Pazar, Şubat 27, 2011

Anonyma - A Woman in Berlin


20.yüzyıl insanlık tarihinin en ilginç evrelerinden biri. Şüphesiz tüm tarihsel evrelerin kendine has ilginç yanları bulunabilir ama rönesans, reform, aydınlanma ve sanayi devrimi falan derken batı toplumlarının egolarının tavan yapması, bunun neticesinde gelen başka bir devirde eşi menendi olmamış dünya savaşları, sonrasındaki 40 yıllık soğuk savaş, gerek ülkeler arası gerek toplum içi peyda olan ideolojik kutuplaşmalar vb.. Her biri insanlığın gelebileceği, yada bir başka ifadeyle "düşebileceği" düzeyi göstermesi bakımından ibret niteliğinde hadiseler.. Ama bu yekun içinde 2.Dünya savaşının yeri bir başka bana göre, zira ademoğlunun esfeli safiline erişme potansiyelini en iyi sergiler örneklerin bir çoğu bu savaş çerçevesinde vuku bulmuş. Naziler, yahudi soykırımı, atom bombası, japonların çin'deki istilası ve tabii ki Stalin'in kızıl ordusu.


Bu savaşın klişe kötü adamı olarak, çok da haksız olmayan bir biçimde Naziler işaret edilir ama işlenen insanlık suçları baz alındığında hiç bir tarafın bu manada diğerinden çok geride kalmadığı aşikar. Sovyet Ordusunun savaşın son demlerinde Nazi memleketini işgaliyle birlikte patlak veren alman kadınlara yönelik tecavüz dalgası bunun en önemli örneklerinden biri. 1944-45 arası işgal dönemi süresince bazı tarihçilerin hesabıyla 10 bin ila 2 milyon civarında kadın, rus askerlerin tecavüzüne uğramış, bunların arasında 60-70 kere bu muameleye maruz kalanların sayısı azımsanmayacak derecede fazla. Öyle ki o dönem Alman kadınların arasında "kaç kere?" sorusu artık olağan bir hale gelmiş. Tecavüz mağdurlarının yaş grafiği sekizden başlayıp seksene kadar uzanmış. 45 sonrası bi nebze azalma gösterse de 48 kışına kadar devam eden bu tecavüz furyasının arkasındaki saiklere gelince, kimileri Rusların düşman ülkelerdeki mevcudiyetleri süresince kendilerini bir özgürleştirici olarak değil, daha ziyade bir fatih olarak algıladıklarnıı ve buna bağlı olarak sivillere karşı vahşeti kazanılmış bir hak olarak gördüklerini öne sürmüş; kimileri Nazilere yönelik nefretin bir çeşit dışavurumu olarak algılamış; kimileri de basitçe Alman askerlerinden kalan bol miktarda alkolün etkisiyle rus askerlerinin sürekli sarhoş olmaları gerçeğini işaret etmiş.


Savaş sırasında gazeteci olan Marta Hillers de bu dönem mağdur olan kadınlardan. Onun diğerlerinden ayrılan yanı ise yaşadıklarını günlüğüne yazarak bunu kayıt altına almış olması. İlk olarak yazarın ismi açıklanmaksızın 1954'te yayınlanan günlükler, o dönemin koşulları çerçevesinde farklı tepkilerle karşılaşmış, çok da iyi bir satış grafiği sergilememiş. Bazıları bu durumu, günlüklerin Alman kadınları için bir utanç kaynağını belgelemesine, bazıları da birçok Almanın bizzat yaşadığı yada işittiği bu acı dönemi üzerinden çok da uzun zaman geçmemişken bu günlük vasıtsaıyla tekrar yaşamak istememesine bağlamış. Bu durum üzerine Hillers ölümüne kadar günlüklerin yeniden basımına izin vermemiş, bu sebeple A Woman in Berlin'in tekrar gün yüzüne çıkması ancak 2003 yılında, yazarının ölümünün iki yıl sonrasında gerçekleşmiş ve büyük bir ilgiyle karşılarak en çok satan kitaplar arasında yerini almış.


