Pazartesi, Ağustos 30, 2010

The Pretty Reckless - Light Me Up


Taylor Momsen, paraya aç bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olacak ki daha 2 yaşındayken bir ajansa kaydettirilmiş ve 3 yaşından itibaren reklamlarda görünmeye başlamış. 7 yaşındayken yer aldığı Ron Howard filmi "Grinch"de Jim Carrey ile karşılıklı oynama şansı yakalamış ve parlayan yeni çocuk yıldız olarak herkesin radarına girmişti zamanında. Akabindeki oyunculuk kariyeri Robert Rodriguez'in "Spy Kids 2: Island of Lost Dreams" si ve Gus Van Sant'ın "Paranoid Park"ı gibi örneklerle devam eden Momsen son 3 yılın fenomen dizilerinden biri haline gelmeyi başaran "Gossip Girl"deki Jenny Humprey karakteri ile geniş kitlelerce tanınan bir oyuncu haline gelmeyi başardı. Fakat son 2 sezondur dizide giderek daha az belirmeye başlamıştı ve bunun sebebi de müzik kariyerine ağırlık vermesiydi.


Momsen'in "The Pretty Reckless"i geçtiğimiz yıl içinde kurulmuş bir grup. Paramore, Pop Evil ve My Chemical Romance gibi gruplarla çalışmış Kato Kahndwala'nın yapımcısı olduğu grubun esin kaynakları arasında Beatles, Oasis, Kurt Cobain ve Joan Jett gibi grup ve müzisyenler yer alıyor Momsen'in açıklamalarına bakılırsa. Bu yıl gösterime giren "Kick-Ass"in soundtrackinde yer alan "Make me Wanna Die" ile dikkat çekmeyi başaran grup ilk stüdyo albümünü de geçtiğimiz günlerde piyasaya sürdü.


Gitarda Ben Philips ve davullarda Jamie Perkins'in yer aldığı albümdeki söz ve müziklerde de Momsen ile Philips'in imzası var. Son iki yıl otantik bir sound arayışında şarkı yazımına devam eden ikili bunu bulduklarına kanaat getirdiklerinde albüm hazırlıklarına girişmişler ama nihayetinde kendini pek nereye koyacağını bilemeyen bir albüm olmuş. Blues esintisi de var albümde, hard rock da, yeri geldiğinde alt-metal ve nu metal tınısı da çalınıyor kulağa. Grubun ismini duyurmasını sağlayan Make Me Wanna Die albümün de en iyi parçası. Taylor Momsen'in sesi beklenmedik derecede iyi ama şarkılarının sözleri ve müzikleri için biraz daha ekmek yemesi lazım gibi duruyor. Gene de rock star olmaya özenen kız çocuğu triplerinin ötesinde yetkin bir çalışma olduğunu da söylemek lazım. Biraz daha pişmesi lazım sadece.

ha emmy ha oscar, alayı bir!


Kabul ediyorum, "Mad Men" izleyicisi bi insan değilim, çok şahane mükemmel bi dizi de olabilir ama her sene her sene de aynı yapıma en iyi drama ödülü verilir mi arkadaş! Hayır rekabetten yana sıkıntı olsa bi nebze anlayacam, öyle bi durum da yok. Elimizde her ne kadar en başarısız sezonuna imza atmış da olsa öyle yada böyle bi fenomen olarak başlamış ve bitmiş bi "Lost" var. Yok eğer ben geçmişin şaşaasına bakıp veda muhabbetine prim vermem diyosan öte tarafta bi "Dexter" var ki geride bıraktığımız sezonu düşününce "Dexter"dan bu ödülü esirgemenin vebalini ödeyemez bu emmyciler, Allah da müstehaklarını versin ne deyim, adı belli en iyi komediyi de "30 Rock"a verselerdi bari tekrardan, en azından ezberimiz bozulmamış olurdu...

