Pazartesi, Ocak 31, 2011

Let Me In


Artık kemikleşmiş bir hayran kitlesine sahip olan İsveç yapımı "Let The Right One In"in Chloe Grace Moretz'in Ariel Winter ve Mary Mouser gibi isimlerin arasından sıyrılarak başrolü kaptığı yeniden çevrimi, daha proje aşamasındayken baya bi nefret duygusu uyandırmıştı çoklarında. Yönetmen Tomas Alfredson da bu güruhtandı, ona göre sadece kötü filmlerin yeniden çevrimi yapılmalıydı, halihazırda iyi olan ve daha da ötesi tüm dünyada ses getirmiş bir filmin yeniden çevrimini yapmak son derece gereksiz bir hamleydi.
 
Uyarlanan romanın yazarı ve filmin de senaristi olan John Ajvide Lindqvist ise yeniden çevrime karşı daha ılımlı bir yaklaşım benimsemişti . "Let Me In"in yapımcıları tüm bu söylenenlere çok da kulak asmadılar, zaten kimi beyanatları da o yönde oldu: "Orjinal filmin hayranıyız ama dürüst olmak gerekirse 2 milyon dolar hasılat yapmış bir filmden bahsediyoruz. Sanki Arabistanlı Lawrence'ı falan yeniden çeviriyormuşuz gibi tavır göstermeye gerek yok.". Öte yandan yapımcı şirket Hammer Films'e göre kaynak kitabı uyarlama fikri orjinal filmin de öncesine dayanıyordu. Filmin hakları alınır alınmaz yönetmen olarak duyurulan Matt Reeves'den istenilen ilk şeylerden biri karakterlerin yaşını büyütmesi olmuş ama yönetmen hikayenin özünü bozacağı gerekçesiyle bunu reddetmiş. Çocuk oyuncularla çalışmak için tavsiyesine başvurduğu ilk kişi de artık bu konuda uzman sayılabilecek olan Spielberg olmuş.


20 milyon dolar bütçeye sahip filmin dünya çapındaki hasılatı ancak bütçe miktarına ulaşabildi. Öte yandan gişede yaşadığı fiyaskoya nispetle ABD'de de son derece iyi eleştirilerle karşılandı film. Birçok yıl sonu değerlendirmesinde de 2010'un en iyi filmlerinden biri olarak gösterilse de "Let Me In" orjinal filmin hikayesine herhangi bir yenilik getirmiyor ki filme getirilen eleştirilen başını çeken nokta tam olarak bu. Reeves önceden verdiği beyanatlarda filmin değil kitabın uyarlamasına yeltendiklerini ifade etse de sonrasında orjinal filmde olmayıp da kitapta yer alan bir çok detayın bu filmde de olmayacağını belirtmiş, gerekçe olarak da merkezdeki büyüme öyküsünden odağı ayırmaksızın yeni detaylar eklemenin mümkün olmayacağını düşündüğü için senaryoda kaynak kitaba yapılan kimi referanslar eklemekle yetindiğinden, ayrıca orjinal filmin senaryosuna da imza atan yazar Lindqvist'in eserini uyarlarken müthiş bir iş çıkardığı için kendi uyarlaması için de orjinal filmi baz almaktan kendini alamadığından dem vurmuştu.
 
Orjinal filmden ödünç alınan hususlardan biri de hikayenin 80'lerde geçmesi olmuş zira filmde yer alan iyi-kötü çatışmasının o dönemin Reagan politikaları çerçevesinde daha bir anlamlı olacağına kanaat getirmiş yönetmen. Reagan'ın S.S.C.B.'yi şer imparatorluğu olarak nitelendirdiği ünlü konuşmasından yola çıkarak kötülüğün ABD dışından geleceğine dair bakış açısının, okul arkadaşları tarafından devamlı zorbalık gören ve içten içe onları öldürme arzusuyla dolan Owen'da "ben iyi bir insan değilim" algısı oluşturması üzerinde durmak yönetmenin önem verdiği hususlardan biri olmuş.
 