Max Färberböck yönetimiminde çekilen 2008 yapımı Anonyma bu kitabın uyarlaması, Hillers rolünde Nina Hoss var. Yönetmen kitaba dair kendisini en etkileyen hususun, maruz kaldığı tüm aşağılayıcı eylemlere karşın Hillers'in bu günlük vasıtasıyla tüm yaşadıklarını belgeye dökme gücünü kendinde bulması, bir bakıma bu durumu bilinçaltına itmek yerine tam tersine bu vesileyle durumla yüzleşme cesaretini göstermesi olduğunu söylemiş. Elindeki halihazırda son derece özgün ve bir o kadar da otentik materyaline böylesine isabetli bi yaklaşımı olsa da Färberböck'ün filmi bir çok açıdan uyarlandığı eserin sahip olduğu etki düzeyine ulaşmaktan fersah fersah uzak. Bildiğim kadarıyla ülkemizde basılmayan kitabı okumadığım için metnin ne derece iyi uyarlandığı hakkında yorum yapamasam da film olarak temposu sık sık sarkan, işgal altındaki bir şehirdeki günlük hayatın ayrıntılarına odaklanayım derken ele aldığı konuya derinlemesine nüfuz etmeyi beceremeyen bir yapım Anonyma. Son tahlilde kaynak metnin yaşanmışlığı filmi belli ölçüde izlenebilir kılsa da sinemasal olarak bu temelin üzerine çok bişey koyulamamış olması hayal kırıklığı yaratıyor.

Cumartesi, Şubat 26, 2011

"Deserve's got nothin' to do with it!"


Will Munny: Who's the fellow owns this shithole?...You, fat man. Speak up.
Skinny Dubois: Uh, I... I own this establishment. I bought the place from Greeley for a thousand dollars.
Will Munny: You better clear outta there.
Little Bill Daggett: Just hold it right there. Hold it...!...Well, sir, you are a cowardly son of a bitch! You just shot an unarmed man!
Will Munny: Well, he should have armed himself if he's going to decorate his saloon with my friend.
Little Bill Daggett: You'd be William Munny out of Missouri. Killer of women and children.
Will Munny: That's right. I've killed women and children. I've killed just about everything that walks or crawled at one time or another. And I'm here to kill you, Little Bill, for what you did to Ned….You boys better move away.
                                                            ......
Little Bill Daggett: I don't deserve this... to die like this. I was building a house.
Will Munny: Deserve's got nothin' to do with it.
Little Bill Daggett: I'll see you in hell, William Munny.
Will Munny: Yeah.
 Will Munny: All right, I'm coming out. Any man I see out there, I'm gonna shoot him. Any sumbitch takes a shot at me, I'm not only gonna kill him, but I'm gonna kill his wife, all his friends, and burn his damn house down. Any man don't wanna get killed better clear on out the back.
Will Munny: You better bury Ned right!... Better not cut up, nor otherwise harm no whores... or I'll come back and kill every one of you sons of bitches!..

"Kim bu bok çukurunun sahibi?...Konuş, şişko!"
"Benim buranın sahibi. Bin dolara Greely'den devraldım."
"Açılsanız iyi edersiniz."
"Dur bekle bi saniye,dur!...Kalleşin tekisin bayım! Silahsız birini vurdun."
"Salonunu arkadaşımla dekore edecekse silahlanmalıydı."
"Sen Missouri'li William Munny olmalısın.Kadın ve çocuk katili."
"Doğrudur, kadın da öldürdüm çocuk da. Uçan kaçan ne varsa öldürdüm. Bugün de seni öldüreceğim Minik Bill, Ned'e yaptığına karşılık olarak...Kenara çekilseniz iyi edersiniz çocuklar."
                                                               .....
"Böyle ölmeyi...hak etmedim. Kendime ev yapıyordum."
"Bunun hak etmekle ilgisi yok."
"Cehennemde görüşürüz,William Munny."
"...." 
"Pekala, dışarı çıkıyorum. Gözüme ilişeni vururum. Bana ateş etmeye kalkanın sadece kendisini öldürmekle kalmam, eşini dostunu da öldürür, evini de başına yıkarım. Canını seven yolumdan çekilsin."
"Aklınız varsa Ned'i adamakıllı gömersiniz. Orospuların da kılına dokunayım demeyin! Yoksa geri döner, siz orospu çocuklarını teker teker gebertirim!"
 
