Çarşamba, Mart 31, 2010

bi efsane daha nihayete erdi...


"Scrubs", 9.sezonunu 17 marttaki 13.bölümü ile tamamladı. Dizinin yapımcısı Bill Lawrence bu finalin ardından yeni bir sezonun gelmesinin pek olası olmadığı yönünde açıklamalar yapmıştı zaten, bunun üstüne geçtiğimiz hafta içinde dizinin (eski) başrol oyuncusu ve aynı zamanda bu yıl itibariyle yapımcılarından biri olan Zach Braff'in de facebook sayfası üzerinden aynı minvalde bir açıklama yapması da eklenince, büyük ihtimalle sezon finali dizinin de finali olmuş oldu. Yayıncı kanal ABC'den henüz resmi bi beyanat gelmiş değil gerçi ama farklı bişey olması da beklenmiyor.


Aslında "Scrubs" 8.sezon sonunda çok şık bi final yapmıştı. O sezon itibariyle dizinin noktalanması öngörülmüş,  final de bu doğrultuda hazırlanmıştı. Ama dizinin reytinglerinin beklenenin üstünde gelmesi üzerine -ki bence de en iyi sezonlarından biriydi- ABC, yapımcı Lawrence'dan diziye devam etmesini talep etti. Lawrence da aynı kadroyla aynı karakterlerin hikayesini anlatmaya devam etmek yerine, yeni oyuncuların ve karakterlerin ağırlıklı olduğu, eskilerin ise yardımcı olarak karşımıza çıkacağı yeni bi formatı denemeye karar verdi, yani aslında bi çeşit spin-off olarak hayatına devam edecekti dizi. Bu doğrultuda dizinin isminin "Scrubs Med" olarak değiştirilmesi de düşünüldü ama ABC buna izin vermedi ki şu anki geldiğimiz nokta itibariyle bunun yanlış bi karar olduğu aşikar. Zira biçok "Scrubs" izleyicisi, bu sezonu dizinin devamı değil de bir spin-off'un ilk sezonu olarak algılasalardı yapılan değişiklikleri hazmetmeleri çok daha kolay olacak, hatta bu yeni dizinin benimsenmesi de çok daha etkili biçimde sağlanmış olacaktı. Bu tercihte bulunulmadı, danalık edildi.


Bunlara rağmen Bill Lawrence bildiğimiz haliyle "Scrubs"ın 8.sezon itibariyle son bulduğunu, bu yeni sezona yeni bi dizi olarak yaklaşılmasını çeşitli kereler telkin etti. Yapılan değişiklikler öncelikle yaratıcı kadrodan başlamıştı zaten. Önceki yazar kadrosunun tamamına yakını diziden ayrıldı, yapımcılarda da değişikliğe gidildi. Ana hikaye hastaneden tıp fakültesine kaydırıldı, yeni ana karakterler de öğrencilerden seçildi. Eski kadrodan John C.McGinley ve Donald Faison, fakültede eğitmen olarak kastın tam zamanlı üyesi olmaya devam ederken, Zach Braff, Ken Jenkins, Sarah Chalke ve Robert Maschio bikaç bölümde yer aldılar. Neil Flynn, Sam Lloyd ve Christa Miller ise sadece 1 bölümde görünerek karakterlerine veda ettiler, Judy Reyes dizide artık yer almayacağını geçen yıl açıklamıştı zaten. Diziye 8.sezon itibariyle dahil olan oyunculardan Eliza Coupe (Denise) kastın tam zamanlı elemanlarından olurken, Sonal Shah'in canlandırdığı Sunny sadece 1 bölümde yer aldı. Aslında bu ikisi arasındaki dinamik çok iyiydi, keşke Sunny'ye de bir şans verilseydi.


Dizinin yeni karakterleri ise Lucy (Kerry Bishé), Drew (Michael Mosley) ve Cole (Dave Franco) idi. Ayrıca yan karakter olarak avustralyalı Maya (diziye görsel güç katsın diye eklendiği aşikar olan Nicky Whelan) da cabası. Özellikle Drew ve Lucy, gayet iyi tasarlanmış, Scrubs ın ruhuna uygun, başarılı karakterlerdi. Drew'in Denise ve Dr.Cox ile olan ilişkisi bağlamındaki hadiseler ve dialoglar da şahane ilerliyordu. Scrubs ın oyuncu kadrosunun bugüne kadarki kare ası J.C.McGinley (Cox), D.Faison (Turk), K.Jenkins (Kelso) ve S.Lloyd (Ted)'dan oluşagelmiştir bana göre. Bunların ilk ikisi aynı performanslarını bu yıl da sürdürdüler, Jenkins de ara ara görünerek diziye renk kattı. Ben şahsen "Scrubs" hayranı bi insan olarak dizinin gidişatından gayet memnundum, şimdi bitiyo oluşuna da üzülüyorum açıkçası. Adı belli geçen yıl noktalayıp, hiç buna girişilmese iyiymiş, en azından böyle bi yarım kalma durumu olmazdı. Bunda diziye 8 sene boyunca hakır hukur gülüp bu sezon sırtını dönen hayın izleyicilerin de kabahati var tabii. İlk altı bölümden sonra J.D.'nin ayrılmasıyla reytinglerde ciddi bir düşüş gözlenmiş, halbuki asıl o virajdan sonra dizi yavaş kendi tarzını oturtmaya başlamıştı, yazık oldu. Artık "Big Bang Theory" falan mı izlemeye başlasak bilmiyorum ki, açılan bu gediği doldurması pek olası görükmüyo ama bi umut işte...

Pazar, Mart 28, 2010

Felaket Pornosu


Büyük bütçeli,  görkemli felaket filmlerine her kim bu yakıştırmada bulundu ise çok zekice bişey yapmış zira ekranda binalar devrilip insanlar ölür ve  kelimenin tam anlamıyla yer yerinden oynarken bunları ağzımız bi karış açık biçimde, büyük bir keyifle izlemenin içten içe hastalıklı bir tarafı yok değil. İçeriğinde bulunması kaçınılmaz olan gerilim unsurlarının yanına gelişen teknolojinin sunduğu imkanların da eklenmesiyle cazibesinden bişey yitirmeden varolmaya devam eden bu türün altın devri olarak 70'li yıllar görülüyor, özellikle "Airport"un büyük bi hasılat yapmasının ardından "The Poseidon Adventure", "Earthquake" ve "The Towering Inferno" gibi takipçilerin de aynı başarıyı gösterdikleri evre. Daha sonrasında büyük bütçeler harcanan ama gişede aynı ölçüde getiri sağlamayan örneklerin çoğalmasıyla 80'li yıllar itibariyle bu türe rağbet söndü. Ta ki bilgisayar teknolojisinin devasa sahneler yaratmaya imkan verecek derecede gelişme gösterdiği 90'lara kadar...Bu dönem bizim de yazımızın ana konusunu oluşturuyor.