Yönetmenin orjinalden yaptığı en büyük değişiklikse Abby karakterine ilişkin. Kaynak kitapta Abby vampire dönüştürülürken aynı zamanda hadım da edilmiş bir erkek çocuk aslında. Tomas Alfredson'ın filminde hem Abby'yi canlandırmak için daha androjen görünümlü bir oyuncunun seçilmesi, hem de filmde Abby'nin yaralı cinsel bölgesinin hafifçe gösterilmesi yoluyla bu durum seyirciye aktarılırken bu filmde Abby açıkça bir kız olarak gösteriliyor. Hatta Reeves'in fazla vahşi olduğunu düşünmesinden ziyade filmin akışını bozduğu gerekçesiyle çıkarmayı tercih ettiği Abby'nin saldırıya uğrayarak vampire dönüştürüldüğü bir sahne de çekilmiş esasında. Hal böyleyken Abby üstünü değiştirirken onu dikizleyen Owen'ın seyirci olarak bize gösterilmeyen bir şeyi görüp gözünü kaçırdığı sahne her ne kadar orjinal filme atıf yapmaya çalışıyor olsa da kendi yarattığı gerçeklik içinde bir hayli yersiz duruyor.

Netice itibariyle ortaya çıkan film, öncülünün karbon kopyası bir çalışma olmuş (yabancı bir eleştirmenin ifadesiyle "Let Me In şayet İsveç sineması sizin için uzaylı ve nahoş bir konsept değilse varlığına hiç de gerek olmayan bir film"). Bunu çakmacı sinemacılık mı yoksa orjinal yapıma sadakat mi olarak algılayacağınız yeniden çevrim kavramına bakış açınıza bağlı. Ama sonuçta "Let Me In"i Hollywood'un son on yılda haddinden fazla kendini kaptırdığı remake treninindeki diğer örneklerden ayıran yanı hikayesi değil Reeves'in karizmatik yönetmenliği. 
 

Hikayenin ruhuna daha uygun olduğunu düşündüğü için doğal bir ışıklandırmanın hakim olduğu bir görsellik arayışına giden ve bu doğrultuda Jane Campion'ın "Bright Star" filmindeki çalışmasıyla kendisini etkilemeyi başaran görüntü yönetmeni Greig Fraser ile çalışmayı tercih eden yönetmen ilk sahneden itibaren ilk filmin dingin yapısını ödünç alıp bunun üstüne ilk filmde eksikliği hissedilen cool ve tedirgin edici bir atmosferi inşa etmeyi başarıyor. Zaman dilimi olarak 80'lerin seçilmesi, filmin çocukluktan çıkış teması düşünüldüğünde ideal bir seçim olmuş hissi uyandırıyor. Oyuncu seçimleri çok yerli yerinde, Chloe Moretz, Kodi Smith-McPhee ve Elias Koteas rollerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Filmden bağımsız olarak dinlendiğinde ne derece başarılıdır çok kestiremesem de Michael Giacchino'nun müzikleri de filmin atmosferine katkıda bulunmuş.

 
"Let Me In", iddia edildiği üzere geride kalan yılın en iyi filmlerinden biri değil. Ama kesinlikle iyi bir film. Orjinal uyarlamanın altında ezilmeyip, kendi ayaklarının üstünde durmayı başarabiliyor ve bu noktada aslan payını alan Matt Reeves'in de yönetmen olarak rüşdünü ispat etmesine vesile oluyor. Bundan sonra yeniden çevrimlerle değil de daha özgün işlerle karşımıza çıkar umarız, bir süredir söylentileri ortada dolaşan "Cloverfield"in devam filmi mesela. Gerçi o da devam filmi ama, o kadarlık kendini tekrardan birşey olmaz.


