştılar bu mevzu başında). Ama işin cilveli yanı, sinema seyircisini muhafaza etmek için herhangi bir gelişme kaydedildiğinde ev sineması da elini boş tutmuyor, bunu kendi mecrasına uyarlıyor vakit geçirmeden. Üç boyutlu televizyonların geliştirilmesi de bu minvalde bir gelişme. Hayatımızı daha konforlu hale getirme vaadi ve bahanesiyle önüne geçilmesi imkansız bir çığ misali hızla hayatlarımıza nüfuz eden teknoloji, tek yönlü değil gayet çok boyutlu bir biçimde gelişiyor görüldüğü gibi. Bu it dalaşının sonu nereye varır, sinemanın geleceği nereye doğru gidiyor, bir kestirimde bulunmayı ben çok güç buluyorum açıkçası. Sinema salonları hep özel mekanlardır benim gözümde, film izlemeyi daha güzel hale getiren, kendilerine özgü bir atmosferleri olduklarını düşünürüm. Ama ortaya izlenecek bişeyler koyulduğu müddetçe, hangi mecrada sunulduğunun çok da önemi yok galiba. Bu bağlamda "Avatar"ın gösterdiği gayret anlamlı olsa da uzun vadede etkisini sürdüreceğinden şüpheliyim.

"Avatar" sinemada bir milat olarak tasarlandı. Yönetmenin kendi ifadesiyle "...benim kuşağım '2001'i, benden sonraki kuşak 'Star Wars'ı izlediğinde yaşadığı deneyimin bir benzerini günümüz seyircisine yaşatmak istiyorum". Fakat muadili olarak gördüğü bu filmlerin sahip olduğu sinemasal meziyetlere sahip bir film değil "Avatar". Bu sebeple mevcut popülerliğinin rüzgarıyla ilerleyen, layık olduğundan fazla kıymet biçilen bir yapım. Bir on yıl, yada yirmi yıl sonra bu filmlerle aynı kategoride anılacağını zannetmiyorum, daha ziyade anılmaması gerektiğine inanıyorum. Zaman en iyi hakem, neye hükmedecek bekleyip göreceğiz.

Cumartesi, Şubat 27, 2010

The Wolfman


Benicio Del Toro Universal korku filmleri kuşağının önde gelen temsilcilerinden "The Wolfman"in yeniden çevrimini yapacaklarını ilk duyurduğunda,  öncelikle dikkat çeken nokta senaryo hanesinde "Se7en" ve "8mm" in senaristi Andrew Kevin Walker'ın olmasıydı. Kısıtlı sayıda filmin senaryosuna imza atmış olsa da, yeniden yazımına yardımcı olduğu filmler de göz önüne alındığında "en takip edilesi senaristler?" sorusuna verilebilecek ilk yanıt olan yazarın yüzü suyu hürmetine bile radarımıza giren projenin yönetmeni bir yıl sonra belli oldu: çaylak bir kariyere sahip Mark Romanek, sene 2007. Bundan bir yıl sonra Romanek projeden ayrıldı, muhtemelen stüdyo ile işler iyi gitmedi, yerine "Jumanji"nin yönetmeni Joe Johnston getirildi. Gelir gelmez yaptığı iş ise ne hikmetse senaryoyu "Road to Perdition" uyarlaması ile bilinen David Self'e yeniden yazdırmak oldu. Yapım aşamasının laneti burda bitmedi, kasım 2008'de göstreime girmesi planlanan filmin gösterim tarihi önce Şubat 2009'a, sonra nisana, daha sonra da kasıma ertelendi. En son geçen temmuz ayında "Twilight" tufanından yara almasın diye çıkış tarihi bu şubata alındı. Yani çekimlerinin bitiminden nerdeyse iki yıl sonra film gösterime girebilmiş oldu.


