Cumartesi, Aralık 31, 2011

2011'in En İyi Filmleri


X-Men:First Class

Sadece X-Men filmlerinin en iyisi değil, aynı zamanda yapılmış en iyi çizgi roman uyarlamalarından da bi tanesi. Ve tartışmasız senenin en iyi filmi. Devam filmine ilişkin çalışmalar pek beklediğimiz hızda ilerlemese de büyük ihtimalle gerçekleşecek. Mümkünse de gerçekleşsin zaten zira bundan daha fazla devamı getirilmeyi hakeden bir film yok.


A Better Life

Bu filmi yılın sonlarına doğru izledim, iyiki de ıskalamamışım. Uzun zamandır eşine rast gelmediğimiz ölçüde duyarlı ve dokunaklı bir film. Amerika'daki göçmenler nezdinde, amiyane tabirle iki yakasını bir araya getirmek için çırpınan insanlar üstüne enfes bir hikaye. Golden Compass gibi bi faciaya imza atabilmiş Chris Weitz'den beklenmeyen bir başarı.


The Whistleblower

Esasında 2010 yapımı bir film Whistleblower ama gösterime girmesi bu yıla sarktı, o sebepten bu listeye almakta bir sakınca yok kanımca. Bosna ve fuhuş kaçakçılığı üstüne cesur ve sözünü sakınmayan keyifli bir film.


Kung Fu Panda 2

Kabul etmek lazım ilki kadar iyi bir film değil bu. Fakat gene de çıtayı düşürmemişler ve senenin en iyi animasyonuna imza atmayı başarmışlar. Gişesi de ilki kadar olmamıştı, inşallah bu üçüncü film ihtimalini tıkamaz zira Jack Black'in sesiyle Po'yu birkaç kez daha izlemekten hiç yerinmem açıkçası.


Rango

Yukarıda yılın en iyi animasyonu Kung Fu Panda 2 dedik ama o biraz Po'nu hatırına oldu açıkçası. Zira Rango birçok açıdan son derece özgün bir film ve Gore Verbinski'nin ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğunu bir kez daha hatırlamamıza yardımcı oldu. Sinema dergisinden Uygar Şirin'in bir yazısından atıf yaparak söylersek "motion capture(hareket yakalama) ile değil emotion capture(duygu yakalama) tekniği ile çekilip Cameron ve Zemeckis avanesine taş atan" film Western türüne de şık bir saygı duruşuydu.




Midnight In Paris

Woody Allen'ın son filmi, insanın elindeki zamanın kıymetini bilemediğine dair şık bir hikayeydi. Lüzumsuz ve bence başarısız kara film denemelerindense böyle filmlerin onun kulvarı olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Gerçi Owen Wilson böyle bir senaryoda bile oyunculuğuyla sırıtmayı başarıyordu ama kadronun geri kalanına diycek yok. Özellikle Salvador Dali rolundeki kısacık ama şahane performansıyla Adrien Brody'e.


The Adventures of Tintin:The Secrets of The Unicorn

Spielberg-Jackson işbirliğiyle karşımıza çıkan Tintin, olabilecek en münasip ellere teslim edilmiş bir projeydi. Çıkan nihai iş de sorunsuz bir uyarlama olmasa da özgün materyalin ruhunu ve havasını taşıyabilen bir uyarlama oldu. Jackson'ın devam filmini iple çekiyoruz.


Scream 4

Klasik üçlemeye yapılan bu ekleme çoklarına pek yaranamadı ama ben bayağı keyif aldım, eski bir arkadaşa rastlamışım hissine benzer bir hisle seyrettim. Gişede isteneni verememiş olması bir 5. film şansını öldürdü bildiğim kadarıyla ki bence böylesi daha iyi. Güzel bir şekilde noktalanmış oldu seri.


Source Code

Source Code da senenin en özgün filmlerinden biri. Kusursuz bir film değil, ama çok da sık karşılaşmadığımız entellektüel derinlik vadeden bilimkurgulardan. Duncan Jones Hollywood'un yeni sığındığı limanlardan,görünüşe bakılırsa da bu payeyi hakediyor.


Mansiyon:
2011'in anılmaya değer diğer filmleri
Trust
The Beaver
Insidious
Ides of March
Crazy,Stupid,Love
50/50
Nadir and Simin,A Seperation
Carnage
Tucker and Dale vs. Evil
Even The Rain
Rise of The Planet of The Apes
Fast Five
Miral
Contagion
Moneyball

Niyetlenip de ya izleyemediğimiz yada henüz bizim bu diyarlara uğramamış filmleri de zikredelim de listede bu niye yok gibisinden sorular akıllara gelmesin: War Horse, The Muppets, The Descendants, Young Adult, Tinkor Tailor and Spy, Tyrannosaur, Stake Land, Snow Town, Red State, Melancholia, Martha Marcy May Marlene, Hobo With a Shotgun, Point Blank, The Guard, The Skin I Live In, We Need to Talk About Kevin, Real Steel.

