Cumartesi, Ekim 30, 2010

The Social Network

Facebook'un kuruluş hikayesinin filme çekileceği kamera arkasına geçen isimleri duyana kadar zannetmiyorum ki çoğunluğun ilgisini çekmiş olsun. Yani sitenin mimarının davalarla boğuştuğu malum, bu davaları kaybettiği de. Ama neticede ortada olan bilgisayar karşısında bi yandan atıştırıp bi yandan bi site inşa etmiş insanların öyküsü. Arada birbirlerine kazık atmış olmaları bu mevzuya ne derece bi ilginçlik katmıştır ve yahut David Fincher gibi bir yönetmen ve Aaron Sorkin gibi bir senarist böyle bir öyküde anlatacak ne bulmuşlardır bunu görmek için filmi izlemek gerekiyordu. Özellikle Abd'de elde ettiği eleştirel haşmetin ardından...

David Fincher'ın ilk dönem filmleri göz önüne getirilince yönetmenin Facebook gibi bir sitenin kuruluşundan yola çıkarak tekrar bir modern toplum eleştirisine soyunacağı yönünde bir beklenti oluşmuştu. Ama zannediyorum gözden kaçırılan husus Fincher'ın "Panic Room" ile birlikte kariyerine yeni bir yön vermeye başladığı oldu. Bu filmde soyguncuların evlerine girmeleriyle kapana kısılan bi ailenin öyküsünü anlatan yönetmen, "Zodiac"ta bi seri katilin kimliğini çözmeyi saplantı haline getirmiş insanları, "Benjamin Button"da da hayatı tersinden yaşayan bi adamı konu edindi. Bu üç film de merkezlerine aldıkları karakterler üzerine yoğunlaşıp o eksende takılmayı tercih ediyorlar, bu karakterlerden yola çıkıp daha makro incelemelere yelken açmaya yeltenmiyorlardı. Bu bağlamda zannediyorum Fincher'ın kamerasını toplumdan tek tek bireylere çevirdiği yönünde bir sonuca ulaşılabilir. Şu aralar da "Ejderha Dövmeli Kız"ın yeniden çevrimiyle meşgul olan yönetmenin ilk dönem filmlerinin hayranı bir seyirci olarak bu değişimden hoşnut olduğumu söyleyemem ama durum bu.