Unforgiven (1992) - Clint Eastwood

Perşembe, Şubat 24, 2011

Big Momma's House 2 (2006) - John Whitesell


Siyahi komedyenlerin şişman kadın rolleri oynama saplantıları nereden geliyor bilmiyorum Özellikle 2000'lerde bir şiraze kayması gibi bir şey yaşandı herhalde; "Norbit" ("The Nutty Proffessor" filmlerinde de anne ve büyükanneyi de canlandırmıştı Eddie Murphy), "White Chicks", "Medea" vs daha hatırlayamadığım örnekler de vardır. Herhalde siyahi kültürle alakalı bir şey zira kendilerinden başka buna gülen var mı emin değilim ama aynı zamanda bildiğin global olarak iyi de iş yapıyolar, demek ki var izleyeni. Artık kimse bunlar?..


İşte bu sebepten, yani zerre ilgimi çekmemesi ve bir gıdım komik bulmamamdan mütevellit "Big Momma's House" filmini seyretmemiştim. Martin Lawrence'ı da severim aslında, yetenekli bir komedyendir ama buna elim varmamıştı. Zaten Kat Dennings ve Chloe Grace Moretz'in varlığı olmasa buna da bulaşmazdım ya neyse. Velhasılı ilk filmi izlemeden de bakılabiliyor buna, hikaye öncelik olmadığı için elzem değil yani, sözün özü bu. 


Lawrence Malcolm adında bir FBI Ajanını canlandırıyor. Karnı burnunda bir karısı var. Önceki filmde saha ajanıymış herhalde, şimdiki masa başı işinden çok da memnun görükmüyor, muhtemelen karısının zoruyla yaptığından. Sevip saydığı ajanlardan birisi öldürülünce karısına bir mazeret uydurup sahaya geri dönüş yapıyor. Nasıl? Tabii ki tebdili kıyafet Big Momma şeklinde cinayette payı olduğuna inanılan adamın evine dadı olarak. Tom adındaki adam neredeyse eve uğramıyor gibi birşey. Karısı Leah tam kontrol manyağı, çocuklarına herhangi bir sıcaklık göstermeden at gibi yarıştıran annelerden. 3 çocuktan en küçüğü iki yaşında ve henüz tek kelime etmiş değil -Momma'nın eve gelişiyle bu değişecek elbette-. Chloe Grace Moretz'in canlandırdığı 12 yaşındaki ortanca çocuk ponpon kız olmanın derdine düşmüş, bir noktada Momma ona da birkaç figür gösterip yaklaşan amigo kız seçmelerinde öne geçmesine yardımcı oluyor. Kat Dennings'in hayat verdiği ergen kız da tam asilik döneminde, o da Momma'nın desteği ve şevkati sayesinde ehlileşiyor tabii ki filmin sonunda. Anne de eninde sonunda Momma'nın sihirli varlığından esinlenip daha rahat bir karakter haline gelmeye çabalar buluyor kendini.Yani bu Momma seçilmiş varlık gibi bir şey, yanlışsız bir koruyucu, ne kadar yasadışı ya da mantıksız görünürse görünsün yaptığı her hareketin tam da yapılması gereken şey olduğu ortaya çıkan iyilik perisi bir figür. Becerikliliği ve anlayışına hayran kalmamız beklenen bir tip.


Malcolm elalemin ailesine böyle sevgi ve şevkat dağıtırken bir yandan ne halt ettiğini sorgulamaya çalışan üstlerini savuşturup bu eve gelmesinin nedeni olan ulusal güvenlik tehditi her neyse artık onu ortaya çıkarmaya çalışıyor. Konferansa gittim diye yalan uydurduğu -ki niye yalan söylemeye gerek duyduğu da hiç anlaşılmıyor- karısı da doğurmanın eşiğinde ve kocasının yalanını fark edip kendisini aldattığından şüphe ediyor zavallı.