Normal şartlarda yapımı bu tarz sorunlara maruz kalan filmler bir şekilde damgalanır, prodüksiyondaki sıkıntılar filme bir defo olarak sirayet eder, çıkan iş çok tatmin edici olmaz. "The Wolfman"de ise sonuç hiç de fena olmamış. Mark Romanek'in filme dönük nasıl bir vizyonu vardı tam olarak bilemesek de iyi bir zanaatkar olarak tanımlayabileceğimiz Joe Johnston'ın iştiraki, filmin hayrına olmuş gibi görünüyor. Başından sonuna sıkılmadan izlenebilen, sürükleyici bi işe imza atan yönetmenin herhalde en olumlu tercihi, "çoluk çocuk da izlesin, filmin gişesi artsın" kaygısı güdüp filmi PG - 13 sınıflandırmasına sokmaya yeltenmemek olmuş. Bi korku filmine yakışır biçimde kanlı, bi kurt adam filmine yakışır biçimde vahşi bi film "The Wolfman". Hollywood'da yaratık makyajı denince ilk akla gelen isimlerden olan, projeyi duyar duymaz kabul eden, zira kendisinin de esin kaynakları arasında filmin uyarlandığı 1941 tarihli klasiği gösteren Rick Baker'ın kurt adam tasarımlarını yaptığı filmin dönüşüm sahnelerinde bilgisayar efektleri kullanılmış. Bildiğim kadarıyla kendisi bunu tasvip etmemiş ama bence ortaya gayet başarılı bi sentez çıkmış. En azından son yıllarda Twilight gibi örneklerde olduğu gibi komple kurt şekline bürümeye yeltenmemişler. Kardeşim "kurt adam" bu, kurt değil! Öyle dört ayağı üstünde hayvanın normalden daha büyük bir versiyonunu peyda etmekle kurt adam çıkmıyo!


Biraz ses, biraz da müzik kullanımının katkısıyla sık sık seyirciyi irkiltebilen "The Wolfman"in, diğer bir takdire şayan yanı da atmosferi. Hikayenin Victoria dönemi İngiltere'sinde geçmesi, mekan tasarımları, puslu gece görüntüleri, etkileyeci ve ürkütücü binaları ile son derece şık bir Gotik film karşımızdaki. Çeşitli düzeltmelere maruz kalmış olsa da filmin sade ve akıcı da bir hikaye örgüsü var. Ekonomik bir diyalog yapısı oluşturulmuş, karakterler fuzuli kelam etmiyorlar, ayrıca dönemine uygun bir lisan kullanıyorlar. Filmin şahane kastı da önemli artılarından biri. Projenin fikir babası ve yapımcısı olan Benicio Del Toro, Anthony Hopkins, Emily Blunt ve bulunduğu her sahneye ağırlığını koymayı başarabilen şahane Hugo Weaving'den müteşşekil kadroyu izlemek keyif veriyor.



Del Toro ve Baker örneğinde olduğu gibi yapım ekibinin projeye olan sevgisinden midir bilinmez, yeni bir korku klasiğiyle karşı karşıya olmasak da beklentileri karşılayan, hatta üstüne de çıkabilen bir film "The Wolfman". Kurt adam figürünü "Twilight", "Harry Potter" gibi serilerden bağımsız, tekrar bir filmin esas yıldızı olarak izletmesi bile önemli bir nokta bence.

Kitlelerin "Ecstasy"si: Din!


Alejandro Amenabar, özelde Kilise müessesiyle, genelde de dinle problemi olan bi adam. "The Others"ın finalinde biz Nicole Kidman'ın canlandırdığı Grace'in film boyunca hayalet olarak ortalarda gezindiğini öğrenirken; Grace de çocuklarına aşılamaya çalıştığı dini inançlarının boş olduğunu, ölümden sonrasının cennet, cehennem yada araf değil, tümüyle bir hiçlik olduğunu farkediyordu. "Mar Adentro"da da Ramón Sampedro kendisini ihtidaya davet eden rahipleri bi güzel azarlayıp postalamıştı. Yönetmen son filmi "Agora"da ise çıtayı bu anlamda biraz daha yükseltip Hristiyanlığın yeni yeni yükselmeye başladığı M.S. 4.yy dolaylarında geçen bir "dini bağnazlıkla cebelleşen bilim insanı" öyküsü anlatıyor.

Rachel Weisz'in canlandırdığı İskenderiyeli Hypatia, 350-415 yılları arasında o dönem Roma İmparatorluğunun hükümdarlığı altında olan İskenderiye şehrinde yaşamış bir matematikçi,astronom ve filozof. Filmde dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğüne dair yaptığı araştırmalar konu edilse de yaptığı bilimsel çalışmalar hakkında çok cüz'i miktarda yazılı belge günümüze ulaşabilmiş. Dönemin valisi ve piskoposu arasında gerilimin esas nedeni olarak görüldüğü için bi grup fanatik hristiyan tarafından evine giderken pusuya düşürülmüş, çırılçıplak soyulup sokaklarda sürüklenmiş ve bir kilisede öldürülmüş. Kimi kaynaklar derisi yüzülüp canlı canlı yakılarak öldürüldüğünü söylese de bu eylemlerin Hypatia öldükten sonra gerçekleştirildiğini söyleyenler de mevcut.