Yazının ilerleyen bölümlerinde de farkedileceği üzere bu türün ve özel efekt ağırlıklı ana akım, popcorn filmlerin sabık yönetmeni Roland Emmerich'in elinden çıkma "Independence Day" bu evreyi tetikleyen film olarak gösterilebilir. Jeff Goldblum, Bill Pullman ve bu filmle kariyeri hala azalmamış olan bi ivme kazanan Will Smith'in başrollerini paylaştıkları yapım, görkemli sahneleri ve gerilimini yavaş yavaş ama başarılı bir şekilde inşa ederekten izleyicinin ilgisini bir an olsun dağıtmamak gibi hasletlere sahip olsa da sinema tarihinin gördüğü en vıcık vıcık Amerikan propaganda filmlerinden biridir. Başka hangi filmde 4 temmuz için "bugün sadece Amerika'nın değil dünyanın da kurtuluş günü olacak" gibi bi repliğe rastlayabilirsiniz ki? Emmerich'in kendisi de Alman bi insan, o da işin ayrı bi garip tarafı... Ertesi yıl iki ayrı yanardağ filmi birden yapıldı: "Dante's Peak" ve "Volcano". Bunlardan ilki bir yanardağ patlamasının etkilediği küçük bi kasabada geçerken, Mick Jackson'ın yönetip Tommy Lee Jones'un başrolünde yer aldığı ikinci örnekse bir deprem sonrası tüm Los Angeles şehrinin altında şekillenen bi volkanın öyküsünü anlatıyordu. Pierce Brosnan ve canımız ciğerimiz Sarah Connor'ımız Linda Hamilton'ın başrollerinde yer aldığı, Roger Donaldson filmi "Dante's Peak", rakibinden birkaç ay önce gösterime girip gişede zayıf bi açılış yapmasına karşın, global olarak daha iyi hasılat yapmakla kalmadı, bilimsel altyapısı itibariyle de muhatabından daha akla yatkın bulundu, ki sinemasal olarak da daha başarılı bi filmdir. Bi sonraki yıla gelindiğinde ise bu sefer iki ayrı asteroid filmi iki buçuk ay arayla gösterime girdi. Bunlardan ilki Mimi Leder'in yönettiği, Morgan Freeman, Elijah Wood, Tea Leoni, Robert Duvall, Vanessa Redgrave, Maximillian Schell ve Leelee Sobieski'den kurulu, eski ama baba oyunculardan müteşekkil bir kadronun yer aldığı "Deep Impact"ti. Dünyaya yaklaşmakta olan bir meteoru fon olarak kullanıp birkaç farklı karakterin hayatlarındaki duygusal çalkantıları Inarritu tarzı bir şekilde hikaye etmeyi beceren film, aslında hakettiği takdiri görmemiş bi yapımken, Bir Jerry Bruckheimer-Michael Bay mahsulü olan "Armegeddon" da tam tersine hakettiğinden fazla yerden yere vurulmuş bi filmdir. Bunun muhtemel sebebi filmin bi komedi olarak ele alınmayışından ötürü geliyor muhtemelen, zira oldukça komik ve eğlenceli dakikalar barındıran, bütünü itibariyle kendini fazla ciddiye alıyor olsa da yer yer kendiyle dalga geçmekten de geri durmayan bi yapımdı "Armageddon". Gezegene çarpma tehlikesi olan bi meteoru yok etmek için petrol sondajı yapan adamların uzaya yollandığı bi filmi ne kadar ciddiye alabilirsiniz ki zaten... Felaket filmlerine bir diğer kaydadeğer katkı 2004'te, yukarda da bahsi geçtiği üzere türün duayenlerinden olan Roland Emmerich'ten geldi gene. Küresel ısınma tehlikesini şahane görsel efektlerle ve bildik hikaye formülleriyle aktaran yönetmen, geçtiğimiz yıl içinde de mayaların 2012 tarihli kıyamet kehanetlerini en iyi bildiği şekilde hikaye etmekten kendini alamadı ve modernize edilmiş bir "Nuh'un Gemisi" meseline imza attı. Her iki film de Emmerich'in kariyerinin özeti olduğu üzere eleştirmenlerden çok yüz bulamadı ama çok iyi de gişe getirdi, ki hakkaten her ikisi de gayet sürükleyici, sıkılmadan izlenebilen filmler oldular ki gişe başarısının ardında yatan temel neden de buydu zaten.


Yukarda örneklediğimiz filmlerin çoğu, daha önce bu tür içinde sayısız kere kullanılmış olmasına rağmen hep belirli bir hikaye şablonunu benimsediler, sanki başka bi şekilde felaket filmi çekmek mümkün değilmiş gibi: öngörülü bi bilim adamı yaklaşan bi felaket olduğunu idrak eder, yetkili makamları uyarmaya yeltenir ama kendine kulak asan olmaz, zamanı gelip de felaketler başladığında bu kulakardı edenler ilk kurbanlar arasında yer alır ekseri...Ama bir film var ki kendine bu sürü içinde farklı bir yer açmayı becerdi. "Independence Day"den bi müddet önce gösterime girmiş, Spielberg'in yapımcılığını "Speed"in yönetmeni Jan de Bont'un yönetmenliğini üstlendiği "Twister". Bu film aynı zamanda sinemada izlediğim ilk film olması hasebiyle de ayrı bi yere sahiptir göynümde...


Anlatılanlara bakılırsa yapım aşaması çok sıkıntılı geçmiş olsa da neticede gayet iyi hasılat getirmiş,aynı zamanda nitelik olarak da türdeşlerinden öne çıkmayı başarmış bi filmdi "Twister". Amerika'da yaygın olarak görülen hortumların meydana gelmesinden önce insanların uyarılmasını sağlayacak bir mekanizma geliştiren bi grup araştırmacının bu aleti test etmek için nerde hortum varsa oraya sürüklenmelerini konu edinen film, bir çok felaket filminden farklı olarak afetten kaçan değil aksine üstüne üstüne giden insanların hikayesini anlatıyor, bu da filme haliyle farklı bi ritm katıyordu. Görüntü yönetmenliğinde hatırlı bi kariyer (Temel İçgüdü, Zor Ölüm, Flatliners) yaptıktan sonra "Speed"le yönetmenliğe bomba bi giriş yapan De Bont, ilk filminde fazlasıyla iyi kotardığı tempo duygusunu burda da filme enjekte etmeyi bilmiş, ILM imzalı başarılı görsel efektlerin ve konu edindiği afetin gerektirdiği üzere gri bir atmosferin de katkısıyla dört dörtlük bi yapıta imza atmıştı. Bugün olduğu gibi o dönem itibariyle de yıldız kategorisinden uzak Helen Hunt ve Bill Paxton gibi isimlerin başını çektikleri kastta o zamanlar daha yeni yeni piyasada görünmeye başlayan Philip Seymour Hoffman ve "Lost"un Faraday'i, "Saving Private Ryan"ın Upham'ı Jeremy Davies de bulunuyordu. Felaket filmlerine farklı bir yaklaşım getiren ve çektiği çıta itibariyle bugün hala aşılamamış olan "Twister" 90'ların da anmaya değer, önde gelen filmlerinden biridir bana göre.