Perşembe, Ocak 20, 2011

Black Swan


Black Swan, geride bıraktığımızın yılın en ses getiren filmlerinden biri oldu. Darren Aranofsky zaten sinemaseverler nezdinde hatır sahibi bi yönetmendi ama bu filmiyle ödül törenlerinin gediklisi haline gelince stüdyoların da gözdelerinden biri oluverdi. Bir sonraki projesinin Wolverine 2 olması bunun en belirgin işareti olsa gerek. Gerçi zamanında Chris Nolan devralmazdan evvel Batman için onun adı da geçmişti, ama fikirleri fazla uçarı bulununca vazgeçilmişti.

Stüdyo sisteminden uzakta durması Aranofsky'ye hep kendi istediği filmleri yapma yolunda bir teşvik oldu denebilir. Projelerine finansman bulmakta hep zorluk çekti ama neticede özgün, belli bir çizgisi olan bir filmogrofi oluşturmayı başardı. Tüm filmlerinde biz insancıkların birşeye tutkuyla bağlandıklarında onun içinde nasıl kaybolup gidebileceğimize dair örnekler sundu. Bu, Pi'de sayılarla kafayı bozmuş bi matematikçi, başyapıtı Requiem For a Dream'de köşeyi dönmek için kendini uyuşturucu batağında bulan bi grup genç, Wrestler'da yaptığı işe adanmışlığından ötürü sağlığını ve ailesini hiçe sayan bir güreşçi oldu. Black Swan ise hayallerindeki rolü canlandırma şansına sahip olan bir balerinin bunu en iyi şekilde yerine getirebilmek uğruna geçirdiği dönüşümün hikayesi.


Natalie Portman'ın canlandırdığı Nina, aslında daha onu gördüğümüz ilk sahneden çok da tekin bi karakter izlenimi uyandırmıyor. Dolayısıyla iyiden kötüye bi dönüşüm değil, halihazırda çok da  sağlıklı olmayan bir halet-i ruhiyenin daha da karanlığa gömülmesinin hikayesi bu. Black Swan'ın en büyük falsosu da burdan çıkıyor aynı zamanda. Nina'nın niçin böyle çok kırılgan, ama aynı zamanda çok azimli ve hırslı bir karakterde olduğu, dengesiz kişiliğinin ne tarz saiklerle beslenip şekillendiğine dair bir fikir edinemiyoruz. Annesi ile arasında sevgi-nefret arası gidip gelen hastalıklı bir ilişkileri olduğu belli ama bunun da temelleri açıklanmıyor. Yönetmenin her bir karakterin psikolojik motivasyonlarını aşikar etme gibi bir zorunluluğu yok elbette ama bir ruhsal çöküş hikayesi olan Black Swan gibi bi filmde bu noktaları boş bırakınca öykünün inandırıcılığına ve tesir gücüne de sekte vurmuş oluyorsunuz ister istemez. Filmdeki yoğun cinsel ton da bu bağlamda tartışmaya açık bir nokta. Aranofsky'nin yönetmen olarak sanatını bilip takdir etmeyen birisi, yönetmenin Mila Kunis ve Natalie Portman gibi iki güzel aktris arasında seksüel çekimi filmine malzeme yapmak yoluyla medyanın ilgisini çekmeye çalıştığını -ki filmin kaldırdığı toz dumanda bu sahnelerin etkisini kimse inkar edemez- düşünebilir. Zira hikayenin akışı içinde bu cinsel çekim muhabbeti bana çok eğreti duruyor gibi geldi. Şüphesiz Nina Kunis'in canlandırdığı Lily'yi bir rakip olarak görüyor ve rolün istediği kimi hususiyetleri Lily'de gözlemliyor ama burdan yola çıkıp lezbiyen sulara yelken açmak biraz ucuz bir hamle gibi göründü bana.