Hristiyanlığın Hz.İsa'dan sonraki ilk 150 yılı yahudi hahamlar ve Roma imparatorluğunun yöneticilerince bu yeni dini benimseyenlerin avlanmasıyla geçti. Daha sonraları daha açıkça tebliğ edilmeye başlanan Hristiyanlık, 313 yılında Roma'nın resmi dini ilan edildi. Zamanında kovuşturmalara maruz kalıp işkence gören İseviler artık avcı durumuna geçerken bu sefer de Hristiyanlıktan önceki geçerli din olan Pagan inancına sahip insanlar av konumuna geldiler. Ömrü bu devir teslim dönemine rast gelen Hypatia da bir Pagandı, onu yönetmen Amenabar için ilgi çekici kılan esas özelliği ise yükselen bu yeni dinin baskılarına rağmen inandığı şeylerden, Paganlıktan ziyade bilimden, felsefeye olan inancından taviz vermemiş olması heralde.

"Agora" hedef tahtasına sadece Hristiyanlığı değil genel olarak tüm dinleri, daha doğru bir ifadeyle din olgusunu koyuyor. Filmin başlarında Hristiyanların küstahlıklarına cevap vermek isteyen Paganlar bu dinin kentteki mensuplarına dönük bi linç eylemine girişiyorlar. İlerleyen bölümlerde Hristiyanlar bi tören için toplanan Yahudileri taşa tutarken, Yahudilerin intikamı da onları bi kilisede punduna getirip aynı şekilde cezalandırmak oluyor. O dönem Roma'da geçerli olan tüm dinler "Agora" nın gazabından nasibini bir şekilde alırken, bir kısmı kuşbakışı çekimlerle aktarılan bu sahnelerde birbirinin üstüne yürüyen, boğazlayan insan yığınları bir böcek sürüsünü andırıyorlar. Burda esas tavır konulan şeyin dinden ziyade dini bağnazlık olduğunu düşünmek, bu film için biraz naif bir yaklaşım. Zira "Agora"da olumlu bir şekilde tasvir edilmiş hiçbir dini figür yok; Paganlarla Yahudilere karşı nötr, bizim "Vurun Kahpeye" filmlerindeki imam karakterlerini andırır tavırlarlara sahip, hırpani görünümlü insanlar olarak betimlenen Hristiyanlara karşı ise resmen antipatik bir yaklaşım benimsenmiş. Bu genel tablo göz önüne alındığında "Agora"nın temel savı dinin insanları birleştirmekten ziyade ayrıştıran bir olgu olduğu ve bu durumun tarihin başlangıcından beri böyle olageldiği yönünde. Her ne kadar benim gözüme saplantılı biri gibi görünse de filmdeki yegane erdemli ve aklı başında insan olarak gösterilen Hypatia karakterinden de anlaşılabileceği üzere filmin dine ikame olarak tavsiyesi bilim ve felsefe.
Bir insanın tanrı ve din inancına karşı tavır almasında yanlış bir şey yok, herkes sahip olduğu ömrü istediği şekilde düşünerek geçirebilir. Yalnız bu düşüncelerinizi bir sanat eserine dökmeye yeltendiğinizde, asıl olarak yapmaya çalıştığınız şeyin sanat olduğunu unutmamak, öncelikle o disiplinin inceliklerini gözeterek yola çıkmakla mükellefsiniz, aksi takdirde ortaya koyduğunuz şey propaganda niteliğinden öteye geçmez. Alejandro Amenabar "The Others"da yaptığı gibi düşündüğü ve inandığı şeyleri şık bir hikaye örgüsü ve sinema diliyle ifade ettiği müddetçe diyecek bi lafımız olamaz, anca şapka çıkarırız. Fakat "Agora"da yaptığı gibi ele aldığı meselelere karşı sığ, yüzeysel ve yer yer nefret dolu yaklaşımını kör göze parmak bir şekilde aktarınca insan ister istemez bir tavır alma gereğini hissediyor, özellikle konu insanların hayatlarını anlamlandırmada kıstas aldıkları din gibi bi husus olunca. Öz itibariyle semavi bir din olan Hristiyanlığın sonradan kurumsallaştırılmış versiyonu olan kilise müessesi, sabıkalı tarihinden ötürü şahsen bana da hiç sempatik gelmemiştir. Dini bağnazlığın ve yobazlığın insanlara neler yaptırabileceğine, toplumları nerelere sürükleyebileceğine dair sırf kendi ülkemize bakarak gene fikir edinebiliriz. Fakat bir inanç sistemini sadece tek ve olumsuz bir boyutuyla ele alıp yargılamak, o inanç sistemine ve bunun takipçilerine karşı yapılan bir haksızlıktır, bir çürük tahta için koca evi yakmış olursunuz. Ridley Scott'ın "Kingdom of Heaven"ı da temelde "ne kadar az din, o kadar çok huzur" gibi bir söyleme sahiptir, dini histerinin şuursuz davranışlar yapmaya sürüklediği yığınları konu edinir. Ama bunun yanısıra, dinleri sadece güç, iktidar vs. şeyler için kullanıp başkalarını bu doğrultuda manipüle eden insanların yanında sadece kendisine verilen zamanı kendince daha iyi değerlendirmek için inanan, bunda herhangi bi çıkar, menfaat yada beklenti gütmeyen karakterlere de yer vererek olayın farklı boyutları olduğunu da belirtmiş olur. "Agora" ise bunun tam tersi istikamette bir seyir izleyip dinleri yaftalamakla meşgul oluyor.