Salı, Mart 23, 2010

Allah'ın Belası, Olmaz Olası Filmler 2 - Burjuvazinin Gizli Çekiciliği


Den of Geek sitesinde yayınlanan "10 Dünya Sineması klişesi" başlıklı bir yazıda sayılan bi madde var, aynen aktarıyorum:

"EĞER BİR FİLMİN TÜMÜYLE ANLAŞILMAZ BİR KONUSU VARSA, BİRİLERİ MUTLAKA KAFANIZIN BASMADIĞINI İDDİA EDECEKTİR.  Dünya sineması hayranı olmanın gerçek sınavı budur. İzlediğinizde size tümüyle kafa s.kici görünen bi film hakkında, "aydınlanmış" dünya sineması hastası kankalarınızın deli gibi filmdeki altmetinleri ve göndermeleri  tartıştığına şahit olursunuz. Herkesin başına gelmiştir bu, hatta arada sizin de anlamış gibi yaptığınız dahi olmuştur. Ama işin özü şudur; 10 vakanın 9'unda, size tümüyle anlaşılmaz görünen bi film ya hakikaten anlaşılmazdır yada kurumlu,olduğundan fazlası gibi görünmeye çalışan bi saçmalıktan ibarettir. Bunu söylemekten çekinmeyin. Elbette titiz akademik araştırmalara namzet garip başyapıtlar çıktığı da olacaktır ama çoğu zaman yönetmen güneşin ışımadığı bi yerde uzunca bir vakit kaybolmuştur..."

Yazıda Emir Kusturica'nın "Black Cat, White Cat"i örnek gösterilmiş, bense sürrealizmin "emmi"si kabul edilen Luis Bunuel'in "Le Charme discret de la bourgeoisie/The Discreet Charm of the Bourgeoisie"ini konu edicem. Bugün bi başyapıt kabul edilen, övgülere boğulmuş, ama aynı zamanda zerre miktarı da mantık içermeyen bi filmden bahsediyoruz. Konu, bi grup kaymak tabakaya mensup insan evladının beraber akşam yemeği yemeye çalışması. Daha doğrusu başta siz öyle bi "konusu" var falan zannediyosunuz ama izlediğiniz şey birilerinin gündüz düşlerinden ibaret. Bu dallamaların akşam yemeğine dönük ilk girişimi, davet sahibinin bunları ertesi gün beklediğini belirtmesiyle akim kalıyo, beraber bi handa yemek yemeye karar veriyolar, ama handa yemek kalmamış, patronları öldü diye...Bi iki gün sonra tekrar niyetleniyolar ama bu sefer de davet edilen çift, yemeğe iştirak etmek yerine bahçede "yiyişmeyi" tercih ediyor. Bi başka deneme yemek yenilen yeri askerlerin basması ile sonuçlanıyo, araya bi tane anarşist kız giriyo, sonra çocukluğundan ve anasından bahsedip duran bi asker var, aynı altyapı sorunlarından muzdarip bi rahip de arada beliriyo, film bu salakların boş bi yolda yürümeleriyle son buluyor...Izdırap nitelğinde geçmiş bi 100 dakka da yanınıza kar kalıyor. Eğer yukarda bahsi geçen olay dizgesinden derin bi anlam çıkarmak isteyen veyahut çıkarabilen arkadaşlar varsa buyursunlar, ama benim hayatımda izleme durumunda kaldığım en boktan filmlerden biri olma payesini bileğinin hakkıyla elde etmiş bi filmdir bu...

Cumartesi, Mart 20, 2010

Ghosts of Missisippi


Rob Reiner büyük yönetmen. Her ne kadar baya uzunca bir süredir hit bi iş yapamamış olsa da 25 yılı aşkın bir zamana yayılan 14 filmlik kariyerinin ilk dönemi itibariyle bugün klasik kabul edilen birçok filme imza atmış durumda: "This Is Spınal Tap", "Stand by Me", "The Princess Bride", "When Harry Met Sally", "Misery" ve tabii ki "A Few Good Men". Son zikrettiğimiz filmin erdemlerine başka bi yazıyla değinesim var ama bu yazının konusu olan filmi ele alırken ister istemez kıstas alınacak iki yapımdan biri o, diğeri de gene 96'da gösterime girmiş olan "A Time to Kill".


"Ghosts of Missisippi", 60'ların siyahi haklar savunucularından olan Medger Evers'in suikaste kurban gitmesiyle alakalı bir gecikmiş adalet hikayesi. Evers, aynı filmde anlatıldığı şekilde 1963'te J.F.Kennedy'nin sivil haklarla alakalı konuşmasını yaptığı gün öldürülmüş. KKK (Klu Klux Klan) mensubu  Byron De La Beckwith cinayet suçlaması ile ertesi yıl tutuklanmış ama o yıl içinde iki defa yargılanmasına rağmen, tamamen beyaz üyelerden oluşan jürilerin cinayet hükmüne varmaması sebebiyle serbest bırakılmış. Gene filmde de görüleceği üzere, ikinci mahkeme esnasında Evers'ın eşi tanıklık ederken dönemin Missisippi valisinin mahkeme salonuna gelip Beckwith'in elini sıkması da tarihe geçmiş bir anekdot. Bu yargı sürecinin üzerinden tam 30 yıl geçtikten sonra üçüncü kez mahkeme huzuruna çıkarılan Beckwith, bu sefer hem siyah hem de beyaz üyelerden oluşan jürinin verdiği karar neticesinde birinci dereceden suçlu bulunup ömür boyu hapse mahkum edilmiş.

