Perşembe, Nisan 28, 2011

Take Me Home Tonight ve 80'lere saygı(!)


Aslında bu video net alemine düşeli baya oldu,yeni bişey değil yani. Şarkı 80'lerden Human League diye bi grubun, coverın sahibi ise Atomic Tom diye bi takım indieci arkadaşlar. Şarkı iğrenç, en azından bu versiyonu, orjinalini de dinlemedim. Şahane olan şeyse videosu. Take Me Home Tonight filminin soundtracki için hazırlanan şarkının videosunda filmin kastı bizzat yer almış; Topher Grace, Anna Faris, Dan Fogler ve canımız bitanemiz Teresa Palmer. Zaten filmin kendisi bi çeşit 80'ler güzellemesi, klibi de buna uygun bişey yapalım demişler ve o dönemin klasik filmlerine göndermelerle doldurmuşlar. Neler neler yok ki; Ghostbusters, Terminator(Michael Biehn kameosu da bonus), E.T.,Poltergeist, Breakfast Club, Sixteen Candles, Fast Times at Ridgemont High, When Harry Met Sally, Ghost vs. En bombası ise Back To The Future olmuş, Topher Grace gördüğüm en iy Marty McFly taklidine imza atıyor.

Çarşamba, Nisan 27, 2011

Scream 4 : "Don't fuck with the original!"


“Sequels suck, by definition alone, they are inferior films."  
(Devam filmleri berbat olur, sırf tanım itibariyle ikinci kalite üründürler-“Scream 2”)

"Scream 4"ün geleceğini ilk duyduğumda ne yalan söyleyim çok da ümitvar değildim. Şüphesiz ilk "Scream" bugün artık bi klasik olarak kabül görmüş durumda. "Scream 2" ve zamanında hiç de olumlu karşılanmamış "Scream 3" de bana göre şahane filmlerdir, hatta en iyi devam filmlerindendir. Buna rağmen seriye yeni bir film daha ekleme fikri çok da akla yatkın görünmemişti bana. Hollywood'un eski materyalleri yeniden ısıtıp piyasaya sürme hastalığı son 10 yıl içinde rahatsız edici derecede depreşti, bu da o doğrultuda bir hamle gibi görünüyordu. 
 
 
 
Orjinal üçlemeye imza atan ekibin bir araya gelmiş olması iyiye işaretti aslında; yönetmen Wes Craven, senarist Kevin Williamson, Neve Campbell, Courtney Cox ve David Arquette. Sonra Williamson'ın yapımcılarla anlaşmazlığa düşüp projeden ayrıldığı haberi yayıldı. Yerine Ehren Kruger ("Scream 3", "Arlington Road", "The Ring") getirildi, senaryoda bazı düzeltmelere gidildi, oyunculardan bazıları -Hayden Panetteire- bu durum karşısındaki hoşnutsuzluklarını dile getirdi, hatta Lauren Graham gibi projeden ayrılanlar da oldu. Film gösterime girmeden bir iki ay önce verdiği bir röportajda Craven'ın kendisi bile senarist değişikliğinin filme dair bazı şeyleri aksattığından dem vurdu. Tüm bu hadiseler çoğunlukla bir filmin hayrına işleyen şeyler değil, zira daha ortaya çıkan şeyi görmeden bişeylerin ters gittiğine dair bir izlenim uyandırıyor seyircide. Ama gösterime girmesiyle birlikte "Scream 4", bu önyargıları bertaraf etti denebilir.  


 
"Scream" serisi, parodiyle korku türünün birbirini bastırmadan kıvamında bir şekilde sentezlenerek at başı gittiği filmlerden müteşekkil bir seri. Yani Ghostface kurbanını kovalarken türlü sakarlık yapıp sağa sola çarpınca ister istemez seyircide bir tebessüm hasıl etse de, avını ele geçirdiğinde acımasızca kesip biçmesiyle aynı seyirciyi ürkütmeyi de becerebilen bir figür. Korku türüne ait saptamaları da seriyi özgün kılan bir diğer faktör. Yani ait olduğu türün tüm kodlamalarına ve klişelerine bir yandan laf sokup bir yandan da bir nevi saygı duruşunda bulunurken, 3 ve 4'e konu edilen Stab filmleri vasıtasıyla kendine ve devam filmleri kültürüne de dokundurmayı başaran bir seriden bahsediyoruz. Sadece tiye almak suretiyle değil de, bu türün hayranı olan ve yiyip içip film seyreden filmkoliklere hitap edecek ölçüde janrı irdeleyen "Scream", 4 üncü filmiyle bu vasıflarını korumakla kalmıyor, üstüne serinin son filmiyle aradan geçen uzun zamanın da katkısıyla nostalji öğesini de ekliyor. 
 