Filmin açıkça "Mrs. Doubtfire" ve Vin Diesel komedisi "The Pacifier"den esinlendiği belli, filmdeki şakalar da genel olarak orada izlediklerinizin bir çeşit türevi niteliğinde. Gülmemiz beklenen yerler Lawrence'ın Momma kılığındayken normalde yaşlı bir kadının yapmayacağı şeyleri yaptığı bölümler genelde; Victoria Secret mankenleri ile dolu bir odaya girince tahrik olması, ağır şeyleri kaldırabilmesi vs. Tuvalet mizahından uzak durulmuş Allah'tan, osuruk sesi dinleyip durmuyoruz neyse ki. Ama gene de araya tanga, meme şakaları sıkıştırmaktan kendilerini alamamışlar. En nihayetinde sorun şu; Momma karakteri o kadar çirkin ve yapay bir görünüme sahip ki hiç bir inandırıcı tarafı yok, herhangi bir ailenin böyle birini aralarına almaları için komple moron olmaları lazım. Böyle olunca filmden daha başlamadan kopuyorsunuz.


Lawrence'ın R rated komedilerle yıldız olup son yıllarda komple aile komedilerine abanan Eddie Murphy'den feyz aldığı aşikar. Murphy bile bu geçişi yapmakta bir hayli güçlük çekmişken agresif ve düz komedisiyle tanınmış Lawrence için bunun daha da zor olduğu belli. Adamın sırıtmasında bile bir hınzırlık var, şevkat kumkuması bir karakterde çok görülen bir hususiyet değil bu. Ayrıca yeteneğini böylesi pespaye materyallerle harcadığını görmek de üzücü. Filmin yegane parlayan tarafları huysuz ergen klişesine bir tavır katmayı başaran Dennings ile oyunculuk bazında Lawrence'dan daha fazla menzil sahibi gibi duran Moretz.

Pazar, Şubat 20, 2011

It's Kind of a Funny Story


Ergenlikten gençliğe geçiş evresinde kafa karışıklığından muzdarip 16 yaşındaki Craig'in, bi sabah intihar etmek istediğini farkedip kendi kendini engellemek için akıl hastanesine yatmasının hikayesi. Uyarlandığı romanın yazarı Ned Vizzini de kendi bilfiil yaşadığı olayı romanlaştırmış zaten. Bu mevzuya mizahi bi biçimde yaklaşan bi filmden beklenecek hamleleri yaparak çok ayrıksı bir tutuma girmeyen film, gene de dinamik sinema dili sayesinde klişe bir film olmaktan da çıkıyor. Bu noktada yönetmen ikilisi Ryan Fleck ve Anne Boden'in hakkını vermek lazım. Bikaç yıl önce Ryan Gosling'e oscar adaylığı getiren Half Nelson'la tanınan ikiliden Fleck aynı zamanda ödüllü tv dizisi In Treatment'da da yönetmen olarak görev almış. Craig'in akıl hastanesi deneyimine klasik bi "hayatın akışını değiştiren dramatik olay" olarak yaklaşsa da filmi diğerlerinden ayıran nokta bunun farkında olması, bunu Craig'in dış sesi aracılığıyla da seyirciyle paylaşıyor hatta. Yönetmenlerinin becerisi yanında Craig rolünde pek bilinmeyen Keir Gilchrist'in başını çektiği Zach "the hangover" Galifianakis, Emma Roberts, Lauren Graham, Jeremy Davies ve Viola Davis'ten müteşekkil birinci sınıf kastı da filmin güçlü yanlarından. Ben şahsen en çok Viola Davis'in psikayatri başhekimi performansını beğendim, son derece duru ve olgun bi oyunculuk gösterisiydi. Galifianakis de komik olduğu kadar dramatik boyutları olan rollerin de altından kalkabileceğini göstermiş. Kastın en sevimli üyesi ise müthiş şirinliğiyle Craig'in küçük kızkardeşine hayat veren Dana DeVestern olmuş. Geride bıraktığımız 2010 yılının nitelikli bağımsızlarından olan It's Kind of a Funny Story, öyle izleyende kalıcı izler bırakamasa da son tahlilde izlemesi gayet keyifli bir yapım.