Son kez aday olan "Lost" tayfasından bi ödülü esirgedi Emmy ahalisi. Gerçi rekabetin bol olduğu alanlarda adaylık sözkonusuydu. Ben belki Matthew Fox'u ödüllendirirler diyodum ama "Breaking Bad"deki eleman da dizi gibi baya takdir topluyodu, neticede çok da yadırganacak bir karar değil. Fakat final bölümündeki yönetmenliğiyle Jack Bender'a ödül verilebilirdi bence. Tamam, "Dexter"ın finali de çok başarılıydı ama dizinin nihayete eriş şekline ne kadar uyuz olursanız olun "Lost"un büyük finali son derece iyi çekilmiş bir bölümdü.

Neil Patrick Harris'e de ödülü koklatmadılar gene, 4 senedir her ödül töreninde kafadan aday olan bi adam. Dizide Ted'in karısıyla tanışmamızı mı bekliyolar nedir...

Avatar: "çok ama çok special edition"


james cameron beyfendi, kaldırdığı paralara doymamış olacak ki tüm zamanların en abartılmış filmlerinden biri olan son yapıtına ekstradan 9 dakika daha kaktırıp gösterime soktu, never seen footage (!). Zaten tüm gezegene bi gazla filmini izlettirdi, dvdsidir blurayidir ondan da bi dolu para götürdü, ne gözü doymaz herifmiş, dön Allah dön Avatar kakalayacak millete! Gerçi gördü ebesinin örekesini, haftasonu gişelerinde esamesi okunmadı "specially edited avatar"ın. Bence cameron, tür kırmasına girişsin bi dahaki sefere; Avatardan komedi filmi çıkartabilir mesela, başrole de Ben Stiller'ı koyar hatta, adam zaten role hazır. Veyahut halihazırda birilerinin niyetlendiği porno versiyonuna önayak alabilir, onun her tür editionına izleyici bulmakta sıkıntı da yaşamaz.

Pazar, Ağustos 29, 2010

The Expendables


Sylvester Stallone her ne kadar kariyeri boyunca niteliği tartışılır birçok filme imza atmış, oyunculuğunun çapının çoğu zaman sorgulanmasına neden olmuş, siyasal duruşuyla da yer yer kamuoyunda antipati tohumları ekmiş olsa da bizim kuşağın çocukluğuna dair en önemli figürlerden biridir. Bizden öncekiler videodan, bizden sonrakiler bilgisayardan nasiplenirlerken, biz aradakiler film izleme kültürünü televizyon vesilesiyle edindik. O dönem kanalların en sıklıkla başvurduğu filmler de "The Expendables"ın yadetmeye yeltendiği tarzda aksiyon filmleriydi. Bu yapımların belki büyük bir kısmının çok da hatırlamaya değer örnekler olduğu iddia edilemese de, bu dönem filmleri belki çocukluğun verdiği naifliktendir bilinmez keyifli birer hatıra olarak hafızamıza kazınmıştır. Tabii bu filmlerin starları olan Stallone, Schwarzenegger, Van Damme gibi isimler de nostaljik birer figür hüviyetini kazanmışlardır.


"The Expendables"ın kadrosunda Van Damme yok, ki filmin yaratmak istediği duygu açısından büyük bir eksiklik. Fakat neticede yapılacak birşey de yok, zira Van Damme gelen teklifi reddetmiş. Ben olsam, her ne kadar kuşak olarak Stallone ile Statham arasına tekabül etse de, Marc Dacascos'a da teklif götürürdüm. Kim bilir, belki şu aralar söylentileri iyice kızışan devam filminde bu isimler de kadrodaki yerlerini alırlar.


