Çarşamba, Haziran 30, 2010

Salı, Haziran 15, 2010

Global Metal


Kanada'lı bi antropolog olan Sam Dunn, 2005 yılında uzmanlık alanı ile metal tutkusunu birleştirerek “heavy metal”i bir kültür olarak ele aldığı “Metal: A Headbanger's Journey” isimli belgesele imza atmıştı. 2006 yılı İstanbul Film Festivali kapsamında bizim de izleme imkanı bulduğumuz bu şahane belgesel, metal müziğe dair birçok tartışmalı veyahut yanlış anlaşılmış noktayı konu edinmesi yönüyle sadece bizim gibi bu müziğe meftun kimselere hitap etmekle kalmıyor, olaya fransız olan şahısları da bilgilendirecek mahiyette bi içerik sunuyordu. Ronnie James Dio, Tony Iommi, Bruce Dickinson, Tom Morello, James Shaffer, Corey Taylor, Rob Zombie ve daha birçok baba ismin görüşleriyle yer aldığı belgesel, metal müziğin köklerini, hayran kitlesiyle vesilesiyle oluşmuş bu kültürü ve şarkılarda yer alan satanizm, vahşet, ölüm, cinsellik gibi temalar üzerinden oluşmuş tartışmaları konu ediniyordu. Bu noktada benim en ilgimi çeken bölüm metal müziğin satanizm ve din ile ilişkisinin irdelendiği kısım olmuştu. Zira ülkemizde de 90’larda yaşanmış vahim bi hadise vesilesiyle çoğunlukla satanizmle özdeşleştirilen metalin bu olguya ve dine bakışının şarkılardan ziyade o şarkılara hayat veren müzisyenler vasıtasıyla irdelenmesi olaya bambaşka bir perspektif kazandırmıştı. Katolik olduğunu öğrendiğimiz Slayer vokalisti Tom Araya’nın nasıl “God hates us all” gibi bi söz yazabildiği sorulduğunda “it was fucking cool” diye cevap verdiği gibi birçok müzisyen, metal müziğin kanında olan “akıntının aksi yönünde hareket etme” dürtüsüyle bu tarz temalara şarkılarında yer veriyorlardı, İblis’in dünya yüzüne çıkmasını istediklerinden değil. İskandinav black metal grupları hariç tabi, o adamlar kilise kundaklamaktan tut adam öldürmeye kadar gayet ihlaslı bir biçimde satanizm ve anti-hristiyanlık faaliyetlerine bilfiil devam etmekteler…


“Metal: A Headbanger's Journey”in bi çeşit devamı niteliğindeki “Global Metal”, ilk filmde Avrupa ve ABD kapsamında ele alınan metalin gezegenin geri kalan kısmında nasıl bir etki oluşturduğunu irdeleme niyetiyle yola çıkıyor. Sam Dunn’ın belgeselde belirttiğine göre onu böyle bi çalışma yapmaya iten etken, ilk filmine yönelik dünyanın farklı farklı birçok noktasından gelen reaksiyonlar olmuş. Bu çerçevede uğranılan duraklar Brezilya, Japonya, Hindistan, Çin, Endonezya ve Dubai. Çok radikal bi rota olduğu iddia edilemese de genel bi fikir vermesi kabilinden yeterli olduğu söylenebilir zira araplardan tutun hindulara kadar birçok millet kendilerine yer buluyorlar. Ben özellikle Dubai’li iki müzisyenle yapılan röportajı izlerken çok eğlendim. İsrail bölümü ister istemez biraz spekülatif kalıyor. Olayın Filistin kısmına hiç dalınmaması sebebiyle mevzu antisemitizm ve intihar bombaları çerçevesinde dönüp duruyor, haliyle tek yönlü bi tablo ortaya çıkıyor. Gerçi Endonezyalı antisionist gruplara söz verilmesiyle bu durumun nispeten dengelendiği iddia edilebilir. Film boyunca gidilen ülkenin müzisyenlerinin ve dinleyicilerin yanısıra gene ünlü isimler de görüşlerini aktarıyorlar; Bruce Dickinson, Adrian Smith, Tom Araya, Marty Friedman, Max Cavalera ve Lars Ulrich gibi. Belgeselin ulaştığı en özgün sonuç filmde Dunn’ın kendisinin de ifade ettiği üzere “dünya üzerindeki birçok metalcinin bu müziği sadece batıdan ithal bir ürün gibi ele almayıp onu dönüştürmeleri ve kendi toplumlarındaki yozlaşmışlıkları, sorunları metal vasıtasıyla dışa vurabilmeleri”. Bu çerçevede öncülü kadar ilgi çekici olduğunu iddia edemesek de önemli, zaten seyrek olan örnekleri içinde rahatlıkla öne çıkan, metalcilerin kesinlikle kaçırmaması gereken bi yapım “Global Metal”.