Bu mahkemenin üzerinden daha iki yıl geçmiş olmasına rağmen gösterime giren "Ghosts of Missisippi", gerçek kişi ve olayları dramatik kurgusunun içine entegre etmede başarılı olmuş bir film. Hem mahkeme sürecinin ilerleyişine dönük ayrıntılar, hem de soruşturmayı yürüten savcı Bobby DeLaughter'ın (arada ufak not, bu DeLaughter geçtiğimiz yıl içinde rüşvet suçundan içeri alınmış)  bu süreç esnasında eşiyle fikir ayrılığına düşüp boşanması gibi filmin konu edindiği gerçek kişilerin özel hayatlarına dair ayrıntılara aynı özenin gösterilmiş olması takdire şayan. Bunu özellikle belirtiyorum zira, gerçek kişilikleri konu edinen filmler kimi zaman iyi bir film olma uğruna esas aldıkları insanları olduğundan farklı yansıtabiliyorlar. Bunun en güzel örneği, sinemasal olarak gayet başarılı bir yapım olan "A Beautiful Mind"ın aslında ilişkiye girdiği hemşireyi hamile kaldıktan sonra terkeden, biseksüel eğilimleri olan, filmdekinin aksine karısıyla boşanmış olup 94'te Nobel ödülünü aldığı sürece kadar ayrı yaşayan John Nash'i tasvir edişi olsa gerek. 


Bununla birlikte "Birkaç İyi Adam" sonrası bu film Reiner için aynı sularda yüzme niteliği de taşımıyor değil. Gene aynı türü ve temayı paylaşmakla kalmayıp 6 ay aralıklarla gösterime girdiği "A Time to Kill"i de hesaba katınca ister istemez tekrara düşüyor film. Üstelik bazı sahnelerde dramatizasyonun dozajının kaçması da biraz samimiyetsiz bir görüntü veriyor. Irkçılık üstüne kelam etmesi kaçınılmaz olan filmin özellikle siyahların mücadelesinden örnek görüntüler sunan jeneriği bu manada çok başarılı. Bu jenerik boyunca akan belgesel niteliğindeki görüntüler filmin dökümanter tonunun da habercisi zira film de Evers davasının nasıl gelişip neticelendiğini teferruatıyla hikaye ediyor. Ama kurmaca bir hikaye olan "A Time to Kill" gibi adaletin doğası üstüne çok da fikir yürütmeyip tüm olan biteni aktarmayı seçiyor. Yukarda andığımız filmlerden her ne kadar geri kalsa da bu aktarım işini sıkmadan, sürükleyici bi şekilde yapmayı da başarıyor. James Woods bu filmdeki Beckwith rolüyle oscara aday olmuş ama filmin esas yıldızı Evers'ın dul eşi rolünde vakur tavrıyla girdiği sahneyi ele geçiren Whoopi Goldberg. "Ghost", "Sister's Act" gibi filmlerdeki komik karakterleriyle hatırlansa da "Color Purple", "Corrina Corrina" gibi örneklerden de hatırlanacağı üzere dramanın da aynı ölçüde altından kalkabilecek bir aktris olduğunu bir kez daha göstermiş Goldberg. Gene komple bi oyuncu olan Alec Baldwin de karakterinin hakkını vererek filmin en büyük kozu olan kast sacayağını tamamlıyor.

Bugün çok hatırlanıp bilinmese de iyi bir film Ghosts of Missisippi. Çok çok iyi bi film değil, ama iyi bi film. Ayrıca 90'ların filmlerinin ne derece güzel, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin hala izlenebilir nitelikte filmler olduğunu göstermesi açısından da nadide bi örnek...

Salı, Mart 16, 2010

[Rec] 2


Jaume Balaguero'nun Paco Plaza ile ortak çalışması "Rec" 2007'de gösterime girmiş, ertesi sene piyasaya çıkan "Cloverfield" ile  birlikte "Blair Cadısı"nın açtığı gediği genişleten yapım olmuştu. Geçtiğimiz yıl tozu dumana katan "Paranormal Activity" de aslında 2007'nin filmidir, festivalleri dolaşıp stüdyolarca keşfedilmesi iki yılı bulduğu için geçen yıl gösterime girmişti. Neticede aynı dönemde ortaya çıkıp korku sinemasına canlılık katmış bu filmlerin en başarılısıydı "Rec". Sallanan kamera tekniğini çok etkin bi şekilde kullanıp, seyircinin sarsıntıdan midesini kaldırmadan kovalamacaya en aktif şekilde ortak etmeyi beceren Balaguero-Plaza ikilisi, uzun zamandır hakikaten korkutan bi film izlemeye hasret kalmış bir kitlenin açlığını gidermişti. Her ne kadar mantıksal olarak kameranın devamlı kayıt halinde olması yer yer zorlama dursa da, filmin ana karakteri olan muhabirlerin olayları kayıt altına alma yönündeki ısrarları bu noktada yeterli bi motivasyon olarak sunulmuş, biz de seyirci olarak buna çok takılmayıp filmden keyif almaya bakmıştık. Ucu açık bi şekilde sonlanan ilk filmde esas entrika açıklanmamış, çok aşikar bi biçimde devam filmine kapı aralanmıştı. Beklenen sequel geçtiğimiz sonbaharda ülkesinde görücüye çıktı, bizde de önümüzdeki ay gösterime girmesi bekleniyor.



Gene Balaguero ve Paco Plaza'nun yönetmenliğini paylaştıkları "Rec 2", ilk filmin kaldığı noktadan devam ediyor olayları aktarmaya. Bi devam filmi olması hasebiyle hikaye açısından yeni bişeyler sunması elzem olan film biçimsel olarak da öncülünden bazı farklılıklar gösteriyor. "Rec",  bir sinema filminden ziyade yaşanmış bir olayın kayıt altına alınmış hali izlenim uyandırmaya çalışan "found footage" türüne ait bi yapımdı. "Rec 2"de bu tarz daha jenerikte müzik kullanıldığı andan itibaren terkedilmiş. İlk filmin hayranlarından bazıları bunu yadırgadı, ki şahsen ben de aynı stilin korunmasını yeğlerdim. Ama neticede ortaya çıkan sonuç bütünüyle selefinin mirasına sadık, devamlılık hissini hiç bi şekilde zedelemeyen; aynı derecede iyi çekilmiş, aynı derecede eğlenceli ve korkutucu bi çalışma olmuş. Yönetmenler, muhtemelen kendilerini tekrarlamak istemedikleri için böyle bir farklılığa gitmeyi uygun gördüler heralde. Bu sefer olayları binaya müdahele ile görevlendirilen bir özel tim vasıtasıyla takip ediyoruz. Gene en olmadık anlarda bile kameranın açık durmasına mantıki açıklama olaraktan özel timle birlikte içeri giren danışman statüsündeki elemanın herşeyin mutlaka kayıt altına alınması yönündeki emirleri gösteriliyor. İlk bölüm boyunca hadiseyi askerlerin objektifinden takip ederken sonradan vites değiştirerek bi kaç ergenin kamerasına geçilmesi ile bu temel biraz göçüyor gerçi, ayrıca tempoyu da yavaşlatmış bu geçiş. Öte yandan "Rec"in saf dehşet ortamında esamesine rastlanmayan mizah öğesinin de hikayeye eklenmesine vesile olmuş o ayrı. İlk filmdeki apartman sakinleriyle burada zombi olarak karşılaşıyoruz. Bu insanlara bulaşan salgın hastalığın kaynağına yönelik "Rec"in finalinde sunulan ipuçları bu filmde bi noktaya bağlanıyor ve mevzunun içyüzünü öğrenme imkanına kavuşuyoruz. Açıkçası filmin entrikasının "Supernatural" esintili olması ve bu aralar çok popüler olan zombi furyasından kendini ayrı tutması beni mutlu etti. Belli bi noktaya getirdiği hikayeyi finali itibariyle daha geniş bi düzleme çekmeye yeltenen "Rec 2" üçüncü filmin müjdeleyicisi bi sonla bitiyor, yönetmenler de serinin son halkasının hazırlıklarına başladıklarını duyurmuşlardı zaten. Hollywood da elini boş tutmayıp bu filmin yeniden çevrimine girişmiş. "Rec"in hollywood versiyonu "Quarantine" sırf fragmanından ne kadar çakma bir hüviyete sahip olduğunu belli ediyordu, gene farklı bir sonuç çıkması olası değil ama adamlar kendini durduramıyor işte..