Filmin çıkış noktası sitenin mimarlarından Eduardo Saverin merkezli bi ihanet öyküsü anlatan "Accidential Billionares" isimli kitap. Sorkin'in senaryosu ise mevzuyu bütünüyle ihanet perspektifinden ele almayıp "kabul görme arayışı" üstüne yoğunlaşmış. Kahramanımız Zuckerberg Harvard'ın üst düzey klüplerinden kabul görmek istiyor, kendisini terkeden kız arkadaşından kabul görmek istiyor vs. Bu noktada yeri geldiğinde en yakın arkadaşına da kazık atmaktan da geri kalmıyor ama filmde tasvir edildiği haliyle Zuckerberg zaten herhangi bi yakın ilişki kurmaya müsait bir adam değil, daha doğrusu aklı olan birinin arkadaş olmak isteyeceği birisi değil. Karşısındaki dinlemiyor, yeri geliyor yokmuş gibi davranıyor, son derece sinir bozucu şekilde mütemadiyen konuşuyor -Bu noktada Jesse Eisenberg'in sadece bu filme özgü olmayan uyuz görüntüsünün ve seyir zevkini tırmalayan oyunculuğunun da katkısı büyük, neticede isabetli kast seçimi olduğu söylenebilir(!)-. İşte ne kadar Harvard okumuşu olursa olsun Saverin bunu kavrayacak EQ'ya sahip bi adam değilmiş ki Zuckerberg'in peşine takılıp bir işe girişiyor, bu hatasının bedelini de satışa maruz kalarak ödüyor. Bir de Zuckerberg'in fikirlerini "geliştirmek" için ödünç almakta beis görmediği, doğuştan bir "kazanan" olarak ilk defa "kaybetme" durumuyla yüzleştikleri bu olayda nasıl tepki vereceklerini dahi kestiremeyecek derecede "centilmen" (!) olan ikiz kardeşler var, Winklevoss'lar. Zuckerberg'in hırsından nasibini almış bu iki taraf da neticede mahkeme yoluyla istediklerini elde ediyorlar. Film de bu noktada pat diye bitiyor zaten. Eldeki materyalin peliküle aktaracak potansiyele çok da sahip olmayışından mütevellit filmin havada kalan bir finali var. 2 saatlik bir izleme sürecinin ardından biz seyircilere kalansa iyi yazılmış, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış bir film. Fincher, Trent Reznor menşeli şahane müziklerden de destek alarak kurgudaki stilist yaklaşımını yansıttığı bi iki sahnede imzasını belli ediyor. Sorkin'in senaryosu mevzunun sıkıcılığına rağmen seyirciyi sıkmayan, dialog yazımıyla ve kronolojik süreci detaylara boğulmadan aktarabilmesiyle akıcı bir senaryo. Filmin aktör triosundan Andrew Garfield ve Justin Timberlake, esas oğlanı canlandıran Eisenberg'in full force iticiliğini sempatik ve dengeli oyunculuklarıyla dengelemeyi başarıp seyirciye özdeşleşebilecekleri bir iki figür sunmuş oluyorlar, yoksa Eisenberg suretinde bir Zuckerberg üzerinden ilerleyen bir filmin ne derece izlenebilir olacağı meçhul. Gerçi Timberlake'in canlandırdığı Sean Parker pek matah bi karakter değil tabii ki ama onun ilgi çekiciliği de filmin kötü adam kontenjanını doldurmasından ileri geliyor. Bu noktada Timberlake'i de takdir ettiğimi belirtmeden geçemiycem, sinir bozucu bi pop kültür öğesinden iyi bir oyuncu olmaya doğru evriminde emin adımlarla ilerlediğini söylemek mümkün kanımca. Aynı şekilde Andrew Garfield da iyi oyunculuğuyla göz dolduruyor, hazırlıkları süren yeni ve bence çok da gerekli olmayan "Örümcek Adam" için Peter Parker rolüne cuk oturacak isabetli bir seçim olmuş.


Yukarda da ifade ettiğimiz üzere "The Social Network" kötü bir film değil fakat yazar-yönetmen hanesinde Sorkin ve Fincher değilde başka isimler olsaydı şu anki kadar ilgi görür müydü orası meçhul kanımca.

Cumartesi, Ekim 23, 2010

Allah'ın Belası, Olmaz Olası Filmler: A Serbian Film

Bu film, insanın yazmaya elinin gitmeyeceği derecede iğrenç sahneleri filme almaya yeltenen, bu manada sinema tarihinde yeni dip noktası tesis etmiş bi paçavra. İkinci bir Salo vakası, hatta belki daha kötüsü...

Filmin ana karakteri eski bi porno film oyuncusu. Evli ve bi erkek çocuk babası olan eleman paraya sıkıştığı bi dönemde kendisine yapılan bi film teklifi neticesinde mesleğe dönmeye karar veriyor. Ondan sonrası ise bi dolu iğrençlik. Kendisine pornoyla sanat filmi arası bişey olacağı söylenen şeyin aslında sübyancılık, snuff, ölüsevicilik gibi türlü türlü sapkınlığı barındıran bi manyaklıklar sinsilesi olduğunu zamanla öğreniyoruz. Yönetmen ilk önce çalışmalarından örnekler gösteriyor elemana ki bunlardan biri yeni doğum yapan bi kadının karnından çıkan bebeğe tecavüz edilmesi! Bunu görüp seti terketmeye yeltenen eleman bayıltılıyor, üç gün sonra uyandığında hiçbişey hatırlamıyor ama yanıbaşında kasetler buluyor. Son üç günü uyuşturucu pompalanarak geçirdiğini ve yönetmenin türlü türlü fantazisini hayata geçirmek için kullanıldığını anlıyor. Kasetlerden birinde aktör yönetmenin talimatıyla yatağa kelepçelenmiş bi kadını bir yandan döverken bir yandan tecavüz ediyor, en nihayetinde palayla kadının kafasını kestikten sonra kadına tecavüz etmeye devam ediyor. Bir diğer kasette bu sefer aktörün yatağa bağlanıp tecavüz edildiği görülüyor. Kasetlerin sonuncusu ise elleri zincirlenmiş ve dişleri sökülmüş bi kadının boğulana kadar oral sekse zorlanmasını içeriyor. Bunların ardından bi odaya götürülen aktör vücudu örtülü iki kişiden birine anal olarak tecavüz ettiriliyor, bu esnada yanıbaşındaki diğer örtülü kişiye de yüzü maskeli bi adam tecavüz ediyor. Maskeler çıkarılınca adamın aktörün kardeşi, kardeşinin tecavüz ettiği kişinin aktörün uyuşturulmuş karısı, aktörün ilişkiye girdiği kişinin ise gene uyuşturucunun etkisi altındaki kendi öz oğlu olduğu anlaşılıyor! Bu keşfin akabinde aktör yönetmenin korumalarına dalıyor, çıkan arbedede herkesi öldürüyor, kurşunun bittiği noktada kalan son korumanın tek gözlü olduğunu farkedip olmayan göz boşluğuna tecavüz ederek adamı öldürüyor! Filmin finali aktörün karısını, oğlunu ve kendini öldürmesi ile son buluyor.