Öte yandan kusurlarına rağmen Black Swan özgün sıfatını sonuna kadar hakeden bir film. Polanski'nin erken dönem filmleri yönetmenin esin kaynaklarındanmış, hakkaten hissedilen bir akrabalık sözkonusu. Filmde rol alan Vincent Cassell de filmi Cronenberg'in tarzına yakın bulmuş ki bu da yerinde bir tespit, keza Black Swan yer yer body horror sularında geziniyor. Özellikle finalde Nina'nın sahnede siyah kuğuya dönüşümü ile filmin teması da çok yerinde bir şekilde görselleştirilmiş oluyor. Performansı yere göğe sığdırılamayan Portman, aldığı övgüleri sonuna kadar hakediyor, Nina'nın metamorfozunu sergilemekte üst düzey bi başarı göstermiş. Kunis onun yanında biraz daha sönük kalıyor haliyle ama o da canlandırdığı karakterin karanlık ve seksi havasına cuk oturan bir tercih olmuş. Aranofsky'nin filmlerinin ayrılmaz bir parçası olan Clint Mansell imzalı müzikler de baya beğeni topladı ama açıkçası ben hiç etkileyici bulmadım.


Neticede geride bıraktığımız yılın ilgi çekici işlerinden birisi olduğu su götürmez bir gerçek. Ama en iyilerinden mi orası tartışılır. Aranofsky benim favori yönetmenlerimden biri, karmaşık bulunan hatta kimilerince yerden yere vurulan Fountain'ını bile beğenmiştim ben. Ama açıkçası yönetmenin filmogrofisinde Black Swan, Fountain'dan daha üst düzey bir örnek değil bana göre. Tüm bu övgü yağmuru insanların hem yeni hem de iyi bir film görmeye aç olmalarından mı kaynaklanıyor bilmiyorum ama gene fazla abartılan Social Network'le beraber ödül sezonunun favorilerinden Black Swan. Halbuki hem Fincher hem de Aranofsky, kariyerlerinin başlarında birden fazla başyapıt çıkarmış isimler, o zamanlar hakettikleri halde kendilerinden esirgenen ödüller şimdi günah çıkarmak için mi önlerine sunuluyor belli değil. İşin kötüsü bu iki film uğruna Inception gibi üst düzey bir film görmezden gelinecek gene, ve on yıl sonra bu sefer de Chris Nolan'ı görece daha kötü bir filmi için ödüllere boğacaklar,kesin.

Cumartesi, Ocak 15, 2011

The Town


Ben Affleck'in yönettiği The Town, nihayet ülkemiz sınırları içinde gösterime girme olanağı buldu. Gerçi ABD'de gösterime gireli nerdeyse 4 ay oldu, hatta dvdsi bilem piyasaya sürüldü ama buna da şükür. En azından 2010 yılının en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen bi filmi o yıl içinde sinemada izleme olanağı bulduk. 127 Hours mesela daha bu ayın sonunda girecek, Black Swan, Winter's Bone, The King's Speech gibi örnekler aynı şansa bile sahip olmayabilir.

The Town, Gone Baby Gone gibi yönetmenin memleketi Boston'da geçen bir hikaye. Kimileri bunu kendini tekrar etme olarak gördü ama bence herşeyini iyi bildiği bi mekanı öykülemesi olumlu bir hamle. Woody Allen da New York'ta geçen sürüyle film yapmış, kimsenin şikayet ettiğini duymadık. Üstelik hikayenin geçtiği Charlestown isimli mahalle irlanda göçmenlerinden oluşan kapalı devre yapısı ve yüksek suç oranı ile filmin önemli öğelerinden biri. Affleck'in canlandırdığı Doug McRay çetesiyle beraber soygun yaptığı bankanın müdiresini gözetleyeyim derken ona abayı yakan, aileden soyguncu bir adam. Son yaptıkları vurgunla FBI'ın radarına daha fazla sokulunca etraflarındaki çember daralmaya başlıyor ve McRay'in gönül ilişkileri de çete içinde çeşitli gerilimlere sebep olunca işler içinden çıkılmaz bir hal alıyor.