Cuma, Aralık 30, 2011

2011'in En Kötü Filmleri


The Human Centipede 2

2009 yapımı Human Centipede, çıkış noktasıyla bile mide kaldırmayı başarmışken kimilerince yeterince kanlı olmamakla eleştirilmişti. Yönetmen Tom Six, eleştirilere kulak vermiş olacak ki ikinci filmini tamamen kan ve boka bulamakla kalmayıp, bu kulvardaki çıtayı geri dönülemez boyutlara sürüklemeyi de başarmış. A Serbian Film'deki bebek tecavüzünden daha tiksinç neyle karşılaşabiliriz diye düşünürken Six, filmin sapığından kaçmaya çalışırken panikle doğum yapan hamile bir kadının, bebeğininin kafatasını gaz pedalına basarak parçaladığı bir sahneyle bayrağı devralmış. Bundan başka daha birçok akla ziyan sahne de mevcut. Biri bu adamları durdursun, cidden!


Your Highness

Danny McBride komik bi adam, dahil olduğu her filme renk katmayı başarıyor bir şekilde. Sinemadaki ilk başrolünde aynı zamanda senaryoyu da kaleme aldığı Your Highness'ın fragmanını ilk izlediğimde de gülmekten yarıldığımı hatırlıyorum. Fakat filmi izleme bahtsızlığına eriştiğimizde gördük ki en komik kısımlar fragmanda harcanırken, filmin geri kalanı komiklik niyetine yapılmış bir dolu bayağılıkla doldurulmuş. Bir yere kadar sabretseniz de finale doğru "yuh artık!" der hale geliyorsunuz. Filmdeki yegane işleyen şey Justine Thereoux'un performansı. Natalie Portman'la Zooey Deschanel'in böyle düzeysiz bir filme hangi akla hizmet dahil oldukları ise ayrı bir gizem.


Hanna

 Joe Wright gibi yönetmenler, Pride and Prejudice yada Atonement tarzı filmleri hakkıyla sürükleyebilecek isimler. Fakat aksiyon gibi spesifik bir türler üstüne eğilip o türün dinamiklerini yok sayarak bir çeşit avantgarde yaklaşımlar tutturmaya çalışdığınızda kucağınızda Hanna gibi hilkat garibeleriyle kalakalmanız olası. Benzeri bir durum Ang Lee'nin Hulk'ında da söz konusuydu ama o film bir şekilde kendisini izletmeyi başarıyordu. Hanna'da bu söz konusu değil, ilk yarım saatte izleyeni baymayı başarıyor.


The Change-Up

Your Highness'ın izinden giden bir başka yapım. Judd Apatow ve avanesinin son yıllarda komedi türüne enjekte ettikleri ve yer yer başarılı sonuçlar veren "kabalık" düzeyini bazı yönetmenler tahammül edilemez boyutlara sürüklemeyi başarıyorlar. Birşeyin daha fazlasının değil optimum olanının makbul olduğunu anlamaktan uzak bu zihniyetin elinden çıkma filmler de bol miktarda bebek pisliği, izlemesi şöyle dursun nasıl filme çekildiğine dahi anlam veremediğiniz bir dolu tiksinç seks sahnesiyle dolu yapımlar oluyor. Gene Your Highness'da olduğu gibi kadrodaki Jason Bateman, Ryan Reynolds, Olivia Wilde gibi yeteneği tartışılmaz isimlerin böyle bir senaryoya nasıl evet dedikleri ayrı bir muamma.


Cowboys&Aliens

Listedeki bir başka Olivia Wilde filmi daha. Proje seçerken daha dikkatli olmasını önereceğiz ama yapımcı hanesinde Spielberg ve Ron Howard, senaryoda Damen Lindelof, Roberto Orci gibi isimlerin olduğu bir projeye niye hayır desin ki. Üstüne üstlük Harrison Ford, Sam Rockwell, Paul Dano gibi isimlerin de olduğu bir oyuncu kadrosu da söz konusuyken. Bu kadar iyi malzemeden Cowboys&Aliens gibi yavan bir film çıkarabilmeniz için yönetmen koltuğuna Jon Favreau gibi birini oturtmanız şart zira kendisi o çok beğenilen Iron Man filmlerinden de anlaşılabileceği üzere filmin hikaye ayağının ne derece sağlam olduğuna zerre önem vermeyen bir insan. Daniel Craig çölde uyanıyor, bir kasabaya gidiyor, uzaylılar kasabaya dalıyor ve sonrasında da kovboylar uzaylılara; koca filmin olay örgüsü bundan ibaret. Umuyoruz bu film, kağıt üstünde parlak duran bir konseptin nitelikli bir filmi garanti etmediğine dair Hollywood'a bir ders olur da bu tarz filmler için 160 milyon dolar gibi meblağları harcamaktan vazgeçerler.