İronik bir şekilde "A Serbian Film" ismi verilmiş bu paçavranın yönetmeni ve senaristi, hikayenin kendi devletlerinin vatandaşlarına nasıl taciz ettiğinin hikayesi olduğunu belirtmişler. Sırp hükümetinin 90'ların ortasında kendi vatandaşlarından ziyade boşnaklara yaptıklarıyla bu filmde tasvir edilen şeyleri bir arada ele alınca ortaya çıkan şey, senaristin iddia ettiği gibi "bi sırpın taciz edilme günlüğü"nden ziyade "bir sırpın taciz etme" günlüğü oluyor ki bu noktada şikayetçi oldukları hükümetleriyle aynı mantalitede oldukları anlaşılıyor. Yukarda anlattığımız içeriğiyle izleyicisinin ruhuna tecavüz etmekten başka bi niyeti olmayan bu filmin isminin de "Bir Sırp Filmi" olması tam da bu noktada anlamlı, çünkü sorunun kökenin hükümetlerden ziyade sırp toplumunun tarihinde, toplumsal yapısında olduğu sonucuna vardırıyor seyirciyi. İçeriğinde bir travestinin at penisi yalaması gibi sahneler bulunduran "The Life and Death of a Porno Gang" gibi filmleri, yada yetiştirdiği Emir Kusturica gibi dünyaca ünlü sırp sanatçıları(!) da düşününce sanatı bu noktada olan bi topluma dair başka bir sonuca varmak güç zira. "A Serbian Film" şok edici filmler kategorisinde çıtayı hiç kimsenin çekmediği bi noktaya götürmüş, tasvir edilemeyeni tasvir etmeye yeltenmiş, sinemanın cinsel mevzular hususunda tabu kabul ettiği ne varsa hepsini yıkmakla kalmamış, ırzlarına geçmiş bi film. Öyle bi filmden bahsediyoruz ki izleyicisini "8mm"de bir snuff filmi izleme durumunda kalan Nicolas Cage'in karakterinden daha beter psikozlara sokuyor. İşin en acı verici yanıysa, mevzubahis çıtanın bu noktada kalmayacak olması. Bu filmin politik eleştiri kisvesi altında türlü sapkınlığı görüntülemesi ve küresel çapta ses getirmesi illa ki birilerini tetikleyecek, aklı havasalayı zorlayan sahneler barındıran, yapılmamışı yapmaya yeltenen daha nice filmlerin çekilmesine yol açacak. Çünkü her zaman böyle filmlerin alıcısı olacak. Filmkolikler, gene "8mm"deki işadamı gibi, sırf "izleyebildikleri", böyle bi şeyi izleme sürecinin altından kalkabildiklerini gösterip sağda solda hava atmak için "A Serbian Film" gibi filmleri izlemeye devam edecekler. Eleştirmenler belli bir prodüksiyon kalitesi yanında poltik alegori de vadediyor diye böyle filmleri takdir etmeye devam edecekler. Neticede her halükarda olan sinemaya olacak çünkü gösterme üstüne kurulu bi sanat dalı olarak birilerinin sapkın fantazilerini "sanat filmi" başlığı altında göstermelerine alet edilecek. İnsanlık "esfel-i safilin"e ulaşma limitlerini son yüz yılda keşfetmiş değil, bu filmin tasvir ettiği ve daha beteri eylemlerin tarihi insanlık tarihi ile eşit benim düşünceme göre. Fakat bu tarz şeyleri temaşa etme olanağı hiç bir dönemde içinde bulunduğumuz çağda olduğu kadar ileri değildi, teknoloji sağolsun. İstikamet ne yöne doğru diye insan merak etmeden duramıyor.