The Town, bariz biçimde Heat esintili bir film. Son bir vurgunla hayatına yeni bir yön vermeye çalışan başkarakteri, onun yakalamaya and içmiş saplantılı kanun adamı vs. figürleriyle Michael Mann'in suç klasiğiyle organik bağlara sahip olduğu söylenebilir, bir nevi saygı duruşu olarak görülebilir hatta. Heat'in en önemli faziletlerinden birisi kanunlarla sınırları çizlmiş bir dünyanın iki ayrı tarafında yaşayan iki başkarakterini aynı derecede özenle ele almasıydı. The Town ise daha ziyade suçluların dünyasında geziniyor ve Jon Hamm'in FBI ajanı karakteri sadece avcı kimliğiyle hikayede yer alıyor. Bi bakıma su testisi su yolunda kırılır lafını görselleştirse de The Town finalindeki nispeten pozitif havayla da Heat'in sonunda seyircinin damağında kalan hüzünlü tattan uzak bir yapı sergiliyor.


Affleck, yönetmen olarak rüştünü bu filmle ispat etmiş oldu. Filmin çatışma ve kovalamaca sahnelerini  özellikle çok beğendim. Her ne kadar ben ilk filmini çok daha başarılı bulsam da -ve açıkçası film muhtemelen fazla yükselttiğim beklentilerimi tam olarak karşılayabilmiş olmasa da- sonuç olarak epeydir The Town gibi sağlam bir suç filmine de denk gelmiyorduk. Yönetmen iyi bildiği bir bölgeyi konu etmenin avantajlarından burda da faydalanmış, karakterlerinin gerçekliğini seyirciye geçirmekte çok başarılı. Bunda başını Jeremy Renner'ın çektiği oyuncu kadrosunun payı da yadsınamaz boyutta, geçtiğimiz günlerde vefat eden emektar Pete Poshletwate'i de son kez izleyebilme imkanı sağlaması da cabası. Bu noktada Affleck sadece yönetmenliğiyle değil olgun oyunculuğuyla da filmin başarısına katkı yapmış. Hem senaryo hem yönetim hem de oyunculuk olarak her bir aşamasında dahli bulunan bu projeden alnının akıyla sıyrılmayı başaran ve bir filmci olarak başarılı çıkışıyla kariyerini yeniden inşa etmeyi başaran Affleck, bundan sonra ne yapacağı takip etmeye değer yönetmenler arasına adını çoktan yazdırmış durumda.

Cumartesi, Ocak 01, 2011

Tangled


Disney'in 50. animasyon filmi Tangled, 260 milyon dolarlık devasa bütçesi, 6 yıla yayılan yapım aşamasıyla beklentileri ne derece karşılayıp karşılamayacağı meçhul olan filmlerden biriydi. Bu süre zarfında ilk olarak Glen Keane ve Dean Wellins tarafından yönetileceği duyurulan proje daha sonradan Bolt'un yönetmeni Byron Howard ve Nathen Greno'ya teslim edildi. Gene aynı şekilde başlangıçta Rapunzel olan filmin ismi Tangled olarak değiştirildi, ki bu birçoklarınca pek hoş da karşılanmadı. Disney, her ne kadar beğeniyle karşılansa da  geçen yılki animasyonları Princess and The Frog'dan tam anlamıyla beklediği karı elde edememiş anlaşılan. O yüzden o filmde çok da özen gösterilmeyen tanıtım kampanyasını bu filmde iyi yürüttüler. İnternette dolanan tüm o vignette ve viralleri görünce ister istemez takdir ediyosunuz.


Klasik Rapunzel masalının bu serbest bir yorumunda gençlik ve şifa veren saçlara sahip prenses Rapunzel beşikteyken bir cadı tarafından  kaçırılıyor ve bir kuleye kapatılarak büyütülüyor. Çocuklarının acısıyla kahrolan kral ve kraliçe her yıl Rapunzel'in doğum gününde havaya binlerce uçan fener bırakıyor. Rapunzel büyüdükçe bu fenerlerin anlamını sorguluyor ve öğrenmek istiyor ama tabii ki cadı kuleden çıkmasına izin vermiyor. Ta ki bir gün Flynn isimli bir hırsız, peşindekilerden saklanmak için kuleye tırmanıncaya kadar...