Green Lantern

2011'in iyi davranmadığı isimlerden biri de Ryan Reynolds. Oynadığı her role ve dahil olduğu her filme bir izlenebilirlik kazandıran, hem komik hem de karizmatik olmayoı başarabilen, bu sene yer aldığı filmlerin başarısızlığının ardından sorgulanır hale gelse de kesinlikle yıldız niteliklerine sahip bir isim. Fakat Change-Up gibi berbat komedilerde yada Green Lantern gibi kötü tasarlanmış filmlerde yer aldığı müddetçe bu konumunu pekiştirmesi güç. Green Lantern da Hollywood'un ders çıkarması gereken filmlerden zira nitelikli bi çizgi roman uyarlaması yapmak istiyorsanız ya o çizgi romanının evrenini gerçek yaşama monte etmeniz (Dark Knight, X-Men filmleri) yada sinema perdesinde soluk alıp veren bir çizgi roman evreni inşa etmeniz(Tim Burton'ın iki Batman filmi ve Sin City) şart. Kesinlikle yapmamanız gereken şeyse koca kafalı iyi uzaylıların ve gene koca kafalı kötü adamların olduğu, korku yutan bi bulutun dünyayı ele geçirme ihtimali üzerinden ilerleyen, süper kahramanın düşen bir helikopteri kurtarmak için yüzüğüyle yarış pisti yarattığı bir film yapmak! Hadi kafanıza sert bi cisim düştü yada silah zoruyla falan böyle bir şeye onay vermiş bulunsanız bile kesinlikle bu projeye 200 milyon doları gömmemelisiniz. Yoksa kucağınızda nur topu gibi bi gişe faciasıyla kıç üstü oturup kalmanız hayli olası.


Killer Elite

Gene oyuncu kadrosuna ve fragmanlarına tav olup havamızı aldığımız bir başka yapıt. İnsan hiç birşeyden olmasa Hanna'ya rakip olmaktan utanır zira aksiyon filmiyim diye ortaya çıkıp izleyeni afakanlara garkeden ikinci film bu. Olan Dominic Purcell'e olmuş zira canlandırdığı yan karakterde hem rol yapabildiğini hem de istedikten sonra iyi rol yapabildiğini kanıtlamayı başarmış.

 

Don't Be Afraid of The Dark

Bu film de afişinde Guillermo Del Toro var diye bir filmi izlememeniz gerektiğinin kanıtı. Geçen yıl gösterime giren Splice'ı da bu noktada yadetmeden geçmemek lazım. Bu filmde ekstradan, her daim izlemesi keyifli Guy Pearce, uzun zaman sonra Tom Cruise'un karısı rolünden başka bişeyde karşımıza çıkan Katie Holmes ve kağıt üstünde ilginç bir öykü de vardı ama gene bildik numaraları tekrarlayan, klişe bir tür örneği olmuş çıkmış.


Just Go With It

Adam Sandler birbiri ardına kötü filmler yapmaya son sürat devam ediyor. Söylenenlere bakılırsa benim fragmanına bile tahammül edemediğim Jack&Jill'le bu mevzuda kendi nirvanasına ulaşmış durumda ama Just Go With It de kendi çapında gayet feci bir film. Başkarakterin Brooklyn Decker gibi bir afeti bırakıp Jennifer Aniston'ı tercih ettiği bir film ne derece kaale alınabilir ki zaten, yani hangi evrende mümkün böyle bir şey? Resmen fizik kurallarına ters, yerçekimini inkar gibi bişey!


Drive Angry 3D

Dibe vurma yolunda son sürat ilerleyen bir başka isim de Nicolas Cage. Görünüşe bakılırsa Face/Off yada Lord of War gibi nitelikli filmlerde bir daha belirmeyeceğine dair yemin falan etmiş durumda zira birbiri ardına hangi amaca hizmet ettiği anlaşılmaz yapımlarla karşımızda çıkmaya devam ediyor (maksat Amber Heard'ün önünü açmaksa başka tabi, o açıdan başarılı bi film!).

2011'in Hayal Kırıklıkları


Tree of Life(**1/2)

Terence Malick, yeni bin yıla girmeden evvel The Thin Red Line ile, sinema ile nasıl şiir yazılabileceğini göstererek herkesin aklını başından almış, 70'lerdeki çalışmalarından haberdar olmayan bizim gibilere kim bu adam dedirtmişti. Ondan bikaç yıl sonra New World ile karşımıza çıktığında bi önceki filmine şahane oturan sinema dilinin her materyale aynı ölçüde uygulanabilir olmadığına şahit olmuştuk. Tree of Life da aşağı yukarı aynı sorundan muzdarip. Sean Penn'in de filmden memnuniyetsizliğini belirtirken dile getirdiği gibi düz bir sinema diliyle anlatılsa etkili olabilecek bir hikaye, Malick'in ellerinde yer yer sıkıcılaşan bir anlatıya dönüşüyor. Üstelik bu sefer, önceki filmlerinden farklı olarak Malick'in kamerası doğaçlama kareler yakalama peşinde koşarken nerede duracağını bilemez bir görüntü veriyor. Oyuncuların performansları da bundan nasibini almış, ne yaptıklarına dair bi fikirleri yokmuşcasına ortalıkta dolanıyorlar. New World ile birlikte Terence Malick'in bu ikinci ıskası, bi sonraki hatasıyla yeni filmini heyecanla beklediğimiz yönetmenler arasından çıkması olası.


Battle:Los Angeles(**1/2)

Battle:L.A.'den ilk kez fragmanları vesilesiyle haberdar olmuş, çok da heyecanla bekler bir hale gelmiştik. Zira tanıtımlardan öngördüğümüz kadarıyla film bir çeşit District 9-Black Hawk Down kırması olacaktı ve en azından görsel açıdan hayli iddialı bir şey olarak arz-ı endam edecekti. Fakat izlediğimiz film vadettiklerini karşılayamadığı gibi, lüzumsuz bir militarizm ve Amerikan propagandasına bulandırılmış, keyif almanın kolay olmadığı bir yapım olarak karşımıza çıktı.