Total Sci-fi Online sitesinden Calum Waddell'in film üzerine olan eleştiri yazısının sonunda belirttiği şeylere canı gönülden katılıyorum: "Filmin yönetmeni Srdjan Spasojevic, yetişkin bir adamı bi bebekle ilişkiye girerken filme çekmiş bi adam olarak mezara gidecek. Ve bu, tüm o para, şöhret ve Cannes'daki şampanya partilerine rağmen şahsen benim vicdanımda kalmasını asla istemeyeceğim bir şey. Kendisine bi parça insanlık kazanması yolunda şans diliyorum."

Allah'ın Belası, Olmaz Olası Filmler: The Human Centipede

                                        
Bu senenin en çok patırtı koparan iki filminden biri. Eskiden bu tarz yapımlar, z sınıfı istismar sineması ürünleri olarak daha underground takılırlardı, artık yavaş üst liglere doğru tırmanmaya başladılar, yakında başımıza kurbağa falan yağabilir.

"The Human Centipede" yaban topraklarda arabaları bozulmuş iki hatunun manyak bi doktorun elinde ağızlarına sıçılmalarının hikayesi ki bunu mecazi olarak söylemiyorum, böyle bi sahne hakkaten var. Doktor ömürlük projesi olan "insanlardan müteşekkil kırkayak"ı hayat geçirmek için bu iki garibanı alıkoyuyor, bi de bi japonu ele geçirince başlıyor bunları birbirine yamamaya. Önde japon, onun kıçına ağzı yapıştırılan bi kız, diğer kız da en arkada. Tek bi sindirim sistemine paylaşan farklı organizmalardan oluşmuş bi ucube. Doktor opersayonu tamamlayınca kırkayağını eğitmeye de yelteniyor, gazeteyi getirttirmek gibi falan. Yaratığın şablonu gereği öndeki japon hacetini giderince ortadaki kız tüm depoziti yutmak durumunda kalıyor, doktor da keyifle temaşa ediyor durumu. En arkadaki kız da kan zehirlenmesinden ölmek üzere bu arada. Neyse arada bişeyler oluyor bitiyor, finalde japon kendini öldürüyor, polisler evi basıp doktorla cebelleşiyorlar, iki taraf da birbirini öldürüyor. Kan zehirlenmesinden muzdarip kız da canını teslim edince ortadaki kız iki ölüye yapışık biçimde öyle kalıyor...

Filmin Hollandalı yönetmeni Tom Six, çakal bi adam. Bugün daha ziyade David Cronenberg ile anılan ve insan vücudunun deforme edilmesi üzerinden ilerleyen "Body Horror" türünün yarattığı dehşet hissi itibariyle diğer türlerden daha baskın olduğunu, çünkü insanlığın en büyük korkusunun kişinin bedeninin istila edilmesi olduğunu belirtmiş hazret. Son derece isabetli bi saptama. Ayrıca kendisine tüm zamanların en korkunç filmi saorulduğunda da "Salo"yu işaret etmiş ki bu da bi başka doğru saptama. Hem Cronenberg'e hem de "Salo"ya hayranlığını ifade eden bi adamdan daha başka türlü film beklemek abesle iştigal olurdu heralde ama bu denli saçma sapık bi film üretmek için de tüm bu referanslarıyla böyle bi adam şarttı heralde. Body Horror, zaten eskiden beri insanları ürkütücem diye midelerini kaldırmaya yeltenen bi tür olagelmiştir, Six sağolsun artık türe geri dönülemez bi katkı daha yapılmış oldu. İşin kötüsü kabus burda da bitmiş değil. Yönetmen "First Sequence" adını verdiği bu ilk filmi mevzubahis ağız-göt bitiştirme olayını seyirciye ısındırma çabası olarak görüyomuş. Asıl hasta ve sapık fikirlerini "Full Sequence" ismini taşıyacak devam filmine sakladığını ifade etmiş, zira bu sefer 12 kişilik bi ağız-kıç birlikteliğine şahit olacakmışız...