 
Baş karakterlerimiz Sydney Prescott'ın başarılı bir yazar, eski başarılı yazar Gale Weathers'ın ise Dewey ile evlenip ev hanımı olduğu bir evrende geçiyor film. Bekleneceği üzere yeni kitabının tanıtımı için eski kasabasını ziyarete gelen Sydney'in ortaya çıkışıyla birlikte cinayetler de başlıyor. Netice en azından ilk bir saati itibariyle uzun zamandır görüşemediğimiz ve izlemeyi özlediğimiz bir hikayenin kahramanlarıyla yeniden buluşmuşuz hissiyatına boğuluyorsunuz. Senarist Williamson formunu korumuş ve gene şahane sinemasal analizleri filmine yedirmeyi başararak son on yılda korku sinemasına hakim olan yeniden çevrim furyasını bıçak altına yatırmış. "Film içinde film içinde film" şeklindeki çok başarılı girizgahın ardından eskilerle birlikte yeni karakterlerini de arz-ı endam ettiren film, çoğunluğuna dizilerden aşina olduğumuz bir grup yeni yetme aktrisi kadrosunda bulundurmasıyla da görsel açıdan da güçlü bir yapım olduğunu belli etmiş(!). 


 
Kameo olarak görünüp geçen Lucy Hale ("Pretty Little Liars"), Aimee Teegarden ("Friday Night Lights"), Britt Robertson ("Dan in Real Life", "Triple Dog"), Shenae Grimes'in ("90210") yanısıra ana rollerde Emma Roberts ("Lymelife", "It's Kind of a Funny Story", "Valentine's Day"), Hayden Panettiere ("Heroes"), Alison Brie ("Community", "Mad Men"), Marley Shelton ("Grindhouse"), Marielle Jaffe'nin ("Percy Jackson") yer aldığı "Scream 4", kuşağının yetenekli aktörlerinden Adam Brody, Rory Culkin, Anthony Anderson gibi isimlerin de katılımıyla ilgi çekici bir kasta sahip. Hoş bunların çoğunun karakterlerine bir derinlik katma fırsatları olmuyor ve Ghostface'in elinde can veriyorlar ama oyunculuk namına elinden geleni yapanlar da var. Yan karakter hüviyetindeki rolüne dikkat çekici derece bir mizah ve karizma katmayı başaran Hayden Panetteire  ve Dewey'e yanık hafif nevrotik şerif yardımcısı rolünde Marley Shelton, bu güruh içinde öne çıkan isimler.
 
 

Wes Craven'ın yönetmenlik olarak performansından bir şey yitirmediğini de ele güne gösteren filmin temel handikabı, gayet yerinde başlayan ve ilerleyen hikayesinin sonlara doğru biraz sarkması ve tahmin edilebilir bir hale bürünmesi. Filme yedirilen Youtube gençliği eleştirisi de her ne kadar yerinde olsa da biraz yavan ve basit kaçmış. Bu pürüzlere çok takılınmadığı takdirde 2011'in ilk kayda değer filmlerinden biri olarak rahatlıkla anabiliriz "Scream 4"'ü. Zira bi seriye 4'üncü halkayı ekleyip belli bi düzeyin üstüne çıkmayı başarmak herkesin harcı değil. 

 
 
Önceki filmleri televizyonda izlemiş biri olarak "Scream"i sinemada izlemenin son derece keyifli bir deneyim olduğunu belirtmeden de geçmemek lazım. Bununla birlikte yeni bi üçlemenin ilk halkası olarak tasarlanan bu filmin ardıllarının aynı keyfi vermek şöyle dursun, kabak tadı vereceğinden bir şüphem yok, zira bu film de sahip olduğu seyir zevkini büyük oranda barındırdığı nostalji öğesine borçlu. Olası bi "Scream 5"in aynı duygu üzerine inşa edilmesi olanaksız. Hoş, zaten şu ana kadar ki gişe performansıyla "Scream 4"ün yeni bir üçlemeye kapı aralaması da biraz güç görünüyor. Ama Hollywood gene boş durmayıp daha dumanı üstünde olan seriyi acımasızca reboot etmekten imtina etmeyecektir, orası kesin.