Tangled görsel olarak göz alıcı bir yapım. 6 yıllık harcanan emeğe değmiş ve izlemesi keyif veren bir görsel şölen ortaya koymuş filmin yaratıcı ekibi. Ayrıca burdaki 3D kullanımı Toy Story 3'de olduğu gibi ne idüğü belirsiz bi öğe olmaktan ziyade, filmin görselliğine katkısı yadsınamaz bir öğe haline gelmiş. Tangled'ın asıl gücü ise bütünüyle bir aile filmi olarak tasarlanmış ve bu işlevini eksiksiz ifa etmeyi başaran bir yapım olması. Herşeyden önce karakterlerinin sevimliliğiyle seyircisini tavlamayı beceriyor.


Özellikle Rapunzel başta gelmek üzere Flynn, eşkıya tayfası, Maximus, tüm figürler izlemekten bıkıp usanmayacağınız şekilde cekici özelliklerle donatılmış karakterler. Bunun yanısıra film, günümüz animasyonlarında artık olağan hale gelmiş bir şekilde komedi, aksiyon, romantizm vs. öğeleri başarıyla harmanlayıp tam bir tür kırmasına dönüşmekte hiç bir zorluk çekmiyor. Bu saydığımız özelliklerin çoğu Pixar filmlerinde de mevcut ama artık baygınlık verecek derecede kendini tekrar etmeye başlayan bu stüdyonun ürünlerinde eksikliği bariz hissedilen özgün dokunuşa sahip Tangled ve How To Train Your Dragon'dan sonra senenin en iyi animasyonu  olma özelliğini bileğinin hakkıyla alıyor. Bu filmin sorumlu yapımcılarından olan John Lassater'in aynı özeni Pixar'da da göstermesini umuyoruz.


Yeri gelmişken mevzuyu memleketimizdeki dublaj terörüne getirmeden olmayacak. Stüdyonun seyirci kitlesini tavlamak için dublaja başvurması anlaşılabilir bir şey. Esas hedef kitlesi olan çocukları da göz önüne alınca dublajın mevcudiyeti nerdeyse kaçınılmaz bir hal alıyor. Ülkemizde dublaj konusunda yetenekli bir çok sanatçımızın olduğu da bir gerçek, her ne kadar son yıllarda bu alanda gözle görülür derecede bariz bir düşüş yaşansa da. Fakat hiç değilse bir iki kopyayla olsun bizim gibi yetişkin izleyicilere orjinal diliyle filmi görme imkanı sunulmaması tam anlamıyla haksızlık. Birkaç ay önce gösterime giren Despicable Me'yi de bu nedenden ötürü izleyememiştim, zira o filmde Steve Carrell ve Agnes'i seslendiren Elsie Fisher'ın performansını hiç bir yerli ismin tekrarlaması mümkün değildi.


Bu noktada belirtmeliyim ki bu söylediklerim Tangled için büyük ölçüde geçerli değil. Filmin Türkçe seslendirme kadrosu beklenmedik ölçüde başarılı, özellikle Rapunzel'i seslendiren bayan. Fakat görece bu denli iyi seslendirilmiş bu filmde bile müzikal kısımları da Türkçeleştirme durumu son derece eğreti duruyor. Bu da son yıllarda moda olan birşey, eskiden en azından şarkılara ilişen olmuyordu. İngilizce filmlerde kullanılan şarkılar, ingilizce yazılıp bestelenmiş ve ingilizce dinlendiğinde anlamlı olan parçalar, böylesi Türkçeye asimile durumlar insanı filmden koparmaktan başka bir işe yaramıyor. Allah'tan Fatih Erkoç yoktu gene, o adamın sesini bir kere daha böyle bi animasyonda duyarsam kusacağım.