Cumartesi, Şubat 12, 2011

Conviction


Hukuk dersinden ve mevzuat işlerinden zerre hazzeden bir adam olmasam da Hollywood mahsülü mahkeme filmleri benim için favori türlerden biri olagelmiştir hep. Çocukluğumda izlediğim A Few Good Men'in üzerimdeki silinmez etkilerinden biri de bu oldu heralde. Gene o dönemlerde izlediğim ve hayran kaldığım filmlerden biri olan Ghost'un kötü adamı Kyle'ı canlandırmış Tony Goldwyn'in yönetmenliğini yaptığı Conviction da bahsini ettiğimiz tarzda bir mahkeme filmi ama türdaşlarından ayrıldığı temel nokta gerçekten yaşanmış bir olayı konu edinmesi.


Haksız yere mahkum edildiğine inandığı kardeşi Kenny'yi hapisten kurtarmak için ilerlemiş yaşına bakmayıp hukuk fakültesini bitirerek kardeşinin avukatlığını üstlenen Betty Anne Waters'ın 19 yıllık mücadelesini konu ediniyor Conviction. Saplantı derecesindeki bu uğraşı süresince evliliğini bitirmek durumunda kalan, bir yandan bir barda çalışıp bir yandan iki çocuk yetiştiren Waters'ın hikayesi yalın haliyle bile son derece etkileyici. Bunu aynı ölçüde etkileyici bir filme çevirmek çok zor olmasa da Goldwyn'nin bu noktadaki performansı vasatın biraz üstünde. Yönetmenlikte çaylak bir isim değil Goldwyn. Kardeşinin yapımcılığını üstlendiği Dexter başta gelmek üzere birçok televizyon dizisinde çalışmışlığı var, ayrıca bu üçüncü uzun metrajı. Buna rağmen yönetmen olarak biraz yavan bir tarzı var, elindeki materyalin gücünün farkında ama fazlasıyla buna teslim etmiş kendini. Seyirciyi manipüle etmekten uzak durup mevzuyu sade bir şekilde seyirciye aktarma düşüncesiyle hareket etmiş olabilir ama bunun yeri daha ziyade belgesel film türü, kurmaca değil. Dramaturjinin temel unsurlarından biri olan seyircinin karakterle özdeşleşmesini sağlama hususu başlı başına bi manipülasyon aslında. Bu noktada bir başka gerçek yaşam öyküsü olan Denzel Washington'ın başrolünü üstlendiği Norman Jewison filmi Hurricane ideal bir örnek olarak akla geliyor ister istemez. 


Öte yandan Conviction akıcı ve sürükleyici bir film olarak seyircisini yakalamayı da biliyor. İki kardeşin çocukluklarına uzanan aralarındaki güçlü bağı resmeden geri dönüşler her ne kadar filmin ritmini biraz zedelese de duygusal altyapıyı güçlendirmesi bakımından yerinde sahneler. Bir davayı hikaye edinmesine rağmen mahkeme salonlarında çok gezinmeyen film, çoğunlukla Betty Anne karakterinin üzerine yoğunlaşıyor, erkek kardeşi ve diğer karakterleri sadece Betty ile olan münasebetleri çerçevesinde tanıyabiliyoruz. Anlaşılabilir bir tercih olmakla birlikte diğer karakterlere de tekil olarak biraz vakit ayrılabilirdi gibi geliyor. Kariyeri aldığı iki Oscar ödülünü saymazsak(!) pek matah bir filmogrofiden oluşmayan Hillary Swank, şahsen çok beğendiğim bir oyuncu değil ama burdaki rolünün hakkını verdiği söylenebilir. Kendi kuşağının en iyi aktörlerinden olan Sam Rockwell ise, bi kez daha izleyiciyi şaşırtmayı biliyor. İyi, kötü, manyak ve ya aklıselim her tür rolün altından kalkabilecek bi oyunculuk gücüne sahip olan aktör, bu hususiyetini bir kez daha kanıtlamış. Filmin asıl yıldızı ise Minnie Driver. Herşeyiyle sempatik olsun diye tasarlanmış karakterini müthiş bir sevimlilikle perdeye taşıyan aktris, filmi taşıyan öğelerden.