Teknik özellikleri itibariyle bakıldığında sağlam bir film var karşımızda. Malta'da inşa edilen setler çok başarılı, o dönemin havasını resmen size solutuyor. Herkesin İngilizce konuşması durumunu göz ardı ettiğinizde tabii...Bu noktada Mel Gibson'ın dehasını bir kez daha takdir etmemek elde değil. Bir tarihi filmde karakterler dönemin ve toplumun konuştukları dili kullanmadıkça "o an orada olma" hisssini seyirciye tam olarak aktarmak kabil olmuyor. Amenabar'ın Mateo Gil ile beraber yazdığı senaryo tarihi olayları dramatik örgüsüne başarılı bir biçimde yediriyor. Rachel Weisz'in standart bir performans sergilediği filmde esas parlayan erkek oyuncular. Özellikle Max Minghella ve Rupert Evans'in dikkat çektiği kastın gizli yıldızı ise Ashraf Barhom, muhtemelen Eşref Barhum diye okunuyordur. Arap kökenli bir İsrailli olan aktör - kendisini melez olarak nitelendiriyormuş- ilk olarak "Paradise Now" ile dikkat çekmiş, "The Kingdom" ile uluslararası yapımlarda boy göstermeye başlamıştı, bu filmde de Hristiyan fanatik, fedai, yobaz Ammonius rolünde çok iyi bir performans sergiliyor.

Sözü bağlamak gerekirse filmin fikriyatına takılınmazsa pek de fena olmayan bir seyirlik "Agora", ama arka çıktığı tezler itibariyle tartışmaya açık, mesafeli durulmayı hakeden bir film.

Perşembe, Şubat 25, 2010

Blood Creek


Yeni milenyum Joel Schumacher'e pek iyi davranmadı. "Batman" facialarını bi tarafa koyarsak 90'larda birbiri ardına kaliteli filmlere imza atan yönetmen, son on yılda aynı ölçüde başarıya sadece "Phone Booth" ile ulaşabildi (benim izlemediğim "Operadaki Hayalet" uyarlaması da olumlu eleştiriler almıştı). Son filmi "Blood Creek" -diğer ismi "Town Creek"- de bu gerilemeden nasibini aldı ve Schumacher A sınıfı filmlerden STV (straight to video) filmlerin yönetmenliğine düşmüş oldu bu son işiyle. Yeni filmi "Twelve" gösterildiği Sundance film festivalinde iyi tepkiler almış duyduğum kadarıyla. Umarız önümüzdeki on yıl için iyi bir başlangıç olur bu film.