Bir grup paralı askerin Güney Amerika'da bir diktatörü devirmek için kiralanmalarının hikayesini anlatan "The Expendables", öncülünün çağrıştırdığı üzere (beklenilenin aksine) amerikan dış siyasetine çanak tutan bir film değil. Hatta Eric Roberts'ın karakteri vasıtasıyla bir ölçüde eleştirel bir tutum takınıldığı bile söylenebilir. Gerçi bunun ne derece önem taşıdığı da tartışılabilir çünkü "The Expendables" çıkış fikrinden kast seçimlerine kadar tüm tasarımıyla hikaye merkezli olmaya uygun bir film değil. Aksine, anısına saygı duruşuna bulunduğu dönem filmlerinin kaliteli örneklerinde olduğu üzere hikaye şablonunu vadettiği aksiyon ve eğlenceyi perdeye taşımak için mazeret olarak kullanması gereken bir film. Ne var ki Stallone'nin filmi ilk yarısı itibariyle bu kaideden uzakta bi seyir izliyor, bir iki çok başarılı aksiyon sahnesi dışında filmin sarktığı ve yer yer sıkıcılaştığı bir ilk yarı ile karşılaşıyoruz. Bu durumun oluşmasında Sly'ın Dave Callaham ("Doom", "Horsemen") ile ortaklaşa yazdığı senaryonun payı da var. Her ne kadar sinema tarihine Rocky gibi bir fenomeni armağan etmiş olsa da Stallone'nin yazar olarak yeteneği çoğu kez tartışılmıştır. Burda da dialoglar, hikaye akışı ve karakter gelişimi açısından sorunlu bir işçilik söz konusu. Sly'ın yönetmen olarak performansı bile aksiyon sahnelerinin dışında vasat bir seyir izliyor, dialog sahnelerinde gözlere odaklanan çerçevelemeler yapmak gibi garip tercihlerde bulunulmuş.


Öte yandan filmin ikinci yarısı tüm bu aksayan noktaları temize çıkarıyor çünkü "Expendables" bu bölümde varoluş sebebini hakkıyla ifa edip tam gaz bir aksiyon şölenine dönüşüyor. Az konuşup çok icraatin yapıldığı; gayet şık tasarlanmış dövüş sahneleri, birbiri ardına patlamalar, soluksuz silahlı çatışma yoğunluklu bu bölümün ardından hitap edilen kitlenin beklentileri karşılanarak keyifli ve tatmin olmuş bir biçimde seyirci salondan uğurlanmış oluyor. Stallone'nin yönetmenlik performansı da aksiyon sahnelerinde şaha kalkıyor ve böylesi bir projenin hakkını en doğal biçimde verebilecek isimlerden bir olduğunu ispat ediyor. Eldeki kadronun ekran personalarını da yapımın en önemli kozlarından biri. Sırf Stallone, Rourke, Statham ve Li'yi aynı sahnede seyretmek ya da Schwarzenegger ve Willis'in cameo yaptıkları artık meşhur hale gelmiş kilise sahnesi için bile izlenebilecek bi yapım.


Filmin göz alıcı oyuncu kadrosunda en dikkat çekici performansı sergileyen isimse Mickey Rourke olmuş. Aslında kariyeri  aksiyon filmlerinin yoğunlukta olduğu bir aktör olmasa da Sly ile olan ahde vefa ilişkisi neticesinde (Stallone "Get Carter" filminde başrollerden birinin o dönem kimseler yüzüne bakmadığı Rourke'a verilmesini sağlamıştı) kadroda yer alan Rourke, özellikle filmin en iyi yazılmış sahnesi olan Bosna ile alakalı monologta ne derece üst düzey bir oyuncu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Verdiği röportajlarda projede yer almaktan ne kadar mutlu olduğunu sık sık ifade etmekten geri durmayan Jason Statham da bu memnuniyetini performansına yansıtmayı başarmış. Filmde ilk belirişini son derece cool bi hareketle yapmasından mıdır nedir ben Dolph Lundgren'i izlemekten de büyük keyif aldım, Rourke'tan sonra sarfettiği diyalogları ağzına en iyi oturtan isim oydu. Jet Li ise canlandırdığı karakterin iyi tasarlanmamış olması nedeniyle filmde sadece tekmeleriyle yer almış. Stallone'a gelirsek, her ne kadar kadronun diğer isimleri yanında performansı biraz durağan gözükse de gene de takdir etmek lazım, o yaşında türlü türlü aksiyon sahnesinde yer almak her baba yiğidin harcı değil.