Ülkemiz sinemalarında bu ay içinde gösterime girmesi beklenen Conviction, geride bıraktığımız yılın bahse değer filmlerinden biri. Kusurları yok değil ama son tahlilde görülmeyi hakeden, nitelikli bir yapıt..


Betty Anne Waters ve kardeşi mahkemeden çıkarken... Kenneth Waters serbest kaldıktan 6 ay sonra beyin travması sonucunu hayatını kaybetmiş.

Cuma, Şubat 11, 2011

Tron Legacy Soundtrack - Daft Punk


Ne Daft Punk dinleyicisi, ne de kült kabul edilen ilk Tron filmini izlemişliği olan bir insanım. Tron Legacy'ye de sırf Imax sinemasında 3D film izlemek ne menem bişeydir tecrübe edeyim diye gittim. Beklediğimi bulamadım, görsellik açısından. Bu manada vaatlerinin altını doldurabilen bi film değildi, halbuki başkaca da bi beklentim yoktu. Öte yandan beklemediğim bi noktada film umulmadık derecede iyiydi; müziklerinde.

Yukarda da belirttiğim gibi Daft Punk dinleyicisi bi insan değilim, o yüzden nasıl bi müzik anlayışları vardır, bu soundtrack çalışması onların çizgisinde ne derece bir esneme, sapma veyahut devamlılık arzeder hiç bir fikrim yok. Ama şundan eminim ki uzun zamandır dinlediğim en iyi film müziklerinden birine imza atmışlar. Aslında şimdi geriye dönüp bakınca, filmin fragmanlarında kullanılan müziklerden böyle bişeyle karşılaşacağımız belliydi bir bakıma. Zaten Fransız ikilinin bu ilk sountrack çalışması değil, daha önce Gaspar Noe'nun çok gürültü koparmış filmi Irreversible'ın da müziklerine imza atmışlar. Tron için çalışırken başlıca esin kaynakları ise Maurice Jarre, Vangelis ve John Carpenter olmuş. Muhtemelen kendilerinden beklenmedik ölçüde epik böylesi bi soundtrack, Tron Legacy gibi bi filmde harcanmış diye bile düşünülebilir aslında. Ama öte yandan hem filmin hikayesinin bi ayağını oluşturan 80'ler ruhunu, hem de 2000'li yılların havasını aynı anda yakalamayı başarmış olması itibariyle müziklerin filme cuk oturduğu sonucuna da varılabilir aslında.


Birçok film soundtrackinde olduğu gibi burda filmin temel bir melodisi var ve albümün diğer birçok parçası da bu melodinin değişik versiyonlarından ibaret. Overture bu bahsi geçen melodinin en saf hali ve mükemmel bir çalışma, insan dinlemeye doyamıyor. The Grid Jeff Bridges'in filme ilişkin bir introsunu içeren bir başka versiyon. Fragmanda kullanılan The Game Has Changed ve Fall tempolu ve aksiyonu körükleyen parçalar. Albümün en göze batan bestelerinden biri olan Solar Sailer, gene insanda tekrar tekrar dinleme isteği uyandıran, çok güzel bir eser. Bonuslardan çıkan Father and Son da aynı Solar Sailer gibi duygusal bi beste, en öne çıkanlardan biri de o. Film gibi albümün de kapanışını yapan End Titles ile birlikte 31 parçadan müteşekkil albümün bahse değer diğer üyelerinin başında Flyyn Lives, C.L.U., Rectifier, Rinzler ve Recognizer da sayılabilir.

Sinema dünyasının en popüler ödül töreni olan Oscar'larda Daft Punk'ın en iyi müzik dalında aday gösterilmemesi de tartışmaya açılabilir aslında. Ama artık bunu ödüller açıklandıktan sonraki değerlendirmemize saklayalım.