"Blood Creek"e dönersek...aslında dönecek çok da bişey olmadığını görüyoruz. Malzeme fena değil aslında; Okültle haşır neşir naziler, kan içerekten ölümsüzlük kovalayan SS Subayları, bunların çanına ot tıkamaya niyetli iki kardeş ve iyi bi cast: Prison Break'in Linc'i Dominic Purcell (burda da kurban ağabey rolünde), her ne kadar filmin büyük kısmında makyajdan tanınmaz halde dolaşsa da Michael Fassbender ve dikkat çekici bir hanım kızımız olan Emma Booth. Ama olay kaliteli un şekerle bitmiyo işte, maharet bundan helva yapabilmekte. Onu da becererememiş yönetmen. Hikayenin bi sürükleyiciliği yok, yarısına varmazdan evvel filmden kopuyosunuz, efektler ikinci sınıf. Hasılı, vasat bi işçilik hakim bütünüyle. Haddinden fazla katledecek boş vakti olanlar hariç tavsiye etmiyoruz.

Çarşamba, Şubat 24, 2010

I'm an artist, YOU'RE THE CARVER!


"Amazing drug, isn't it? It's a modified form of mivacurium chloride. They use it on violent psych patients... causes a kind of 'waking coma'... should wear off in a few minutes. Mmm... it's like a plane crash, though; a few minutes waiting to hit the ground... can feel like a lifetime. Awful feeling, being totally helpless... having no control... that's how most people spend their lives... slaves to the tyranny of beauty... carb counting, kick-boxing and chemical peels. I'm rescuing them from all that... and you are destroying... my... work. They call me the 'Carver.' 'I am an artist. 'You're the 'Carver.' Fifty noses all the same. A thousand flawless breasts. You're the monster carving what's beautiful and real out of life. This is my city now, Doctor! Beauty is a curse on the world. It keeps us from seeing who the real monsters are... Repair one of my masterpieces again and the next time I'll kill you!"

"Müthiş bir ilaç, değil mi? Mivakuryum klorürün değiştirilmiş hali. En zorlu sinir hastalarında kullanıyorlar. Uyanık halde komaya sokuyor. Birkaç dakikaya geçer. Uçak kazasına benzetebiliriz. Yere çakılmayı beklediğin birkaç dakika, bir ömür gibi gelebilir. Berbat bir duygu. Tamamen savunmasız kalmak, kontrolü yitirmek. Pek çok insan ömrünü böyle geçiriyor, güzelliğin zorbalığına kölelik yaparak. Kalori hesapları, kickboks dersleri ve kimyasal maskeler. İnsanları, tüm bunlardan kurtarıyorum...ve sen işimi mahvediyorsun. Bana "Oymacı" diyorlar. Ben bir sanatçıyım, "Oymacı" sensin. Hepsi aynı şekilde 50 burun, bin tane kusursuz göğüs. Canavar sensin, hayatta güzel ve gerçek olan herşeyin içini oyan. Burası artık benim şehrim doktor. Güzellik dünyanın bir lanetidir, gerçek canavarların kim olduðunu görmemizi engeller. Başyapıtlarımdan birini daha düzeltirsen, bir dahaki sefere seni öldürürüm."