Jaume Balaguero, ilk filmi "Nameless"in açılış sahnesinden bile iyi bir yönetmen olacağı anlaşılan bi adamdı, "Rec" filmleriyle kendini korku sinemasının üstatlarından biri haline getirdi bence. Serinin bu halkası da ufak tefek kusurlarına rağmen taş gibi bir devam filmi. Aynı ekibin kamera arkasında olduğu "Rec 3"ü iple çekiyoruz...

Pazar, Mart 14, 2010

"Innocent?..."


-"Wait, I thought all you did was kill innocent people."
-"Innocent? Is that supposed to be funny? An obese man... a disgusting man who could barely stand up; a man who if you saw him on the street, you'd point him out to your friends so that they could join you in mocking him; a man, who if you saw him while you were eating, you wouldn't be able to finish your meal. After him, I picked the lawyer and I know you both must have been secretly thanking me for that one. This is a man who dedicated his life to making money by lying with every breath that he could muster to keeping murderers and rapists on the streets!"
-"Murderers?"
-"A woman..."
-"Murderers, John, like yourself?"
-"A woman... so ugly on the inside she couldn't bear to go on living if she couldn't be beautiful on the outside. A drug dealer, a drug dealing pederast, actually! And let's not forget the disease-spreading whore! Only in a world this shitty could you even try to say these were innocent people and keep a straight face. But that's the point. We see a deadly sin on every street corner, in every home, and we tolerate it. We tolerate it because it's common, it's trivial. We tolerate it morning, noon, and night. Well, not anymore. I'm setting the example. What I've done is going to be puzzled over and studied and followed... forever."

"-Bir dakika dur. Ben bütün yaptığının masum insanları öldürmek olduğunu sanıyordum.
-Masum mu? Dalga mı geçiyorsun? Şişmanlıktan ayakta bile duramayan iğrenç bir insan. Arkadaşlarına gösterip eğlenebileceğin birisi, yemekte karşılaşırsan yemeğini bitiremeyeceğin birisi. Avukata bakalım, ki bana bunun için bir teşekkür borçlusunuz. Bütün hayatını aldığı her nefeste yalan söyleyip cani ve tecavüzcüleri dışarıda tutmak için para kazanmaya adamış birisi!
-Katiller?
-Bir kadın...
-Katiller John, senin gibi mi?
-Bir kadın...Dış güzelliği olmaksızın yaşamaya devam edemeyecek kadar içi çirkin bir kadın. Bir uyuşturucu satıcısı, gerçekte bir oğlancı! Hastalık saçan orospuyu da unutmayalım!.. Sadece boktan bir dünyada onlara masum deyip yoluna devam edersin. Ama mesele bu. Her sokak köşesinde, her evde ölümcül bir günah var. Ve biz görmezlikten geliyoruz. Görmezden geliyoruz çünkü kanıksadık. Havadan sudan şeyler gibi. Sabah, öğle ve akşam görmezden geliyoruz. Artık öyle olmayacak. Emsal olacağım. Yaptığım şey sonsuza kadar unutulmayacak, bilinecek, hatırlanacak..."
 
SE7EN (1995) - Yön. David FINCHER 
                            Sen. Andrew Kevin WALKER

Perşembe, Mart 11, 2010

Oscar: "Deserve's got nothin' to do with it"


Evet, oscarın haketmekle ilgisi yok. Öyle olsa "District 9" alırdı, yada almalıydı, bence. Oscar genelde hep bu sebeple yerden yere vurulur zaten; biçok insanın favorisi olan yönetmenler, filmler görmezden gelinmiştir çünkü. Buna rağmen sinema dünyasının en şaşaalı ödül töreni olmayı da sürdürür. Zaten oylama sistemine bakınca da diğer Cannes, Berlin gibi 5-6 kişiden müteşekkil jürilere sahip ödüllerden daha sağlıklı bi yapısı var, 6000'e yakın akademi üyesi oy kullanıyo neticede. Gelgelelim, bu kadar oylayana rağmen on yıllardır tutturduğu çizginin dışına çıkmamayı da becermiş bi ödül töreni bu. Arada "Rocky"yi "Taxi Driver"a tercih etmek, "Brokeback"e ödül vermemek gibi takdire şayan, kapak hareketler yaptıkları da olmuştur ama yıllardır hep belli tarzda, epik, yada drama türünde filmler ödüle layık görülmüştür. Herhangi bi bilim kurgu, korku, film-noir vs. bi tür filminin ödül almışlığı ise çok nadirdir, benim şu an aklıma gelen bi örnek de yok mesela. Oscarın bu kendince muhafazakar yapısının en güzel örneği 2000 yılındaki törendir. Bir önceki sene sinema tarihi açısından kutsal bi yıldır, o dönemin filmlerine bakınca ne demek istediğimiz anlaşılır: "Matrix", "Fight Club", "The 6th Sense"...Bu filmlerin herbiri, ama özellikle "Matrix", yönetmenlik ve senaryo bazında sinema tarihinde bi dönüm noktası oluşturmuş, kendinlerinden sonraki filmleri kökünden etkilemiş yapımlardır, kimilerince matrix-öncesi ve sonrası gibi tabirlerin kullanılması boşuna değildir. "Fight Club", uyarlandığı kitabı da okumuş bi insan olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki gelmiş geçmiş en başarılı uyarlama senaryoya sahiptir. "Matrix"in bilim kurgu sinemasına yaptığı etkiyi, "6.His" korku sinemasında gerçekleştirmiştir. Bu söylediklerimiz hem izleyiciler hem de eleştirmenler nezdinde, ezici bi çoğunlukta sabitken akademi bu üçlüden sadece "6.His"i en iyi film dalında, "Fight Club"la "Matrix" ise yalnızca teknik dallarda aday göstermiştir. "American Beauty", "Green Mile" ve "The Insider"ı geride bırakarak o yılki en iyi film ödülüne ulaşmıştır.