Perşembe, Haziran 10, 2010

Les Grossman'ın epik hayat öyküsü (!)


Başta bi söylentiydi ama artık kesinlik kazanmış durumda; Les Grossman’ın hayatı film oluyor. Konuya ilişkin ilk açıklama, kendisiyle tanışmamıza vesile olan “Tropic Thunder”ın yönetmeni ve bu filmin de yapımcısı olacak olan Ben Stiller’dan geldi : “ Les Grossman’ın hayatı, tüm zorluklara karşı büyük işler başarmış bi adamın ilham verici öyküsüdür. Grossman’ın kendisi de ‘ bu filmi bitirdiğimizde s.ktiğimin Citizen Kane’inin boktan bi amatör sinema örneği gibi kalmasını’ planladığını söyledi. Kendisiyle çalışmaktan onur duyuyorum”. Senaryonun içeriğiyle alakalı görüşleri sorulan Les Grossman’ın açıklaması da şu yönde olmuş: “ Yakın arkadaşım Kirk Lazarus’tan atıf yaparak söylüyorum: ‘ben senaryoyu okumam, senaryo beni okur”. En son beyanat da Paramount Film’in başkanından gelmiş: “Bu işte ne öğrendiysem Les’ten öğrendim. Onun yanında asistan olarak kariyerime başladım, daha ilk günümde öğle yemeği siparişini yanlış verdim diye bana masasını fırlattı. Onu bi baba gibi sevdim. Bu adamın hayat hikayesinin haklarını muhafaza etme kabiliyetlerinden ötürü Ben (Stiller) ve Stuart Cornfeld’e sonsuza dek minnettar kalacağım.”

Son on yılın muhtemelen en iyi 5 filminden biri olan “Tropic Thunder”ın herbiri birbirinden eğlenceli karakterleri içinde Robert Downey Jr. tarafından Kirk Lazarus ile birlikte en göze batanıydı Tom Cruise’un Les Grossman’ı. Son yılllarda çevresinde bi antipati halkası oluşmaya başlayan Cruise’u da kamusal alanla barıştırdı bu figür. En son MTV ödül törenleri için Twilight çocukları R.Pattinson ve T.Lautner, Will Smith, oğlu Jaden Smith, Michael Cera ve Bill Hader’ı da barındıran bi kaç Grossman skeci hazırlanmakla kalınmadı, Cruise Jennfer Lopez ile birlikte sahneye de çıktı. Bu cameoya gösterilen yüksek rağbetten ötürü mü yoksa zaten böyle bi film yapma fikri vardı da bunun pazarlaması için MTV kullanıldı bilemesem de neticede şu aşamada projeye yeşil ışık verilmiş durumda. Senaryoyu kaleme alacak isim, fragmanları itibariyle “Speed Racer”ın akibetine maruz kalacağa benzeyen “Scott Pilgrim vs. the World”un yazarı Michael Bacall. Yönetmen koltuğunu kimin devralacağı henüz netleşmiş değil. Projenin gündeme geldiği andan beri, özellikle bizim cenahta yeni bi Recep İvedik vakası olacağına dair şüpheler oluşmadı değil. Bu kaygıların tümüyle mesnetsiz olduğunu söylemek de güç. Bir filmin içinde şahane duran bi karakteri, kendi başına apayrı bi hikayeye malzeme etmek ticari açıdan iyi bi fikir olsa da ortaya çıkacak işin niteliği açısından olumlu netice vermeyebiliyor. Bu noktada olayın püf noktası hikaye oluyor haliyle. Senarist seçimi bu bağlamda endişe verici karşılanabilir, şahsen ben de Tropic Thunder ekibinin senaryoyu kaleme almasını tercih ederdim. Ama Ben Stiller’ın yapımcı olarak projede yer alıyor oluşu bişeylerin iyiye gideceğine işaret bence. Hatta Robert Downey Jr., Jay Baruchel, Nick Nolte vs. diğer oyuncuların konuk olarak filmde yer alabilirler bu vesileyle belki. İşte o zaman tadından yenmez zaten. Bekliyoruz…

öyle Fantastic 4 olmaz olsun!