Salı, Şubat 23, 2010

Poe


Kariyerine "Dark City", "Matrix" gibi filmlerde yardımcı yönetmenlikle başlayan, her ne kadar son filmi "Ninja Assassin"i an itibariyle izlememiş olsak da "V For Vendetta" ile nerdeyse başyapıt düzeyinde bi filme imza atmış olan James McTeigue'in sıradaki projesi The Raven (Kuzgun). Edgar Allan Poe'nun ünlü şiiriyle aynı adı taşıyan proje, Poe'nun hikayelerinden birinin uyarlaması değil, onun hikayelerindeki cinayetlerden esinlenerek eylemlerini gerçekleştiren bir seri katilin öyküsü. Her cinayet mahalline bir ipucu bırakarak kendisini ancak Poe'nun yakalayabileceğini, aksi takdirde cinayetlerine devam edeceğini söyleyerek yazara meydan okuyan katilin hikayesi, 1850'li yıllarda Poe'nun hayatının son 5 gününde geçecek. 3 ekim 1849'da bir sokak köşesinde üzerinde kendine ait olmayan elbiselerle ve "reynolds" isminde birini sayıklar bir halde yarı baygın bulunan yazar olaydan 4 gün sonra hayatını kaybetti. Bulunmasından önceki son 5 günü nerde geçirdiği ve nasıl o hale geldiği hakkında hiç bir bilgi bulunmayan Poe'nun hayatının bu kayıp dönemi filmin kurgusunun da çıkış noktası olacak ve görünüşe bakılırsa yazar son günlerini katil kovalayarak geçirecek. The Raven, Tell-Tale Heart, Premature Burial, Murders in the Rue Morgue ve The Cask of Amontillado söylentilere göre katilin temel alacağı hikayeler arasında. Poe'nun eserlerine aşina olanların bileceği gibi üstadın yapıtlarındaki ölümler gayet gore bir tarzda gerçekleşir, özellikle "Morg Sokağında Cinayet"in en etkileyeci bölümü yazarın cinayet mahallini tasvir ettiği bölümlerdir. Bu sebeplerden kendisini şu dönemin favori korku akımı olan işkence pornosunun babası olarak görenler de yok değil. Yönetmen McTeigue'ye göre "Kuzgun"la "Se7en"ın bir sentezi olacak filmin kastı da yavaştan şekillenmeye başladı. "The Hurt Locker" ile şu aralar baya gündemde olan Jeremy Renner ve Ewan McGregor kadroda yer alması netleşen iki isim, ama hangisinin yazarı canlandıracağı şu an belli değil. Çıkış noktasından arkasındaki yaratıcı ekibe kadar insanı bütünüyle beklentiye garkeden filmin vizyon tarihi 2011 olarak öngörülüyor.

Poe ile alakalı geliştirilen bir diğer proje de sürpriz bir isme ait: Sylvester Stallone. Yazarın hayatını konu edinecek biografik filmin adı da "Poe" olacak. Senaryoyu yazan aktör, yönetmenliği de üstlenmek niyetinde. IMDB verilerine göre bugüne kadar - henüz yapım aşamasında olan "The Expendables" ve "Rambo 5" hariç - 21 filmin senaryosuna imza atmış Sly. Bunların arasında "Rocky" serisinin tamamı, her ne kadar ilki roman uyarlaması olsa da "Rambo" serisi, "Cobra", "Cliffhanger" gibi filmler var. İlk "Rocky" filmiyle orjinal senaryo dalında oscara aday olmuşluğu da vaki. Poe filminin senaryosu ise söylenenlere göre o kadar iyiymiş ki Robert Downey Jr.'ın Poe rolünü kapmak için can attığı söyleniyor. Daha önce Viggo Mortensen'in de adı geçmişti. Şimdilik somut gelişmeler bunlardan ibaret olsa da, geçen yıl içinde verdiği bir röportajda bu projeyi hayata geçireceğini özellikle vurgulamış Stallone. "Rocky Balboa" ile göçmekte olan kariyerine yeniden bi ivme kazandıran, en son Venedik film festivalinde de yaşam boyu başarı ödülü alan aktörün, tarihçesi on yıla dayanan bu projeyi gerçekleştime olasılığının bi 5 yıl öncesine nazaran daha fazla olduğu kesin. Şimdilik tarih 2012 gibi...

Pazar, Şubat 21, 2010

Türk Sinemasında Bir Kilometre Taşı: Nefes


Açık konuşmak gerekirse "Nefes"e karşı başlangıçta önyargılıydım. Filmin ilk fragmanları yayınlandıktan nerdeyse 2 yıl sonra gösterime girmesi ve ne hikmetse gösterim tarihinin açılım tartışmalarının en ateşli olduğu zamana rast gelmesi, özellikle filmin "uyursan ölürsün" sekansının internet aleminde dolaşmasıyla birlikte bizim yerli menşeli nazilerin ağızlarının sularının akmaya başlaması falan gibi sebeplerle filmden beklentilerim düşüktü. Diğer taraftan filmin fragmanlarından başlayarak ortaya değişik ve farklı birşeyler çıkacağına dair sinyaller de yok değildi, yönetmen filmi hakkında konuşmayı reddediyordu, filmin kastı ülkenin farklı bölgelerinden gelen konservatuar öğrencilerinden oluşturulmuştu falan.