Bu yılki oscarlara gelirsek...Adayların nitelikleri gözönüne alındığında sayıyı 10'a çıkarmak için pek isabetli bi yıl değilmiş 2009 duyduğumuz kadarıyla. Ben hepsini izlemedim ama "Blind Side", "A Serious Man" gibi örnekler boşluğu doldurmak için seçilmiş gibi duruyorlar. "Up", aday gösterilmesindeki mantık anlaşılabilir olsa da muhtemelen gelmiş geçmiş en overrated filmlerden biri. "Avatar"la ilgili kanaatlerimizi evvelcene ifade etmiştik zaten. Sayının artmasının en iyi yanı, geçen yılın bence en iyi filmi olan "District 9"ın da kendine yer bulması oldu, başka türlü pek mümkün değildi. Gecenin galibi "Hurt Locker" kötü bi film olmamakla birlikte belli bi dramatizasyonu reddeden, haber programı misali bi filmdi. Millete de bu yönü orjinal geldi galiba, "Full Metal Jacket"dan beri çekilmiş en iyi anti militarist film olduğunu iddia edenler oldu. Yönetmenin törendeki teşekkür konuşmasıyla bu kanaatler artık göçmüştür heralde. Zaten iyi oyuncu olduğunu bildiğimiz Jeremy Renner'ın parlamasını sağlaması ve çok farkedilmeyen güzel müzikleri dışında önem atfeden bi film olmasa da "Avatar"a ve Cameron'a tercih edilmesi orjinal olmuş. Oyuncu seçimleri beklenildiği gibi gerçekleşti zaten, bi tek yardımcı kadın oyuncuda ben Gylenhall la Fermiga belki olabilir diye düşünüyodum ama Monique oldu. Bu arada Merly Streep'i her sene aday göstermekteki mantık nedir çözebilmiş değilim, hiç mi başka iyi oyunculuk sergilenmemiştir de dönüp dönüp bu kadın aday gösterilir anlamak kabil değil. Zaten vermiyosun, bari taze birini öne çıkar da yenilik olsun, yok! 

Pazartesi, Mart 08, 2010

"Nanking Tecavüzü"


"City of Life and Death" yada orjinal ismiyle "Nanjing! Nanjing!", geçtiğimiz yılın dikkat çeken filmlerinden biriydi. Özellikle San Sebastian Film Festivalinde aldığı ödülle adını daha etraflıca duyurdu. Yönetmen Lu Chuan'ın üçüncü filmi, Japonya-Çin savaşında esnasında Nanking'de gerçekleşen, Çinlilerin Srebrenica'sı olarak nitelendirilebilecek bir trajediyi konu ediniyor.


9 Aralık 1937'de o dönem Çin'in başkenti olan Nanking'in Japonlar tarafından ele geçirilmesinden itibaren geçen altı haftalık süreç tarihe "Nanking Katliamı" olarak geçti. Rakamlar hususunda tarihçiler arasında tam bir mutabakat olmasa da en az 150 ila 200 bin insan öldürüldü. Şehrin teslim olmasının hemen ardından Japon İmparatorluk Ordusu Çinli askerleri toplayıp Yangtze nehri kenarında makineli tüfekle kurşuna dizdi. 18 aralık sabahı elleri birbirine bağlanarak 4 gruba ayrılan yaklaşık 57 bin askerin üzerine ateş açıldı. Hiç bir yere kımıldayamayan askerlerin feryatlarının dinmesi ve canlı kalanların Japonlarca süngülenmesi saatler sürdü. Cesetlerin çoğu nehre atıldı. Yabancı gazetecilerin raporlarına göre şehrin kuzey kapısında yaklaşık iki metre yüksekliğinde ceset yığınları oluşmuştu. Katliamın boyutları yetişkinlerle sınırlı kalmadı, çocuklar ve bebekler  de japon ordusunun gaddarlığından nasiplerini aldılar. Toplu mezarlara 12000'den fazla insan diri diri gömüldü. Japonlar öldürdükleri Çinlilerin cesetlerini ortadan kaldırmak için gene Çinlilerden oluşan birlikler oluşturdular. Bu altı haftalık süre zarfında Japon ordusu 20 bin ile 80 bin arasında kadına sistemli olarak tecavüz etti. Zamanında best-seller olmuş "Rape of Nanking" kitabının yazarı Iris Chang'e göre dünya tarihinin en büyük kitle tecavüzlerinden birisi burada yaşandı. Askerlerin kapı kapı dolaşıp evlerinden kaldırdıkları genç kadınlar, tutsak edilip toplu tecavüze uğradı. Büyük çoğunluğu daha sonra vajinalarına süngü, bambu, şişe gibi nesneler sokularak yada vücut uzuvları kesilerek öldürüldü, hamile olanların karınları süngülendi. Kadınlarını korumaya yeltenen kocaları yada kardeşleri anında infaz edildi. Japon ordusunun enseste zorladığı aileler de oldu, bazı erkekler annelerine, bazı babalar kızlarına tecavüz etmeye zorlandı.


Tarihi gerçekler üzerinden konuşulduğunda bile son derece trajik olan böyle bir hikayeyi filme almak kolay iş değil. Zira mevzuyu hakkıyla verebilmek için belli ölçüde rahatsız edici bir ton tutturmanız lazım, aynı zamanda bunun dozajını kaçırmamak için de gayret göstermeniz gerekiyor. Aksi takdirde olayın istismarı boyutuna kaçabilirsiniz, bu da hiç kimseyi olmasa bile bu trajedinin kurbanlarını ya da yakınlarını rencide edebilir. Bu sebepten olsa gerek, film yukarıdaki paragraftaki bahsi geçen vahşeti perdeye aktarırken biraz çekingen davranmış. Bunun filmin bi artısı mı yoksa eksisi mi olduğu izleyene göre değişir, ama ben daha sert ve vurucu bi yapım bekliyordum açıkçası.