Terri(**)

Bu filme dair söylenebilecekleri söylemiştik evvelce. Sadece oyuncularının hatırına izlenebilen bir yapım.


13(***)

Bikaç yıl önce İstanbul Film Festivalinde Gela Babluani'nin filmi Tzameti'yi izlediğimde, çıkış noktası itibariyle son derece ilgi çekici olan filmin perdeye aktarılış biçimiyle sıkıcı bir hale dönüştüğünü ve bir yeniden çevrimi bundan daha fazla hak eden bir film olmadığını düşünmüştüm. Aklıma gelmeyen şeyse, yeniden çevrimin başına gene Babluani'nin kendisinin getirileceğiydi. Halihazırda iyi bir hikayeye sahip olmakla kalmayıp kadronuza Jason Statham, Mickey Rourke, Michael Shannon, Alexander Skarsgard gibi kalburüstü oyuncular eklediğiniz halde nasıl vasat bir filme imza atabileceğinize dair ders niteliğinde bir iş çıkarmış Babluani. Filmin öyküsü o kadar iyi ki, yönetmeninin tüm çabalarına rağmen kendini izlettiriyor. Oyuncu kadrosu da ellerinden geleni yapmışlar, Statham'i ilk kez görece dramatik bir rolde izlemek keyifli. Yani son tahlilde aksi yönde tüm çabalara karşın kötü olmayı başaramayan bir film karşımızdaki. Bu listede yer almasının sebebi, kaçırılan fırsata yanmamız.


Pirates of The Caribbean:On Stranger Tides(**1/2)

Johnny Depp'i bir kez daha Jack Sparrow olarak izlemek ilk bakışta fena bir fikir olarak gözükmemişti. Geoffrey Rush da geri dönecekti, hepsinden iyisi Orlando Bloom olmayacaktı. Bunların üstüne Ian McShane ve Penelope Cruz faktörleri de eklenince ister istemez sizi beklentiye sokan bir projeydi Pirates 4. Fakat son kertede elinizde doyurucu bir senaryo olmayınca hepsi boş, karşınıza çıkan bir şekilde izlenebilir olsa da olmasa da olurmuş diye düşüneceğiniz bir film oluyor.

Pazartesi, Aralık 26, 2011

2011'in En İyi Posterleri



Rise of The Apes'in diğer poster çalışmaları filme ayrılan tanıtım bütçesi düşünüldüğünde pek de başarılı değildi. Fakat bu iki poster filmin ruhunu en iyi şekilde tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda zekice tasarımları ve görsellikleriyle de göz dolduruyor. (D)EVRİM!


Dexter'ın bu sezonki din ağırlıklı temalarına temas eden şahane bir çalışma. "İntikam Meleği Dönüyor"dan daha iyi bi tagline da bulunamazdı heralde.


Roman Polanski'nin filmi çocukları kavga eden iki ailenin olayı medeni biçimde tartışmak üzere bir araya gelmelerini konu ediniyor. Hadisenin giriş, gelişme ve sonucuna dair afiş çalışmasından fikir edinmek mümkün!


Bazı filmlere yapılan son derece özensiz posterleri gördükten sonra Ides of March gibi örneklerle karşılaşınca hala bu işi çok büyük bir bütünün parçası olarak görüp ciddiyetle yaklaşan insanların var olduğuna sevinmekten kendinizi alamıyorsunuz. Yılın en iyi filmlerinden birine yakışır şekilde yılın en iyi posterlerinden biri.


Önümüzdeki yaz gösterime girecek Rises ile birlikte tamamlanacak Dark Knight üçlemesi için hazırlanmış fan yapımı bir poster çalışması. Dark Knight Rises'ın şu ana kadar görücüye çıkan diğer iki posteri de göz alıcı ama önümüzdeki yılın filmi olduğu için bu listeye almadım.


Ghostface'in alameti farikası iki unsuru maske ile bıçağı zekice ve şık bir biçimde sentezlemeyi başarmış bi tasarım.


Filmin fragmanlarından yükselen beklentileri pekiştiren bi poster çalışması. Sonucun bekleneni verememiş olması üzücü.


Zack Snyder'in biraz fazlaca üstüne gidilmiş filminin, sarı saçlarıyla resmen göz kamaştıran Emily Browning'den gücünü alan posteri.


İğrenç Human Centipede'nin daha da iğrenç devam filminin afişi burada ne arıyor diye düşünülebilir. Fakat filme dair az buçuk fikir sahibiyseniz bundan daha münasip bir poster tasarımı daha olamayacağını da biliyorsunuz demektir.