“Fantastic 4” ve devamı niteliğindeki “Rise of the Silver Surfer”ın çok iyi filmler olduklarını iddia edecek değilim. Hatta ortalamayı ne derece aşıp aşamadıkları da tartışılır. İkincisini ilkinden daha çok beğenmiştim onu biliyorum. Yalnız tartışılamayacak tek husus kastdaki isabetli seçimler, daha da spesifik olarak ifade etmek gerekirse JESSICA ALBA'dır. Kabul ediyorum, bu noktada olaya çok nesnel yaklaşmıyor olabilirim, kendisine karşı olan hislerim mantığımı perdeliyor da olabilir. Ama şu aralar “reboot” işlemine tabi tutulması gündemde olan "F4”ün bu tazeleme sürecinden kastın da nasibini alması bence hatalı bir hamle (İnsan böyle bi insanı filme koymaz mı yav?). Sırf Alba da değil, şu aralar yıldızı yükselen Chris Evans ve Julian McNohan da gayet iyiydiler canlandırdıkları karakterlerde, eleştirilen Ioan Gruffudd bile. Bir diğer husus da bu "reboot” hadisesi. "Yeniden ele alma, tazeleme” şeklinde tercüme edilebilecek terim için yakın zamandan gösterilebilecek örnekler “Star Trek” ve "Terminator Salvation”. Popülaritesini ve canlılığını yitimiş “franchise”lar için kurtuluş reçetesi olarak kullanılagelmiş reboot müessesi, bugüne kadar olumlu sonuçlar da verdi ("Batman Begins", "Casino Royale"), pek bir farklılık yaratamadığı zamanlar da oldu ("The Incredible Hulk"). Bu noktada rebootun gerekliliğini sorgulamak elzem hale geliyor. Farzı misal bir "Batman" için bu kaçınılmaz bir durumdu; Ang Lee yönetimindeki "Hulk” birçok kişiyi hayal kırıklığına uğratmıştı. "Star Trek", "James Bond" ve "Terminator" filmlerinin de taze kana ihtiyaçları vardı. Fakat "Fantastic 4" gibi 600 milyon dolar üzeri gişe getirmiş bir serinin daha üzerinden 3 yıl geçmişken böyle tersyüz edilmesi manasız. Tim Story gibi “Taxi”nin yeniden çevrimini yapmaktan gelme bi yönetmen yerine işini bilen bir adamı yönetmen koltuğuna oturtsalar, senaryoyu da daha yetkin isimlere teslim etseler daha aklıselim bi hareket olur bence. Ama neticede ben kendi kendime konuşuyorum tabi, herkes gene bildiğini okuyor. Yeni filmin adı bile konmuş durumda "Fantastic 4 Reborn”.

Perşembe, Haziran 03, 2010

Solomon Kane


Bizim topraklara uğramamış şık bi uyarlama daha… Solomon Kane, Robert E.Howard’ın yarattığı kurgusal karakterlerden biri. Howard, bir diğer eseri olan Conan ile dünyaca tanınmış, bu tarz karakterleriyle büyünün ve kılıç şakırtılarının atbaşı gittiği bi hikaye türünü ortaya çıkarmış insan. Conan bi şekilde aşina olduğumuz bir figur olsa da Solomon Kane bizim buralarda çok bilinen bi karakter değil. Ben de bu film vesilesiyle bilgi sahibi oldum, yoksa Rachel Hurd-Wood oynuyor diye fragmanına göz atmasam, akabinde de izlemeye karar vermesem şahsı muhterem hakkında hiç bir fikir sahibi olacağım yok.