Yönetmen Lu Chuan'ın ismini bu film vasıtasıyla işittim ama bu yönetmenden ziyade benim Çin sinemasına dair cahilliğimle alakalı olabilir, zira önceki iki filmi kendi çapında ses getirmiş yapımlarmış. Pekin Film Akademisi mezunu Chuan tezini Coppola üstüne yapmış, favori yönetmenleri olarak da Bergman, Jarmusch ve Pasolini'yi göstermiş. Bu yönetmenlerin sinemasına çok hakim olduğumu iddia edemesem de filmin anlatımındaki dinginliğin bu isimlerin yönetmen üzerindeki etkilerinden kaynaklandığı tahmininde bulunabiliriz heralde. Bu sakinlik bazı sahnelerin vuruculuğuna katkıda bulunuyor olsa da yer yer temponun aksamasına da sebebiyet vermiş. Bununla birlikte, Çin sinemasında wuxia filmleri vasıtasıyla başarılı örneklerine şahit olduğumuz görsel açıdan şaşaalı sahnelere bu filmde de rastlayabiliyoruz. Özellikle girizgah bölümü ve şehrin düşmesinden sonraki katliam sahneleri bu manada başarılı. İkinci Dünya Savaşına dair filmleri siyah-beyaz çekme tercihi artık biraz klişe bir durum haline gelmeye başladıysa da bunun filmin görselliğine katkıda bulunduğu yadsınamaz. Set tasarımı ve mevzu edilen olayların tarihsel vakıalara uygunluğu itibariyle filmdeki takdire şayan işçiliği de anmadan geçmemek lazım.


Japon askerlerden birini sempatik bir şekilde betimlediği için Çin'de eleştirilere maruz kalmış "City of Life and Death". Burda kastedilen Kadokawa karakteri, filmde yapılanları vicdanen sorguluyor görünen yegane Japon, orası doğru. Fakat ne derecede sempatik bi karakter olduğu tartışılır, zira pasifliği itibariyle sinir bozucu da görülebilir. Öne çıkan diğer Japon olan komutan figürü, filmin baş antagonisti kontenjanını doldursa da  karaktere nihilist bi hava verilmiş olması Japonların ele alışı itibariyle bi kafa karışıklığı doğuruyor. Tüm Japon imparatorluk ordusunu ete susamış yaratıklar olarak göstermektense savaşta bulunma halinin insanları uç noktalara sürükleyeceğine dair alttan alta bir mesaj verilmeye çalışılmış olabilir lakin Nanking gibi bi mevzu sözkonusu olunca filmdeki taraflara daha yargılayıcı bir yaklaşım gözetilebilirdi bana göre. Bu her iki taraf için de geçerli zira Japon ordusunca Nanking'e girmeden çok evvel kentteki kadınlara yönelik planlar yapıldığına dair bilgiler olduğu gibi, Nanking'teki Çin ordusunun kuşatmadan önce sivil halk savaştan kaçmasın diye yolları köprüleri tahrip ettiği, şehrin düşmesi kaçınılmaz hale gelip orduya kaos hakim olunca askerlerin kamufle olmak için sivillerin üstünü başını parçaladıkları da bir vakıa. Kente giren Japon ordusunun yerli halkca sevinçle karşılanması da buna dalalet ediyor olsa gerek. Neticede "City of Life and Death"in kimseyi sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterdiği yok ama daha net bir tutum takınılsa filmin vuruculuğuna daha bir katkı sağlanmış olurdu.


Bunları bi tarafa koyarsak görüntü işçiliği, müzikleri, oyunculuklarıyla (özellikle Liu Ye, Gao Yuanyuan ve  Qin Lan) eli yüzü düzgün, eksiklerine rağmen görülmesi gereken bi film bu. Hiçbişey için olmasa bile insanlık tarihinin bu en utanç verici olaylarından biri hakkında fikir sahibi olmak için...

Cumartesi, Mart 06, 2010

Ninja Assassin



Wachowskigillerden Larry cinsiyetini değiştirip Lana olduğundan beri "Wachowski Brothers" lafzı İngilizcede anlamını yitirdi ama güzel Türkçemizin haremlik selamlığa yüz vermeyen yapısı sağolsun, "Wachowski kardeşler" kalıbı bizde hala kullanılabilir  durumda. "Kardeş"lerin, yönetmenlik kariyerlerinin başlangıcından beri beraber çalıştıkları yapımcı Joel Silver'la beraber eski asistanları James McTeigue'yi de yanlarına alıp bu filmin hazırlıklarına girişmeleriyle "V For Vendetta" ekibi tekrar bir araya gelmiş oldu. Yanlız bu sefer kardeşler senaryoya bulaşmadı ki galiba bu pek akıllıca olmamış, zira filmin en zayıf yönü burası. Matthew Sand'e ait orjinal senaryo tatmin edici bulunmayınca Wachowskilerin ahbabları  Michael Straczynski'ye başvurulmuş yeniden yazım için. Clint Eastwood'un yönettiği "Changeling"in senaryosunda imzası bulunan Straczynski, kendisinden cumaya kadar yetiştirmesi istenilen filmin taslağını üç gün içinde tamamlamış. Hikayeye nasıl bir yaklaşım getirdi bilmemiz mümkün olmasa da ana karaktere bi backstory inşa etmekle uğraşılmış gibi geldi bana, zira film süresinin makul bi kısmını geri dönüşlere harcamış.

Filmin başkahramanın bi geçmişe büründürülmesi, ona bi derinlik katan, motivasyonunu daha anlaşılır kılan, neticede filmin hayrına işleyen bi hamledir, ekseriyetle... Ama söz konusu olan "Ninja Assassin" gibi bi dövüş filmi olunca mevcudiyeti bir nebze tartışılabilir hale geliyor. Zira elinizde süresinin yüzde 70'ini birbiriyle dövüşen insanları gösterek geçiren bi film varsa asıl odaklanmanız gereken nokta bu kısmı ne derece eğlenceli kılabileceğiniz olmalı. Jackie Chan'in özellikle Hong Kong menşeli filmlerini bu kadar iyi yapan esas faktör budur zaten; karşınızda dövüş koreografisi son derece iyi tasarlanmış ama aynı zamanda had safhada eğlence vaadeden bi film olduğunu bilirsiniz, "Who Am I?" ve ya "Armour of God II: Operation Condor" örneğin, bu manada ilk akla gelecek örneklerdir. "Ninja Assassin" de ibresini bu yöne kurup dramaya bulaşmasaymış, ya da haddinden fazla bulaşmasaymış daha iyi bi film olabilirmiş.