Çarşamba, Ekim 20, 2010

RED


Sonbaharın iddialı yapımlarından biri olan "RED" bu hafta itibariyle küresel çapta gösterime girdi. DC kaynaklı bi çizgi roman uyarlaması olan film, emekli bi kaç CIA ajanının kalemlerini kıran gizli servis entrikasını çözmeye yeltenmelerini konu ediniyor. Kamera arkasında bugüne kadar sadece "Flight Plan"ini izleme olanağı bulduğum Almanya'dan ithal Robert Schwentke var. Filmin asıl cazibesi ise kamera önündekiler. Bruce Willis, John Malkovich, Morgan Freeman, Mary-Louise Parker, Karl Urban ve Helen Mirren'ın başını çektiği, Richard Dreyfuss, Ernest Borgnine ve Julian McNahon  gibi isimlerin de yan rollerde yer aldığı göz alıcı oyuncu kadrosu filmin en büyük pazarlama gücü oldu. Gerçi ABD haftasonu gişesini "Jackass" gibi bi filme kaptırdı ama neticede bu kimsenin öngöremediği bişeydi. 


Filmin uyarlandığı çizgi roman komikten ziyade daha sert tonlara sahipmiş söylenenlere göre. Senaristler ise komedi-aksiyon sularında seyreden bi hikayeyi tercih etmişler. Orjinal metin hakkında bi fikrimiz olmadığı için bunun olumlu bi karar olup olmadığını bilemiyoruz tabii ama neticede ortaya çıkan film hoşça bi seyirlik olmuş. Karakterlerin tasarımı, birbirleriyle ilişkileri nezdinde tutturulan absürd ton, oyuncu kadrosunun yeteneğinden de güç alarak izlemesi keyifli anların ortaya çıkmasına vesile olmuş. Bu noktada John Malkovich'e ayrı bi yer açmakta fayda var zira aktör girdiği sahnelerde bugüne değin çok sık şahit olamadığımız komedi yetenekleriyle diğerlerinden bi adım daha öne çıkmayı başarıyor. Filmin yer yer CGI'a yaslansa da şık tasarlanmış aksiyon sahneleri de mevcut, Bruce Willis'in evine yapılan baskın sahnesi örneğin... Gel gör ki "RED"in temel sorunu bi aksiyon filminde bulunmaması gereken bi zaaf olan kurgudaki ritm yoksunluğu. Geride bıraktığımız yazın patlayan yapımlarından "Knight and Day" de o kadar meziyetine rağmen aynı sorundan muzdaripti. Haddinden fazla uzun dialog sahneleri, replikler arasındaki lüzumsuz sessizlikler filmin akıcılığına darbe vuruyorlar. Filmin son 20 dakkası bu defodan muaf, sıkıntısı olmayan hoş bi final. Son sahneye bakılırsa bi devam filmine de kapı aralanmış sanki. Bu kadro korunduktan sonra çok kötü bi fikir de değil.


Bu arada Karl Urban Hollywood'un yeni yükselen yıldızı olmayan aday, hele şu "Judge Dredd" uyarlaması tutarsa -ki senaristi Alex Garland (28 Days Later), yönetmeni Pete Travis (Vantage Point) olan bi proje- önü açık. Bruce Willis'i de ilerleyen yaşıyla olan barışıklığından ötürü kutlamak lazım, o kadar da yaşlı durmuyo halbuki.