Filmin en baba sahnesi olarak tasarlanan ve pazarlanan "Kilise sahnesi" ise, nitelik olarak "Heat"deki De Niro-Pacino buluşması nispetinde bir kalite arz etmese de neticede klasik olarak kabul edilebilecek, tüm dünyadaki "fanboy"lar için önemli bir an. Yukarda da bahsettiğimiz üzere planlanan devam filminde baş kötü adam rolünün Willis'e gitmesi de gündemdeymiş zaten, hayırlısı...


Doğası gereği katıksız aksiyon seyircisini hedef kitle olarak seçen "Expendables"ın beklentilerimizi tümüyle karşıladığını söylemek mümkün değil, daha akıcı bi senaryoya sahip bi film herkesin tercihi olurdu heralde. Fakat ortaya çıkan sonuç tümüyle bir hayalkırıklığı olmaktan da fersah fersah uzak, oyuncuları ve aksiyonuyla tekrar tekrar izlenebilecek bir yapım olmuş. Kariyerinde resmen bi rönesans gerçekleştirmeyi beceren Sly, bu ilerleyen yaşında birbiri ardına doğru hamleler yapmaya devam ediyor. İnşallah şu yıllardır sözünü ettiği Poe biyografisini hayata geçirmeye karar verir de biz de çok da şikayetçi olduğumuzu söyleyemiyeceğimiz aksiyon ikonu kimliğinden farklı bi çalışmasını seyretme imkanı buluruz.

Pazartesi, Ağustos 23, 2010

Inception


Chris Nolan, 7 filmlik kariyeri itibariyle şu an günümüz popüler sinemasının en heyecan uyandıran yönetmeni. Bu payeyi elde etmesini sağlayan temel hususiyeti ise çok katmanlı hikâyeler anlatmaya teşne olmasının yanı sıra bunu son derece mahir biçimde başarabilmesi. Nolan'ın filmleri aynı zamanda bir hikâye kaç katmanlı olarak anlatılabilir hususunda bi nevi zihin egzersizi niteliği de taşıyorlar. Daha ilk filmi “Following"den itibaren kendini belli eden bu sinemasal duruş son filmi "Inception"ın da en büyük itici gücü.


DiCaprio'nun canlandırdığı Dom Cobb'un (bu arada ilginç bi ayrıntı; “Following”deki başkarakterin adı da Cobb) hayatını kazanmak için seçtiği yol insanların rüyalarına dahil olup bilinçaltlarından bilgi sızdırmak. Kendisine kaybettiği özgürlüğünü geri kazandıracak son iş ise bir hedefin beynine bir fikir yerleştirmek. "Inception"ın öncülünü oluşturan bu rüya konsepti, salt bu haliyle bile ilgi çekici bi alanken Nolan gene yapacağını yağıyor ve bizi 4 katlı bir rüya içinde rüya ortamına dahlederek mevzusunu çetrefilli bi hale sokuyor. Cillian Murphy'nin canlandırdığı zengin iş adamı Fischer'in zihnine babasının kurduğu imparatorluğu dağıtma fikrini yerleştirme işinin ilk aşaması sağlam bir ekip kurmak. Cobb'un liderliğini ettiği bu takımda iş bölümüne göre birisi rüyaların geçeceği dünyayı tasarlarken, birisi hedef hakkında etraflı araştırma yapmakla, bir diğeri rüyada Fischer'in vaftiz babasının kılığına bürünürken bir diğeri de ekipteki herkesi rüya halinde tutacak güçte bir yatıştırıcı tasarlamakla görevli. Öncelikli hedef Fischer'in rüyasına girerek onu kaçırmak, akabinde tekrar rüyasına girerek onu vaftiz babasının kendisinden bilgi sızdırdığına inandırmak, sonra godfatherın rüyasına girerek aşamalı olarak istenilen fikri Fischer’in zihnine işlemek. Her aşamada ekipten birisi geride kalarak diğerlerini uyandırma işini üstleniyor.


Öykünün asıl civcivli kısmı her zaman olduğu gibi icraat aşaması oluyor haliyle. Bi yandan Fischer’ın bilinçaltını korumakla görevli bodyguardlar, bir yandan Cobb’un rüyaya beraberinde getirdiği kendi vicdani sıkıntıları, bir önceki rüyanın bir sonraki rüyanın fiziksel yapısında oluşturduğu etkiler, 18 saatlik zaman kısıtı, bi kaç aşamalı olması hasebiyle ölünce uyanamayıp koma halinde kalma durumu gibi birden fazla gerilim unsurunu nakış gibi işleyip tatmin edici bi finalle noktalamayı başarmış yönetmen.