Çocukluğunu türlü türlü dövüş filmi izleyerek geçirmiş bi insan olarak artık eskisi kadar ilgimi çeken ilgimi çeken bir tür değil bu, anca böylesi A kalite yapımlar olunca göz atıyorum yada "Matrix" misali tür kırması filmlerin bi parçası olduğunda. Çerçöp niteliğinde sürüyle filmle karşılanca insan biraz daha seçici oluyor, zira iyi çekilmiş bir dövüş filmi resital izlemekten farksızdır. Örneklemek gerekirse Marc Dacascos'un başrolünde yer aldığı "Drive" ya da "Only the Strong" bu manada üst düzey filmlerdir ama her yapım bu düzeyi tutturamıyor maalesef. "Ninja Assassin" ise bu yönüyle son derece şık bi film olmuş. Gerçi kan efektlerinin "Zatoichi" filmine benzer kullanımı pek iyi bi seçim değil, ayrıca filmin ninja tasviri de biraz yadırgatıcı. Mübarek ninja değil nazgul sanki; gölgeden çıkmalar, fısıltıyla konuşmalar falan... Esas oğlan Raizo'nun kasıntılığına ayrı bir yer açmak lazım bu noktada zira müneccim gibi bişey eleman, duyulmayanı duyuyo, görülmeyeni görüyo! Yok "geleceğini biliyodum", yok "yalan söylemediğini biliyodum"; ne o, kızın kalbi kalbi özelmiş falan!....

Bu ve benzeri şeylere çok da takılınmazsa eğlenceli ve karizmatik bi film "Ninja Assassin". İki cümle evvel hakkında atıp tutmuş olsak da, filmin başrol oyuncusu Rain filmi sürükleyen öğelerden biri, rolünün hakkını vermiş. Memleketi Kore'de çok ünlü bir şarkıcıyken girişmiş oyunculuk kariyerine, devam etmesinde de bi beis yok bence. Yan rollerdeki Naomie Harris ve Ben Miles da sempatik bi oyunculuk sergilemişler. Meziyetlerine rağmen gişede çok zayıf bir performans sergilemesi şaşırtıcı, en azından "Taken" gibi vasat filmlerin beklenmedik derecede iyi hasılat yaptığı bi ortamda. Bu işlerin çok da keskin bir matematiği olmadığını göstermesi açısından önemli bi durum bu. Yönetmen McTeigue, bu filmde "V"nin düzeyini tutturamış haliyle ama çıtasını düşürmüş de değil, "The Raven"da ne yapacağını sabırsızlıkla bekliyoruz, inşallah orda da senaryodan kaybetmez... 


Perşembe, Mart 04, 2010


"I'm working on, really hard, on being the best dad and father and husband I can be. And the best me.  I don't want to lose any of the stuff I have. l know it could all go away at one time. And that's a tough part of life. And then, it's just...it's a total rebirth for me. Looking at life in a whole new way. You know, all the other drinking, and all the other junk that I was stuck in. It was so predictable. So boring. I'm out there looking for excitement, and all this stuff. The resuIts are the same, man. l wake up the next day somewhere, in some bed, I don't know who this person is next to me, and I'm drunk, completely hung over, and have a show to do. The resuIt is the same, you know? When life now is pretty exciting. You don't know what's gonna happen, when you're kind of clear and here and in the now, in the moment..."

"Elimden gelen en iyi baba ve koca olmak için çok çaba gösteriyorum. Ve en iyi "ben" olmak için. Elimdekileri yitirmek istemiyorum. Bir anda hepsi gidebilir, biliyorum. Ve bu, hayatın zor bölümü.  Ve o zaman, sanki...bütünüyle yeniden doğmak gibi bişey benim için, hayata yepyeni bir yönden bakmak. Batağına daldığım içkinin ve bok çukurunun sonu belliydi, çok sıkıcıydı. Bütün bu şeylerde heyecan arıyordum, sonuçsa hep aynıydı. Ertesi gün bir yatakta, tanımadığım bir insanın yanında uyanırım. Zilzurna sarhoşumdur, çıkmam gereken bir konser vardır, hep aynı.... şimdi hayatım çok daha heyecanlı. Ne olacağına dair bir fikrin yok, özellikle zihnin berrakken, içinde bulunduğun anı yaşarken...."

James Hetfield, Metallica'nın solisti, "Some Kind Of Monster" isimli belgeselden...

Salı, Mart 02, 2010

"Evil Dead"e komşu geldi: Død snø


Nihayet sonunda Nazilerin sahadan puanla ayrıldığı bi filme rastlamak güzel. Yanlış anlaşılmasın, öyle faşizan eğilimli yada Hitler sempatizanı oluşumdan değil. Ama sinema tarihinde böyle bir "kadrolu loser" muamelesi gören bu güruhun makus talihlerinden bir kere olsun sıyrılıp happily ever after(!) bi vaziyette filmi noktalamaları hiçbişey değilse bile orjinal, zombi bile olsalar...Finali açık etmiş gibi olduk ama öyle bi "sürprizli son" filmi değil zaten "Dead Snow". Vakti zamanınında milletin iflahını kesmiş, halk bunlara karşı ayaklanıp karlı dağlara sürünce orda da ölemeyip zombilleşerekten gelene geçene musallat olmaya devam eden bi Nazi bölüğü var. Sonra bunların mıntıkasına spor olsun diye bi ziyaret gerçekleştiren kızlı erkekli de bi grup var. Böyle iki güzide klübümüzün er meydanında kozlarını paylaşmamaları zaten olası değilken, bu gafiller zamanında askerlerin alın teri göz nuru dökerekten halktan gaspettikleri altın, gümüş, mücevherata da el koyma cüretini gösterince, cümbüş kaçınılmaz oluyor haliyle. Kopan kollar bacaklar, çıkartılan bağırsaklar, kovalar dolusu kan, bilumum iç organ...bi splatter filminden beklediğiniz her şey var, ayrıyaten komik de. Askerlerin tacizlerine cevap vermek durumunda kalan gençler, başta bi kaç arkadaşlarını bu mücadeleye şehit verseler de, zamanla askerlere molotof kokteyl atayım derken sığındıkları kulübeyi yakacak seviyeden "orak-çekiç"le Nazi biçecek düzeye geliyorlar. Bu aşama kaydedildikten sonra olay geyiğe evriliyor zaten, ki filmin çekilme amacı bariz bu. "Evil Dead", "Bad Taste" yada "Braindead" gibi filmlere bakınca iğrenmekten ziyade eğlenebilen bi insansanız "Dead Snow" bu cemaatin yakışıklı bi üyesi, keyif almamak kabil değil. Yok aksi bi durum söz konusuysa yaklaşılmaması tavsiye olunur.