Perşembe, Kasım 03, 2011

The Adventures of Tintin: The Secret of the Unicorn

Benim için bu yılın şu ana kadarki en büyük sinema olayı olan Tenten filmini en nihayetinde izleme olanağı bulduk. Tenten çocukluğumuza dair nostaljik bir figür olduğu kadar çizgi roman deyince aklımıza gelen ilk örneklerden. Zira bizim çizgi romana dair ilk deneyimlerimiz Amerika menşeli süper kahramanlardan çok, Tenten, Red Kit, Tommiks gibi Avrupa'dan çıkma çizgi romanlara dayanır. Tenten, dünyanın farklı faraklı köşelerinde Kaptan Hadok, Milu, Profesor Turnösol, Dupont ve Dupont gibi yandaşlarıyla maceradan maceraya atılması ile her zaman kalbimizde özel bir yere sahiptir. Tabi o zamanlar Tenten'in ırkçılığı yada geyliği gibi alt okumalara zihnimiz kapalıydı,bunlara sonradan vakıf olduk ama ben gene de Tenten'i çocukluğumdaki izdüşümüyle yadetmeyi tercih ediyorum.
Marvel ve DC kahramanlarına boğulmuş biçimde yetişen Amerikalılar için fazla aşina bir figür olmasa da Avrupa başı çekmek üzere dünyanın bir çok kesiminde de durum bizde olduğundan farklı değil Tenten'in popülaritesi hususunda. Hal böyleyken Hollywood yapımı, üstelik de böylesine büyük ölçekli bir Tenten filminin yapılması nerden bakarsanız bakın riskli bir proje. Zira ABD gişelerinden nasıl bir sonuç çıkacağını kestirmek güç (zaten bu sebeple ABD'de aralıkta gösterime girecek filmi, 2-3 ay öncesinden Tenten'in anakıtasında gösterime soktular). Bunun gerçekleşmesi için çok güçlü bir ismin filme arka çıkması gerekiyordu, neyse ki bizim şansımıza bir değil iki tane Hollywood devi projeyi hayata geçirdi; Steven Spielberg ve Peter Jackson. Spielberg benim için favori yönetmen de öte bir şey. Kariyerindeki her filmini eşdeğer bulmasam da, hatta bazı filmlerini düpedüz kötü addedsem de kendisi benim için sinema kelimesiyle eşdeğer bir figür. Peter Jackson da sinema ekolü itibariyle Spielberg'in izinden giden, yaşayan en büyük yönetmenlerden birisi. Bu iki efsanenin kanatları altında gerçekleşen bir Tenten filminin beklenti çıtası da bir hayli yüksek oluyor ister istemez.
 
Altın Kıskaçlı Yengeç,Tekboynuzun Esrarı ve Kızıl Korsanın Hazinesi isimli sayılardan uyarlanan filmin senaryosuna, Coupling'le tanınan Steven Moffat imza atmış. Sonrasında üstünden geçen senaristler hanesinde Edgar Wright ve bu yıl Attack the Block filmiyle ses getiren Joe Cornish var. Girizgah kısmını fazla uzun tutmadan hemen maceya dalan film, uyarlandığı materyale layıkıyla yaklaşan ilk film olması hasebiyle, ana karakterlerib ilk kez tanıştıkları hikayelerden uyarlanmış. Böylelikle karakterlerin en azından birbirleriyle olan geçmişlerine tanıklık etmiş oluyoruz ki bu devam filmlerinin gelmesi halinde ideal bir seçim (zaten proje başlangıçta bir üçleme olarak tasarlanmış). Satın aldığı bir maket geminin gizemli kişilerce peşine düşüldüğünü gören Tenten, bu gemiyi bu kadar özel yapan şeyin ne olduğunu keşfe koyuluyor ve neticesinde yolu Kaptan Hadok'la kesişiyor, sonrasında da onun ekseninde gelişen bir entrikanın içine düşüyor.

Live-action yerine animasyonun tercih edilmesi Tenten sözkonusu olduğunda son derece yerinde bir hamle olmuş zira bazı çizgi karakterler çizgi kaldıkları ölçüde makbuller, kanlı canlı bir hale büründüklerinde aynı etkiyi uyandırabilmeleri zor. Bir başka çizgi efsanesi Red Kit gibi Tenten de böyle bir çizgi roman. Bunun yanısıra animasyonda storyboard olarak Tenten'in yaratıcısı Herge'nin çizimlerinin esas alınması, filmi bir nevi "hareketli çizgi roman" hüviyetine büründürmekle kalmıyor, aynı zamanda çizgi romanı okurkanki hissiyatınızı birebir tekrar yaşamanıza olanak sağlıyor. Tabii bu hissiyatın tesisi için bu yeterli değil sadece, hikayenin akışı ve yaklaşımında da çizgi romanın seviyesini tutturabilmek önemli ki bu noktada da Spielberg'ün yönetmenlik becerileri devreye giriyor ve zaten şahane mizansenler yaratmaktaki hünerini, live-action'ın verdiği fiziksel sınırlamaların ortdadan kalkmasıyla resmen konuşturuyor. Bu noktada Kaptan Hadok'un yaşadığı hafıza geri dönüşleri ve deniz savaşı sahnesi, Fas'taki uzun ve şahane bir tek plandan oluşan müthiş kovalamaca sahnesi tam bir zirve noktası. Bu sahneler vesilesiyle ilk kez bu filmde üç boyutlu film izlemenin tadına vardım. Bununla birlikte, animasyon oluşu ve arkasındaki ekibe rağmen filmin bütünü itibariyle doyucu bir üç boyutlu deneyim teşkil ettiğini söylemek zor, bu noktada hala dört dörtlük bir filme rastlayamadık maalesef.
Filme yönelik en büyük kaygılardan biri Robert Zemeckis'in başımıza musallat ettiği mo-cap teknolojisinin tercih edilmiş olmasıydı. Gerçek oyuncuların üstüne bağlı kablolarla nerdeyse her kas hareketini kaydedip animasyona aktarma üzerine kurulu bu teknoloji üstüne şimdiye kadar yapılmış Polar Ekspress, A Christmas Carol gibi filmlere nazaran daha avantajlı bir film Tenten. Zira burda izlediğiniz karakterler halihazırda çizgi, dolayısıyla onların anime versiyonları izleyicide çok da bir yabancılık hissi uyandırmıyorlar. Zemeckis'in filmlerinde başroldeki oyuncunun, Tom Hanks, Gary Oldman ve ya Jim Carrey vs. ürkütücü bir kopyasını seyrediyormuş hissine kapılıyordunuz. Tekinsiz vadi (uncanny valley) teoreminin sınırlarına giren bu durumun temel sebebi bu teknolojiyle karakterlerin gözlerine bir ifade yüklenememesi. Vücuttaki her bir kasın hareketini yakalayabilse de anlaşılan göz kaslarını kaydedemeyen bu teknolojiyle yaratılan karakterler, insan gibi yürüyüp konuşabilseler de insan gibi bakamıyorlar. Dolayısıyla fiziksel özellikleri performans yakalama ile oluşturulmuş, gözleri ise CGI'dan olma garip, melez şekiller izlemek durumunda kalıyoruz bu yöntemle yapılmış filmlerde.
Tenten de, her ne kadar öncüllerinden avantajlı olsa da bu teknolojinin defolarından kendini tümüyle kurtaramamış maalesef. Özellikle yakın çekimlerde karakterlerin ifadesiz gözleri ve suratları dikkat çekiyor,özellikle Tenten'inki. Filmi izlerken bunun yerine bütünüyle bilgisayar animasyonu bir film yapılsaydı daha iyi olmaz mıydı diye düşünmedim değil. Gerçi o zaman Andy Serkis'in Hadok'taki şahane performansına şahit olamazdık heralde, zaten animasyonu en az sırıtan da Hadok. Bu tarz bilgisayar ürünü karakterler üzerinden bir kariyer inşa eden Serkis, bu alanda artık bir ekol haline gelmiş durumda.