“Inception" doğası gereği tek seferde hakkında hüküm yürütmenin zor olduğu, birkaç kere izlendiği takdirde daha sağlıklı bir hükme varılabilecek filmlerden. Zira biz izleyicilere sunduğu dünya ilk seferinde hazmetmenin hayli güç olduğu ayrıntılarla dolu. Bu karmaşık ve çetrefilli yapı bazı noktaların havada kalmasına ya da net olarak anlaşılamamasına yol açıyor ki bu boşlukların gerçekten senaryodaki zaaflardan mı kaynaklanıp kaynaklanmadığı sonraki izleme deneyimlerinde idrak edilebilecek şeyler. Örneğin bi hedef başkasınca tasarlanmış bir rüyayı nasıl görebiliyor, Cobb’un bilinçaltına attığı kimi pişmanlıklarının tezahürleri nasıl oluyor da Fischer’in zihninde de onu takip edebiliyor, rüya halindeyken öldürülen Saito ve Fischer niçin kendilerinin değil de Cobb’un zihinsel Araf’ına sıkışıyorlar vb. sorular şahsen benim için muğlâk kalmış noktalar. Fakat içerdiği bu handikaba rağmen “Inception”, “içinde bulunduğumuz gerçeklik ne kadar gerçek” sorusunu yetkin bir biçimde sorabilmesiyle hem aynı derdi paylaşan “Matrix”, “Dark City” ve “13th Floor” gibi 90’ların o harika filmlerine selam yolluyor, hem de Nolan’ın sinemasal yolculuğundaki tematik bütünlülüğü devam ettiriyor. Zira Nolan da “Insomnia”yı bir kenara ayırmak gerekirse tüm filmlerinde bize ön planda anlatılanın arkasında hep başka bir olayın döndüğü hikâyeler anlattı. Bu noktada bir bakıma kendi filmi “Memento”ya da saygı duruşunda bulunmuş oluyor zira o film de etrafında olup biteni sorgulama işini bilinç düzeyinde ele alan bir filmdi. “Inception”ın en hayranlık uyandıran taraflarından biri de son derece zekice kurgulanmış hikâyesi. Gene Nolan’ın tüm filmlerinde ortak bir özellik olan iyi kurgu, ikinci yarının ortalarına doğru bi nebze olsun sarkıyor gibi olsa da nihayetinde seyirciyi mest etmeyi beceriyor. Tüm bu entelektüel arka planı sürükleyici bir soygun filmi formatına sokan temel etkenlerden biri de bu zaten.


Filmin çok tartışılan finali bana muğlâk olmaktan ziyade muzip geldi zira yönetmenin 2,5 saatlik sure zarfınca seyircisini çıkardığı bu meydan okuyan, keyifli yolculuğu son bi hamleyle de olsa kafa karışıklığı oluşturarak bitirmek istediğini düşündüm. Cobb filmin sonu itibariyle de uyanmış da olsa hala rüya görüyor da olsa değişmeyen nokta “Inception”ın senaryosu, yönetmenliği ve kastıyla özlemini çektiğimiz düzeyde bi blockbuster olduğu. (Bu noktada Leonardo DiCaprio’ya da bi yer açmak lazım, zira "Titanic" sonrası dönemde oluşturduğu babyface imajını zamanla deforme edip, “Blood Diamond" la birlikte kariyerini bi karakter oyuncusu olarak yeniden inşa etmesi takdir edilesi bir başarı.)

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

Cell 211


“Cell 211” 2009’un en çok ses getiren filmlerinden biriydi. Francisco Pérez Gandul’un bir romanından uyarlanan film, İspanya nın oskarları niteliğindeki goya ödül töreninde en iyi film ve yönetmen de dahil olmak üzere 8 dalda ödül aldı. Bizde gösterime girme olanağı bulamadıysa da bu yılki İstanbul film festivali sayesinde memleket insanının bi kısmı filmi sinema perdesinde izleme imkanı buldu. Parlak bi çıkış noktasından hareket eden film, süresi boyunca bu hususiyeti korumayı becerip nihayete erdiğinde vaadini yerine getirebilen nadir yapımlardan.