Kane 16 yy. da önüne çıkan her tür iblis, büyücü, hortlakla mücadele etmiş bi çeşit intikamcı. Elimizdeki film karakterin nasıl ortaya çıktığını anlatmaya, köklerini hikaye etmeye yelteniyor. (Zaten bi üçlemenin ilk filmi olarak düşünülmüş, devamının gelip gelmeyeceğine dair şu an belirli bişey yok). Kahramanımız önce Kuzey Afrikada bi savaş esnasında bir şeytanla yüzleşiyor, lanetlendiğini söyleyerek canını tahsile yeltenen iblisin elinden kurtularak  ruhunu arındırmak için bi kiliseye sığınan Kane rahiplerce yaşam gayesini bulsun diye kiliseden yollanıyor. Şiddetten, kandan uzak bir biçimde yaşamını sürdürmeye niyetiyle yeni dünyaya göç eden bir ailenin yanına takılsa da, o civarda hüküm süren bir büyücünün icraatleri neticesinde yeminini bozmak durumunda kalıyor. Hikayenin sonunda masum bi ailenin kızını kurtararak ruhunun selamete erdiğine hükmeden Solomon, bundan sonraki hayat vizyonunu da netleştirmiş oluyor; nerde bi mel’unluk türerse başını ezmek.


"Solomon Kane”in vesile olduğu ilklerden biri de yönetmen Michael J. Bassett ile tanışmak oldu. Bunun öncesinde iki gerilim filmine imza atmış, çok da ses getirmemişler. “..Kane”de gösterdiği performansa bakılırsa görsel yönü güçlü sahneler yaratmakta mahir bir adam ki orta çağda geçen gotik nitelikte bi hikayeyi filme aktarmak için de bu tarz bir yönetmen zaruri. Bu bağlamda özel efektlerden ve yapım tasarımdan sorumlu tayfaya da selam etmek şart. Filmin temposu genelde sarkmıyor, hikaye de amacına uygun bi şekilde işleyerek bir kahramanın doğuş öyküsünü dili döndüğünce anlatıyor. İnşallah bu ekip korunarak devam filmleri çekilir de biz de Solomon Kane’in icraatlarını sinema yoluyla takip etme olanağına sahip oluruz.


Anakarakteri canlandıran James Purefoy’u da ilk kez burda izleme olanağı buldum ama bu "Rome”u izlememiş olmamdan kaynaklanan bi durummuş, anladım. Yer yer biraz kasıntı hareketleri olsa da, canlandırdığı karakteri tüm antipatik yönlerine rağmen izleyiciye sevdirebilecek yetenekte bi adam. Yan rollerde Max von Sydow ve Pete Postlethwaite filme ağırlık katıyorlar. Yukarda bahsedildiği üzere filmin öncelikli çekim noktası olan Rachel Hurd-Wood kısa rolüyle bile etkileyici olmayı başarmış.

Çarşamba, Haziran 02, 2010

Push


Bir önceki filmi "Lucky Number Slevin" ile sinemaseverlerin takdirini toplamış İskoç filmci Paul McGuigan çizgi-roman uyarlaması olmayan bir çizgi roman filmiyle karşımızda. Çizgi romanlardaki mutantlara benzer şekilde psişik yetenekleri olan insanların aranıp avlandıkları bir dünyada geçiyor "Push". Bu avlama işinden sorumlu güvenlik birimi Division bir mover (nesneleri zihinleriyle hareket ettirebilme yetisi) olan Nick ve babasının peşinde. Baba, ajan Carver (Djimon Hounsou) tarafından katledilmeden önce bir watcher (geleceği görme yetisine sahip olanlar) tarafından kendisine iletilen bir kehaneti oğluna aktarıyor; Division'ı alt etmek için Nick'in yardım etmesi gereken bir genç kız var. 