Teknolojik zaaflarına rağmen Tenten beklentileri karşılayan bir film olmuş. Spielberg'ün filmogrofisinde üst sıralara girmesi zor ama özgün materyali layıkıyla perdeye aktaran, çizgi romana aşina olmayan insanları da cezbedecek kalitede bir yapım. Özellikle oldukça kıt geçen 2011 yılı düşünüldüğünde çölde vaha niteliğnde bile denebilir. Dileyelim de beklenen gişeyi getirsin ve devam filmleri çekilebilsin zira bu sefer Peter Jackson'ın yönetmenliğinde çekilmesi kesinleşen devam filmi, benim favorilerimden olan Güneşin Tutsakları ve 7 Kristal Küre'den uyarlanacak. Bu malzeme üstüne Jackson'ın neler yapacağını izlemek müthiş bir deneyim olabilir. Şu an tam netleşmiş olmasa da üçüncü filmin de Spielberg ve Jackson'ın ortak yönetmenlğiyle çekileceği gelen söylentiler arasında. Her halükarda önümüzdeki on yıla damgasını vuracak bir sinema olayı ile karşı karşıya olmamız muhtemel.

Salı, Kasım 01, 2011

The Whistleblower

Halihazırda üzerine gerektiği ölçüde eğilinmemiş tarihsel trajedilerden biri olan Bosna Savaşına ilişkin son dönem yapımlarından birisi The Whistleblower. Fakat savaş esnasında değil sonrasında bir zaman dilimi için mesken seçiyor Bosna'yı, ama savaşa yönelik hususiyle batı ülkelerinin başını çektiği küresel aymazlığı düşününce, bu filmin içeriğiyle Bosna trajedisine ilişkin filmler arasında tematik bir bağ olduğu söylenebilir.
İlk yönetmenlik denemesine imza atan Larysa Kondracki'nin elinden çıkma Kanada-Almanya ortak yapımı bu film, Kathryn Bolkovac isimli Bosna'daki barış gücünde görev yapmış eski bir polisin gerçek hikayesinden uyarlanmış. BM ile kontratlı olarak savaş sonrası Bosna'da güvenliği üstlenen DynCorp isimli şirket bünyesinde çalışan birçok güvenlik görevlisinin insan kaçakçılığı ve fuhuş suçuna bulaştığını keşfeden Bolkovac, durumu yetkililere bildirmeye yeltense de böylesi bir skandala şirketin isminin karışmasını istemeyen üst düzey yöneticilerce kontratına son verilmiş. Sonrasında basın yoluyla olayların duyulmasını sağlayan Bolkovac'ın ihbar ettiği birçok görevli, her ne kadar istifa etmek durumunda kalsalar da uluslararası dokunulmazlık statüsünde oldukları için itham edildikleri suçların hiçbirinden yargılanmamışlar. Bu çok bilinmediği ölçüde vurucu öyküyü peliküle aktaran The Whistleblower, öncelikle Bolkovac'ı Bosna'ya gitmeye sevkeden nedenler üstünden filme giriş yapıyor. Kızının velayetini eski kocasına kaybeden Bolkovac'ın onlara yakın bir yere taşınabilmesi için paraya ihtiyacı var ve Bosna işi tam bu noktada devreye giriyor. İlk zamanları bölgenin şartlarına uyum sağlamakla geçiren Bolkovac, fuhuş merkezi olarak kullanılan bir barın rüşvet yoluyla kayırıldığını ve işletmecilerin serbest kaldıklarını görmesi üzerine araştırmalarını derinleştiriyor. İlerleyen zamanlarda, içinde üst düzey BM yöneticilerinin de olduğu uluslararası bağlantıları olan bir örgütlenme olduğunu keşfeden Kathryn, bu şebekenin ağına düşen bir iki kızı kurtarmaya çabalasa da tek başına durumla baş edemiyor, yardım etmeye çalıştığı kızlar da kurtulmaya çalışmanın bedelini çok ağır biçimde ödüyorlar zaten.
Kondracki'nin yönetmenliğinin en takdire şayan tarafı ele aldığı can yakıcı konunun can acıtıcı taraflarını tasvir etmekten çekinmezken bunu çok çiğ bir biçimde göstermekten ziyade ima yoluyla seyirciye aktarma yolunu seçmesi ki bu vesileyle seyircinin içini kaldrımadan rahatsız edici olmayı da başarıyor Whistleblower. Filmdeki bir karakterin tabiriyle "savaşın orospuları" olan talihsiz genç kızların trajik hikayeleri geride bıraktıkları ailelerin üzerinden de anlatılarak dramatik yönü pekiştirilmiş. Öte yandan dokunulmazlık gibi bir kılıfın koruması altına alınan güç ve yetki sahibi bir insanın, eylemlerinin sonuçlarından sorumlu tutulmadığı, güven içinde ve her istediğini yapmakta özgür olduğu bir ortamda neler yapmaya muktedir olduğunun da ibretlik bir örneğini sergiliyor The Whistleblower. Korunmaya muhtaç insanları kollamakla yükümlü BM yetkililerinin, bu insanların ırzına geçmekle kalmayıp aynı zamanda onların pazarlanmasına peşkeş çekerek bu kirli çarktan nemalanmalarını da hikayesinin eksenine yerleştirmeyi başaran yönetmen Kondracki, bu noktada sözünü sakınmayarak politik doğruculuğun konforlu sularına hiç girmiyor ve vicdanlı ve delikanlı bir sanatçı duyarlılığı göstermeyi başarıyor.