İzlediğimde karşıma çıkan filmse bu tarz kaygıların bayağı uzağında seyreden bir yapım olmuş. "Nefes" belli bir ideolojiye sözcülük etmektense saf sinema duygusunu seyirciye aktarma amaçlı bir yol izleyeceğini daha ilk dakikasından itibaren belli ediyor. Dağların üstünden süzülerek yükselen kameranın yaralı bir askerin üstünde durmasıyla şık bir açılış yapan film, bunun ardından bizleri yüzbaşı Mete ile tanıştırıyor. Film gösterime girmezden evvel meşhur olan, çok iyi çekilmiş içtima sahnesi ve sonrasında gelen fondaki şahane müzik eşliğindeki karakoldaki askerler üzerine olan sekans ile birlikte "Nefes" şahane bir ilk yarım saat sunuyor.


Teröristlerin saldırısına açık bir jandarma karakolundaki askerleri konu edinen film, kaygan bir zemin üzerinde ilerliyor haliyle. Her tarafından siyaset damlayan, aynı zamanda güncelliği de had safhada bir konu üstüne sinema kurmak zor iş. "Nefes"i iyi bir film yapan şey bu zaten, konusunu sömürmeyen salt sinema odaklı bir iş olması, yoksa pekala çok rahat bir propaganda filmine de dönüşebilirdi. Sinema tarihinde hem nitelikli olup hem de politik görüşünü bas bas bağıran sürüyle yapım var, Hollywood her sene böyle bir sürü örnek sunuyor.

"Nefes" siyasi söylemlere dalmaktansa jandarma karakolundaki atmosferin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Birçokları bu durumun filmin duruşu hususunda flu bi görüntü verdiği noktasında eleştiri getirdi. Oysa bu filmin hayrına işleyen bir nitelik bana göre. Doktorla komutan arasındaki telefon konuşmalarında, çatışmanın arkasındaki klişe tezler bir kez daha ifade edilse de bu konulara çok da dalınmadan "orda olma" haline yoğunlaşılmış. Komutanın karakola ulaşmaya çalışırken girilen çatışmada en yakın arkadaşını kaybetmesi sonrası girdiği içi hesaplaşma filmin temel izleğini oluşturuyor. Karakoldaki her bir asker üzerine az da olsa eğilse de asıl takip ettiği karakter Yüzbaşı Mete olan film, haliyle asıl meramını da bu karakter üzerinden aktarıyor. Yıllardır süren çatışmanın verdiği bezginlik, arkadaşının ölümüyle yüzbaşıda nihai noktasına ulaşıyor. Her ne kadar bunu örgütün liderini öldürmeye ahdederekten intikam duygusuna evirse de komutan kendisinin de son noktaya geldiğinin farkında. Eşine yazdığı mektuptaki "keşke senin kalbini vatan belleseydim" lafı bu durumun en güzel ifadesi belki de.


"Geride kalanlara" ithaf edilmiş bir film "Nefes". Altyapısı on yıllara dayanan, haliyle bir çok boyuta sahip siyasi ve askeri bir çatışmanın sadece bir boyutuyla ilgileniyor: finalde beliren yüzbaşının eşi dışında sadece telefon konuşmaları itibariyle hikayede yer alsalar da devlet istedi diye çocuklarını askere yollayıp geriye cesedini alan ailelerle ve o çocuklarla. İyi de yapıyor, zira her bir boyuta eğilmeye çalışıp hiçbirinin hakkını teslim edememektense sadece birine odaklanıp onu en iyi şekilde aktarmak daha aklı selim bir tavır. Bu tavrın bir sonraki aşaması olabilecek sistem eleştirisine ise hiç girilmemiş. İki de bir kadraja giren Atatürk büstünün verdiği intibadan yola çıkarak yapımcıların daha en baştan böyle bir niyetinin olmadığı sonucuna varılabilir, filmin ordunun ileri gelenlerince de takdirle karşılanması bu noktada bir işaret. Gösterime girmesinden sonra kopan fırtınayı göz önüne alınca çok anlaşılmayacak bir şey de değil gerçi. Zira böylesi,vermek istediği mesajları kör göze parmak bi şekilde aktarmaktan kaçınan bir film bile bu kadar tartışmaya sebep olduysa, fikrini daha açıkça ifade eden bir yapımın akıbeti ne olurdu insan merak edemeden duramıyor, geçtiğimiz yıl "Mustafa"nın başına gelenler bir örnek olabilir belki. Tehlikeli sularda dolaşıp hassas mevzularla ilgili kelam etmeye çalışan filmleri,kitapları efendice tartışmayı öğrenmemiz daha çok zaman alacak anlaşılan.