Aradan yıllar geçiyor ve Division psişiklerin güçlerini arttırabilecek bir ilacın denemelerine başlıyor. Bu deneylerden sağ çıkabilen sadece pusher (başkalarının düşüncelerini kontrol edebilme yetisine sahip) bir bacı oluyor, o da ilacın bir örneğini alıp Hong Kong'a kaçmayı başarıyor. Division ajanları kadının peşinde Hong Kong'a yollanıyorlar ve kapısını çaldıkları isimlerden biri de Nick (Chris Evans) oluyor. Ajanlar gittikten sonra Nick'i bulan sıradaki kişiyse bir watcher olan ergen gerisi Cassie (Dakota Fanning). Cassie yanında içinde 6 milyon dolar olan bir çantayla dolaşan bir kadının peşinde ve Nick'ten yardım istiyor. Cassie'nin annesi gelmiş geçmiş en güçlü watcher'lardan biri ve Division tarafından hapis tutuluyor. Nick babasının söylediği kehanetteki kızın bu olduğuna kanaat getiriyor ve ona yardım etmeye karar veriyor.


Senaryo böyle takip edilebilir bir düzeyde başlasa da süre geçtikçe gereksiz yere karmaşıklaşıyor. Yönetmen McGuigan böyle çetrefilli hikayelerden hoşlanıyor orası kesin ama bu materyal için o kadar kasmaya gerek yok. "Heroes"un iki saate sığdırılan eğlencesiz versiyonu gibi bir şey film (ki hakkaten de Güney Amerika'da bazı ülkelerde "Heroes" adıyla gösterime girmiş!). 1940'larda Kazablanka'nın birilerinden kaçan kimseler için en uygun sığınak olmasından esinlenen McGuigan Hong Kong'un modern Kazablanka olduğuna kanaat getirip hikayenin orada geçmesine karar vermiş. Keşmekeşiyle bilinen şehrin kaosuna uyumlanmak için de gerilla bir çekim tarzı benimsenmiş, karavanların içine gizlenen kameralar, dar açılı çekimler, aktörlerin kalabalık sokaklarda tek provayla çekim yapmaları vs. Eski usül filmciliğe öykünüp sırtını yeşil ekrana da dayamamış, Hong Kong'un çetrefilli trafiğine karşı kaçınılmaz olarak özel efektlere başvurulan araba sahneleri dışında çoğunlukla pratik efektlere kullanılmış. Tüm bunlar filme belli bir aksiyon duygusu ve güncellik katsa da aynı zamanda çoğunlukla perdede ne olup bittiğini anlamanın güç olduğu, takip etmesi çaba gerektiren bir görselliği de beraberinde getirmiş. Evans, Fanning ve Hounsou'nun parladığı şık oyuncu kadrosu böyle biraz harcanmış açıkçası. McGuigan hanesine yazılabilecek bir hayal kırıklığı.

if we can't, live together... we're gonna die alone


"It's been six days... and we're all still waiting. Waiting for someone to come. Well, what if they don't? We have to stop waiting. We need to start figuring things out. A woman died this morning just going for a swim, and he tried to save her, and now you're about you crucify him? We can't do 'this'. Every man for himself is not gonna work. It's time to start organizing. We need to figure out how we're gonna survive here. Now I found water... fresh water up in the valley. I'll take a group in at first light. If you don't wanna come, then find another way to contribute! Last week most of us were strangers. But we're all here now, and God knows how long we're gonna be here. But if we can't, live together... we're gonna die alone."

"Altı gün oldu ve hala bekliyoruz...birilerinin gelmesini bekliyouz. Ama ya gelmezlerse? Beklemeyi bırakmalıyız. Bazı şeyleri anlamaya başlamalıyız. Bu sabah bir kadın sadece yüzmeye gittiği için öldü. Onu kurtarmaya gitti ve şimdi onu çarmıha mı geriyorsunuz? Bunu yapamayız. Herkesin kendine çalışması işe yaramayacaktır. Organize olmaya başlamanın zamanı. Burada nasıl hayatta kalacağımızı öğrenmemiz gerekiyor. Şimdi, su buldum, tatlı su, vadinin yukarısında. İlk ışıkla beraber bir grup toplayacağım. Eğer gelmek istemezseniz, katkıda bulunabileceğiniz başka bir yol bulun. Geçen hafta çoğumuz yabancıydık. Ama şimdi hepimiz buradayız. Ve ne kadar burada kalacağımızı Tanrı bilir. Ama birlikte yaşayamazsak, yalnız ölürüz."