Cumartesi, Ekim 16, 2010

Şahane Afişler: Smokin' Aces


Joe Carnahan'ın ilk izlemeyle hakkı teslim edilemeyen filmi "Smokin' Aces" kafa bulandırıcı entrikasını aslında nakış gibi işleyen ve bunu çok kıvamında bi ritm duygusuyla hikaye etmiş bi filmdi. Gişede pek yüz bulmadı ama web alemlerinde kendine sadık bi seyirci kitlesi edindi. Ryan Reynolds'ın başını çektiği Andy Garcia, Ray Liotta, Jeremy Piven, Chris Pine, Ben Affleck, Nestor Carbonell, Jason Bateman, Kevin Durand, Common, Alicia Keys ve Taraji P.Henson'dan müteşekkil şaşaalı oyuncu kadrosu ve Clint Mansell'in bence kariyerinin en iyi işini çıkardığı şahane bestelerinin de katkısıyla tekrar tekrar izlenebilecek derecede keyifli bu yapım, aynı zamanda sinema tarihinin en başarılı sniperlı çatışma sahnelerinden birine de sahiptir ki bu sahneyi gördükten sonra insanın Carnahan'ı takdir etmekten başka elindenden bişey gelmez. Filmin afiş tasarımı da hikayesinin parçalı yapısını uygun biçimde betimleyecek şekilde tasarlanmış, şık bi çalışmadır.

Pazartesi, Ekim 11, 2010

Resident Evil:Afterlife


"Resident Evil" zaten öle insanda takip etme hissiyatı uyandıran bi seri değildi. Sadece ikinci film "Apocalypse" görece vasatın üstünde bi yapıttı, onun dışında üçlemede Charles Clouser'ın müzikleri ve ağırlıkla metal parçalardan müteşekkil soundtrackler dışında kaydadeğer bi şey yoktu. Ama sırf Wentworth Miller'ın hatrına izlediğim serinin bu 4. halkası ekstra gereksiz bi ekleme olmuş. Video oyunlarının perdeye aktarımında ilk akla gelen adam olan (8 filmlik kariyerinin 3'ü oyun uyarlaması) Paul W.S.Anderson, yönetmen kimliği bir hayli sorgulanan bi adam. Hatta kimilerine göre Hollywood'da şu an iş yapan en kötü 5 yönetmenden biri. Şahsen ben, aslen ingiliz olan yönetmenin ABD'deki ilk filmi "Mortal Kombat"ı çok severim, bu güne kadar izlediğim oyun uyarlamaları içinde "Silent Hill"den sonra en iyi örnek budur. "Death Race" de hakeza izlemesi keyifli bi filmdir. Her ne kadar izlememiş olsam da "Event Horizon" isimli bilimkurgu filminin de türünün başarılı örneklerinden biri olduğunu duymuştum.  Gel gör ki son marifeti "RE4" elle tutulur yanını bulması zor bi ticari sinema örneği. James Cameron'la ileri düzeyde ahbaplığı olan Anderson onun "Avatar"da kullandığı film tekniğini bu filme monte etmeye yeltenmiş ama ortaya son derece çiğ bi yapıt çıkmış. İzlettiği şeyin bilgisayar mahsulü olduğunu bu denli seyircinin gözüne sokan bi film az bulunur. Senaryonun zaten bi hikaye anlatayım, karakterleri seyirciye arz-ı endam edeyim gibi bi derdi yok, kastın alayı sırası gelince öldürülmek için bir araya getirilmiş gibi bi durum var. Hadi sonuçta bu tarz filmlerden böle bi beklentiye girmek akıl karı değil zaten de, film aksiyon veya gore açısından da en ufak bir cazibe barındırmıyor. Artık yıllanmış matrix çakması çatışma sahneleri mi istersiniz, yönetmenin aynı zamanda karısı olan Milla Jovovich'i sanki temaşa etmemizi istermiş gibi uzattıkça uzattığı slow-motionları mı, yoksa fizik kurallarının zerre miktarı kaale alınmadığı dövüş sahnelerini mi, bayıcı aksiyon denince aklınıza gelebilecek herşey bu filmde mevcut. İşin kötüsü 3D ayağına fena da hasılat yapmamış olan bu filmin ardından 5.sini de yapmayı planladıklarını açıkladılar karı-koca, ama artık yeter da...