Juan isminde bi eleman bi hapishanede gardiyan olarak işe başlamazdan bi gün evvel, hevesli olduğunu amirlerine göstermek için hapishaneyi ziyaret ediyor. Kendisine yeni arkadaşlarınca hapishanede gezinti yaptırılırken ufak bi kaza neticesinde yaralanıyor, doktor gelene kadar boş bi hücreye alınıyor. Aynı esnada gardiyanların dikkatsizliğinden faydalanan azılı mahkum Malamadre serbest kalıyor, akabinde de tüm mahkumlar… Ortaya çıkan kargaşada kendilerini hücrelerden mümkün olduğunca uzağa atan gardiyanlar Juan’ı geride bırakıyorlar. Kendine geldiğinde nerde olduğuna anlam veremese de kısa sürede durumu kavrayan Juan da akıllıca bi hareketle hücreye yeni gelmiş bi mahkum gibi davranmaya karar veriyor. Bundan sonrası ise Juan’ın başlangıçta hapishane yönetimi için de içerdeki bi köstebekken mahkumlar için isyanın önemli bi figürüne dönüştüğü bi dizi olayı beraberinde getiriyor.


“Cell 211”in en dikkat çekici tarafı başkarakterini ortasına bıraktığı hırsız,tecavüzcü ve katillerden müteşekkil hapishane ahalisini ne yargılayarak ne de sempatize ederek nesnel bi biçimde yansıtmayı becermesi. Hikaye akıp giderken bu adamları isyana sevkeden sebepleri gözlemliyor ve hak veriyorsunuz ki daha ilk sahnesinden itibaren “Cell 211”in öncelikli derdinin ülkesindeki cezaevi sistemini sorgulamak olduğu aşikar. Bu sorgulamanın asıl özdeşlik kurduğumuz karakter olan Juan üzerinden yürütüldüğü film, bu karakteri beklemediği bir dramatik olaylar zincirine tabi tutarak finale doğru köklü bir değişim geçirtiyor. Sinemasal dilinde herhangi bir özgünlüğe yeltenmeyip asıl olarak iyi tasarlanmış içeriğinden güç alan “Cell 211”, yönetmen Daniel Monzon’un dördüncü filmiymiş. Kendisiyle bu filmde tanışma imkanı bulmuş olsak da çıkan netice itibariyle bundan sonraki işlerini takip edeceğimiz bi isim olacağı kesin. Ama bununla birlikte hikayeyi anlatırkenki kimi artistik tercihleri de sorgulanabilir duruyor. Hikayenin başında bi gardiyanın olayları bi kurula anlattığı sahne örneğin. Bu haliyle film sanki geri dönüşler üzerinden ilerleyecekmiş gibi bi görüntü verirken finale kadar bu yöntemin uygulanmayışı tutarsız bi hareket olmuş. Herhangi bir stilistik hamleye girişmeden gerçekçiliği esas alarak doğrudan hikayesini anlatmayı tercih eden yönetmenin kendisinin de katkıda bulunduğu sağlam senaryo dışındaki bir diğer avantajı da filmin kastı. Özellikle Malamadre rolünde Luis Tosar’ın dikkat çekici bi performans sergilediği filmde Juan rölündeki Alberto Ammann da temiz yüzüyle karakterini daha bir özdeşleşilebilir kılıyor.

İspanyol sineması son yıllarda hususiyle korku sinemasında gerçekleştirdiği ilginç yapımlarla dikkat toplamıştı. “Cell 211” de bu ülke sinemasından ne kadar sağlam işler çıkabildiğinin sağlamasını yapması açısından önemli bir örnek. En azından artık İspanyol filmi deyince aklımıza sadece Pedro Almadovar, Tinto Brass yada Bigas Luna falan gelmiyor.