Sinemasal yanlarına değinmek gerekirse, girişte de ifade ettğimiz gibi daha ilk giriş sahnesinden finaldeki kaotik "Saving Private Ryan" esintili çatışma sahnesine kadar son derece etkili kadrajların olduğu bi iş "Nefes". İlk filmini çeken bi yönetmen için son derece etkileyici bi işe imza amış Levent Semerci. Kişisel bir sinema yaparak bir yerlere gelmiş isimleri bir kenara koyarsak, geniş kitleleri sinemaya çekecek, batıdaki tabiriyle "yıldız yönetmen" sıkıntısından muzdarip sinemamızın bu noktadaki açığını doldurabilecek bir isim olabilir ilerde, ortaya koyduğu yetkin performansla o potansiyeli vadediyor en azından. Şahane doğa görüntülerinin arkasındaki isim de o, levedo gibi garip bi mahlayla filmin iki görüntü yönetmeninden biri. Fırat Yükselir imzalı müzikler ise tek kelimeyle şahane, epeydir bir filme bu denli uyum sağlayan müziklere rast gelmemiştim, bu noktada kurgunun payını da yadsımamak gerek tabii.

Neticede sadece geride bıraktığımız yılın en iyi yerli filmi olmakla kalmayan, ele aldığı konuya yaklaşımı ve sinema sanatını daha ziyade batılı örneklerinde görmeye alışık olduğumuz bir biçimde profesyonelce icra etmesiyle Türk sinema tarihine geçecek bir film bence "Nefes".

Cuma, Şubat 05, 2010

The Hangover Soundtrack

"Tracy did mention we shouldn't let him gamble. Or drink too much."
"Jesus, he's like a gremlin. Comes with instructions and shit."


1 It's Now or Never - El Vez

2 Thirteen - Danzig

3 Take It Off - The Donnas

4 Fever - The Cramps

5 Wedding Bells - Gene Vincent & His Blue Caps

6 In the Air Tonight - Phil Collins

7 Stu's Song - Ed Helms

8 Rhythm And Booze - Treat Her Right

9 Iko Iko - The Belle Stars

10 Three Best Friends - Zach Galifianakis

11 Ride the Sky II - Revolution Mother

12 Candy Shop - Dan Finnerty and The Dan Band

Ek şarkılar

"Who Let The Dogs Out" - Baha Men

"Right Round" - Flo Rida

"Can't Tell Me Nothing" - Kanye West

"Live Your Life" - T.I. featuring Rihanna

"Joker And The Thief" - Wolfmother

"What Do You Say" - Mickey Avalon

"Yeah!" - Usher featuring Ludacris & Lil Jon

Hangover ortalamanın üstünde bi komedi filmi olmasının yanısıra filmde kullanılan şarkılar itibariyle de dikkat çekiyor. Bütünüyle mükemmel bir albüm değil, hatta orta karar bile kabul edilebilir, ama seçilen kimi şarkılar geri kalan şarkıların vasatlığını unutturuyor. Listenin ilk sırasını Danzig'den "Thirteen" almış durumda. Amerikalı heavy-metal grubunun solisti Glenn Danzig tarafından Johhny Cash'in 94 tarihli American Recordings albümünde kullanılması için yazılmış şarkı, o albümde akustik bir versiyonla yer almış, filmin jeneriğinde duyduğumuz versiyon ise Danzig'in 6:66 Satan's Child isimli albümünden. Albümün diğer zirvesi Revolution Mother'dan "Ride the Sky II". Aslen profesyonel kaykaycı olan Mike Vallely'nin solistliğini yaptiğı grubun Glory Bound isimli albümünde yer alan şarkı hardcore metal tarzında, filmde ekip düğüne yetişmek için yola koyulduğu sahnede çalıyor. The Belle Stars'dan "Iko Iko" da Rain Man filminin hayranı olan herkesin hatırlayabileceği bir şarkı. Bunların dışında "Take It Off" da gayet güzel bir parça; Mike Tyson'ın sahneye girdiği anda ekibin Tyson'la vokal yaptığı Phil Collins şarkısı "In the Air Tonight", Ed Helms'den eğlenceli "Stu's Song", geçen yıl adım başı her radyoda rastlanabilen "Right Round" da dinlenebilir örnekler.