Başroldeki Rachel Weisz'e ek olarak kendisi de politik aktivistliğiyle bilinen Vanessa Redgrave (Filistin meselesinde İsrail'e sesini yükseltmeye cesaret eden birkaç insandan biridir), Monica Bellucci, David Strathairn, Nikolaj Nie Kaas, Roxana Condurache ve Anna Anissimova'yı da barındıran uluslararası oyuncu kadrosu da filmin izlenirliğini arttıran etkenlerden. Çeşitli festivallerden ödül toplamış olsa da hakettiği ilgiyi görmemiş bu az bulunur nitelikteki politik sinema örneği, hem ele aldığı konu itibariyle (seks trafiği üstüne çok da sık film yapılmıyor) hem de bu mevzuya yaklaşımıyla görülesi bir çalışma.

Pazar, Ekim 30, 2011

Terri


Terri, normalden bi hayli şişman bir gencin lisedeki tutunamasa öyküsü basitçe. Daha doğrusu anlatmaya yeltendiği şey bu,ama bunu o kadar basitçe yapmaya çalışıyor ki sıradanlık seviyesine iniyor. Terri, amcasıyla yaşayan, şişmanlığı sebebiyle sınıf arkadaşlarının alay konusu olan, bu sebepten ötürü lise müdürnce düzenlenen özel terapi seanslarına katılmak durumunda kalan bir genç. Edepsiz bi durum vesilesiyle lise maymuna dönüştürülen bi başka "kaybeden" Heather'la arkadaşlık etmeye başlamasıyla hikaye biraz gelişecek zannediyorsunuz ama olmuyor. Yani filmin A'dan B'ye ilerlemek gibi bir derdi yok, A çevresinde dolanıp durmayı tercih ediyor. Aslında filmin oyunculukları iyi, başroldeki Jacob Wysocki, çok eğlenceli bir müdür portresi çizen John C.Reilly ve esas kız Olivia Crocicchia izlenesi performanslar sergilemişler. Ama yönetmen ve senaryo hanesindeki çaba o kadar vasat ki filmi kurtaramıyorlar. Aslında böyle çok basit öyküler etrafında dönüp bi şekilde eğlenceli olmayı başaran Amerikan bağımsızlarını hep sevmişimdir, "Terri" de bu vesileyle ilgimi çekmişti, fakat film bittiğinde elinizde kalan sıkıcı bir 8o dakka oluyor.