Pazar, Şubat 06, 2011

I Spit On Your Grave


1978 yapımı Day of The Woman, gösterime girdiğinde birçok yasaklara ve türlü eleştirilere maruz kalmış, sinema tarihinin en namı kötü filmlerinden biridir. Çok basit bir şekilde, 4 adamın defalarca tecavüz edip darp ettiklerin bir kadının iyileşmesinin akabinde bunların herbirinden tek tek öcünü almasını hikaye edinir film. Bugünün seyircisi için çok da hazmı zor olmasa da tecavüz ve şiddet sahneleri zamanında baya gürültü koparmış. Filmi asıl ilginç kılan özelliği ise basit ve rahatsız içeriğinin altında feminist okumalara meydan verecek bir alt metne sahip olması ki filmin başında dönen tartışmalardan biri de bu olmuş.


Yönetmen Meir Zarchi filme esin kaynağı olarak başından geçen bir olayı temel almış. Bir gün arabayla giderken yol kenarındaki çalılardan sürünerek çıkmaya çalışan, tecavüze uğramış kanlar içinde bir kadını alıp polise götüren Zarchi, polis memurunun çenesi kırılmış ve konuşamayan kıza tam adını heceletmek gibi anlamsız formalitelerle uğraştığına şahit olunca kızın hastaneye götürülmesi için ısrar etmek durumunda kalmış, ama ilk elde kendi hastaneye götürmediği için de pişman olmuş. Zarchi'nin bu anısı ışığında filme bakıldığında içerik ve bu içeriğin perdeye taşınma biçimi görece anlamlı bir hale geliyor. Bir istismar filmi olarak algılansa da yönetmenin de iddia ettiği gibi istismar amaçlı değil de hikayenin gerektirdiği şekilde sert bir tona sahip bir film Day of The Woman. Tecavüz sahneleri rahatsız edici bir şekilde tasarlanmış ve hiçbir şekilde tecavüzcüleri sempatik göstermek gibi bir çaba söz konusu değil. Bu izleyicinin mağdur kadınla özdeşleşmesine yardım ettiği gibi filme dair feminist algılamalara da alan açıyor. Bu noktada tecavüzcülerden birinin eylemlerine gerekçe olarak kadının giyimini ve hareketlerini gösterdiği diyalog bir zirve noktası teşkil ediyor. Tüm bu ilgi çekici yapısına rağmen sinematografik olarak aynı ölçüde kaydadeğer bir film değil Day of The Woman, 70'ler sinemasının o garip örneklerinden biri..


Zarchi'nin de yapımcıları arasında bulunduğu 2010 yapımı yeniden çevrim, orjinal filmi 1980'de satın alan yapım şirketinin filme layık gördüğü adı almış: I Spit On Your Grave. Bildik bir isim olmayan Steven R.Monroe'nun yönetmenlik koltuğuna oturduğu filmin başrolünde de gene tanımadığımız bir yüz Sarah Butler var. Bu modern versiyonun orjinalinden ayrılan taraflarının başında işin gore kısmına verdiği önem geliyor. Gerçi ben tecavüz sahnelerinde rahatsız ediciliğin sınırlarını zorlamışlardır diye bekliyordum ama bir şekilde orjinal film bu manada daha ileri düzeyde kalmayı başarmış. Yönetmen Monroe mağdur kadının saldırganlara musallat oluşunu belli ölçüde bir gizem perdesi çerçevesinde vermeye çalışarak hikayeyi daha akıcı ve güncel kılmaya çalışmış, yerinde de bir hamle olmuş. İlk filmdeki feminist alt metin burda biraz kan banyosuna kurban gitmiş ama netice mevzuya yaklaşımda bir sapma yok. Sinemasal olaraksa ilk filmden daha ilerde olduğu su götürmez bir gerçek. Başroldeki Sarah Butler güzel bir oyuncu ve rol için ideal duruyor ama iş ortalığı kana bulamaya gelince biraz fazla çıtkırıldım bir görüntü veriyor. Gene de kötü değil zira kolay bir rol değil, umarız kariyeri bundan böyle bir ivme kazanır. Monroe'nun yönetmenlik performansı ve genel olarak filmin niteliği için de aynı şeyler söylenebilir. Eksikleri olan ve geliştirmeye müsait "yeniden çevrimlik" bir filmin, kıvamında bir uyarlaması, izlemesi keyifli bir yapıt..