Perşembe, Ekim 27, 2011

Paranormal Activity 3


Oren Peli'nin yarattığı korku fenomeni Paranormal Activitiy serisi, üçüncü bölümüyle arz-ı endam etti. Her sequel'i selefinin bir prequel'i olarak devam eden filmler(ki bence seriye dair akıllıca ve özgün hamlelerden biri) vesilesiyle fragmanlarda da belirtildiği gibi "aktivite"nin nasıl başladığına vakıf oluyoruz peyderpey. Her yıl çerez parasına bir film yapıp çuvalla para kaldırma faaliyetini Testere serisinden devralan P.A. filmleri, nitelik itibariyle de Testere filmlerinin sergilediği erozyondan uzak, istikrarlı bir kalite tutturmuş görünüyorlar(Rotten Tomatoes'a göre ilk film %82, 2.si %59, bu film de %70 oranında eleştirmenin beğenisi toplamış). Bu durumda, artık başarılı bir korku filmi yapımcısı haline gelmiş olan(bkz. Insidious) Oren Peli'nin seri üzerindeki hakimiyetini sürdürmesinin katkısı tartışılmaz. Bununla birlikte P.A-3'ün öncülleri ölçüsünde başarılı bir film olduğunu belirtmek güç. Bu tespitimiz işin korkutma kısmını kapsamıyor,orda öncüllerinden hiç de geri kalmamışlar. Fakat senaryo ayağında aksamalar söz konusu. Bunun temel sebebi de yapımcıların para makinası haline gelen seriye burda nokta koymak istemeyip, bir filme daha kapı aralamak istemelerinden kaynaklanmış. Hatta öyle ki, bir çeşit 2 filmi bir arada çekme durumu söz konusu gibi duruyor zira filmin fragmanlarında yer alan görüntülerin nerdeyse yüzde 80'i bu filmde yok. Şu haliyle, P.A.-3'e ait olarak gösterilen fragmanlar aslında 4.filme ait gibi görünüyor. Bazıları bu durumdan hoşnut olsalar da, ben kendimi kandırılmış gibi hissetmedim desem yalan olur. Bunu bir şekilde göz ardı etseniz dahi, filmin hikayesi ortadan bölünmüş gibi duruyor, bi nevi matrix reloaded vakası söz konusu. Bu yarım kalmışlık hali hikayenin akışı ve gelişiminde de bi eksiklik hissi oluşturuyor. Devam filmi, belki bu filmin senaryo açıklarını kapatcak nitelikte çıkar ama şu haliyle bir olmamışlık var 3.filmde. Burdan filmin kötü yada keyifsiz olduğu sonucu çıkmasın. Paranormal filmleri son yıllarda korku sinemasının Rec serisiyle birlikte yüz akı haline gelmiş durumdalar. Fakat bütüncül bakıldığında serininin ilk iki filmine kıyasla daha kusurlu bir film Paranormal Activity 3.

Perşembe, Ekim 13, 2011

The Art of Getting By

  
Emma Roberts'ın oyunculuk yeteneği kimilerince tartışmalı olabilir, ünlü bir aileden geliyor olmanın verdiği avantajı kullandığı da düşünülebilir. Fakat şurası bir gerçek ki mevzu bağımsız filmlere geldiğinde hatun ilgi çekici projeler seçmeyi biliyor. Scream 4 ve Valentine's Day gibi stüdyo filmlerinin arasına mutlaka bir iki indie film sıkıştıran Roberts'ın filmogrofisinde hem Lymelife ve It's Kind of a Funny Story gibi ortalama üstü filmler, hem de Winning Season gibi düpedüz şahane filmlere rastlanabiliyor. Üstelik bu filmlerin birçoğunda birbirine benzeyen mesafeli ama aynı zamanda çekici genç kız karakterleri canlandırıyor ve işin gerçeği bunu da çok iyi başarıyor. Oyuncunun yer aldığı son bağımsız The Art of Getting By yada değiştirilmezden önceki evvel ismiyle The Homework ise bu saydığımız örneklerin yanında zayıf kalan bir film ne yazık ki.

Film lise son sınıf öğrencisi George'un etrafında dönüyor. Liseden mezun olup iyi bir üniversiteye gitme şansı olan, resme eli yatkın George, tam hayatının bu civcivli döneminde bir anda ölümlü olduğu gerçeğini idrak ediveriyor ne hikmetse. Bu aydınlanmanın akabinde günlük hayata dair tüm rutinleri anlamsız bulmaya başlıyor, buna ders yaşantısı da dahil. Etrafındaki yetişkinler gidişatın iç açıcı olmadığına dair kendisini uyarmaya yeltenseler de George'un zihniyatında devrim yaratan şey gene çok klişe bir şekilde karşı cinsten birine duyduğu ilgi oluyor. Bundan belki bir beş-on yıl önce, Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin ilk iki katmanında hiç bir sıkıntısı olmayıp kendini böyle varoluşsal buhran triplerine sokan George gibi bu tarz karakterler insana bi nebze anlamlı gelebiliyordu ama yaş 30'a yaklaştıkça ancak iç kaldırıyor, izlerken çocuğun ağzının ortasına bi tane yerleştiresiniz geliyor. Karakterin bu denli itici olmasında Freddie Highmore'un son derece kazma oyunculuğunun da katkısı tartışılmaz. Çocukken rol aldığı Finding Neverland'daki oyunculuğuyla herkesi kendine hayran bırakan Highmore'un yaşı ilerledikçe aynı parlak performansını aratıyor olması üzücü. Emma Roberts'ın karakterinin çok da iyi işlendiğini söylemek güç, ama gene de üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor filmi izlenebilir kılan başat etkenlerden biri olmayı başarıyor. Yan karakterlerde Michael Angarano, Blair Underwood ve Elizabeth Raeser de keyifli oyunculuklar sergilemişler. Kastından aldığı güç ve ortalama bir yönetmenlik performansıyla klişe bir hikayeyi sıkmadan seyircisine aktarmayı başarsa da son tahlilde çok akılda kalıcı bir olmayı başaramıyor The Art of Getting By.