Çarşamba, Nisan 20, 2011

Sucker Punch


"Sucker Punch", an itibariyle 2011'in en kötü eleştiriler alan filmlerinden biri. Muhtemelen yıl sonu itibariyle de biçoklarının yılın en kötüleri listesinde üst sıraları zorlar. Hatta öyle ki filmin yönetmeni Zack Snyder'ın, Chris Nolan'ın yapımcılığında gerçekleştirilecek "Superman" projesi için ne derece uygun bir tercih olduğu bile sorgulanmaya başlandı. Benim de aralarında bulunduğum bazıları içinse Snyder zaten kalitesi tartışmalı bir isimdi.


Yönetmenliğini üstlendiği 5 filmden 3'ü uyarlama, biri de yeniden çevrim ("Sucker Punch" ilk özgün senaryosu) olan Snyder'ı stüdyoların gözünde bu kadar popüler yapan en önemli unsur filmlerinin gişede çok sorun yaşamaması ve görsel açıdan son derece iyi cilalanmış bir yapıya sahip olmaları. Oysa bu yekün içinde sadece "Dawn of the Dead", nitelik itibariyle bir parça öne çıkan bir yapım, ki o da yeniden çevrim standartlarına göre iyiydi, yoksa bazılarının abarttığı kadar da değil. "300", uyarlandığı grafik romanın (ve bu romanın yazarının) faşizan siyasi görüşlerini birebir peliküle aktaran, sinema tarihinin en kaba propaganda filmlerinden biri oldu. "Watchmen" ise bambaşka bir vakaydı zira bu filmi hakkaten canı gönülden takdir eden insanlar çıktı, oysa uyarlandığı çizgi romanı okuyan herkes farketmiştir ki, Snyder romanı en ufak bir yorum ve değişikliğe uğratmaksızın birebir perdeye aktarmıştı. Romanlarından uyarlanan filmlere karşı olan nefretini her fırsatta dile getiren Alan Moore'un takdirini mi kazanmaya çabaladı, yoksa hakkaten mi elindeki materyalden özgün bişeyler çıkarmaktan aciz orasını tam kestiremesek de, neticede "Watchmen" benim izlediğim en kötü uyarlamalardan biriydi. Sonraki filmi "Legend of The Guardians"ı seyretmedim, zira hikayesi hiç ilgimi çekmemişti. "Sucker Punch" ise bu filmin aksine ilgi çekici duruyordu, en azından şekil itibariyle. Zira yönetmenin tabiriyle "Alis Harikalar Diyarında"nın makineli tüfekli versiyonu olması dışında içerik hususunda çok da fikri yoktu kimsenin. Stüdyonun ortaya çıkan yapıttan hoşnut olmadığına dair dedikodular da, film gösterime çıkmadan çok önce ortalıkta dolaşmaya başlamıştı zaten. Bu durumun pek hayra alamet olmadığı belliydi, zaten patladı da.

"Sucker Punch", üç ayrı düzlemde ilerleyen bir hikaye yapısına sahip. İlk hikaye anasını kaybetmiş, üvey babasının tacizinden kurtulmaya çalışırken kazara kızkardeşini öldüren Babydoll isimli kız ekseninde gelişiyor. Trajik hadisenin ardından üvey babasınca akıl hastanesine kapatılan kıza lobotomi uygulanacak. İkinci hikaye bu noktada baş veriyor ve kız akıl hastanesini bir çeşit gece klübü/genelev, hastenedeki hastaları da burada çalışan fahişeler olarak tasavvur ediyor. Bu ikinci hikayede Babydoll'un amacı genelevden kirişi kırmak, bu noktada yanına 4-5 kız daha alıp bir kaçış planı uygulamaya başlıyor. Bu planın en önemli unsurlarından biri ise Babydoll'un dikkat dağıtmak için kullandığı dans yeteneği. Kızın dans sekansları da üçüncü hikaye parçasını oluşturan bir çeşit fantazi dünyasında geçiş yapmamızı sağlıyor. Burada Babydoll ve arkadaşları ejderhalar, naziler, devasa samuraylar, robotlar vs. ile mücadele eden bir grup özel asker kılığındalar. Genelevden kaçışın her bir aşaması ise bu fantazi dünyasında karşılığını buluyor.


Bu konu özetinden de çıkarılabileceği gibi öyküsü, Sucker Punch'ın güçlü olduğu alanlardan değil kesinlikle(!). Web aleminde hikayedeki boşluklar için yazılmış bir hayli geyik var, o yüzden ben çenemi pek yormayacağım. Ama şu kadarı söylenebilir ki Snyder sanki kendi çapında bi çeşit Inception yapmaya yeltenmiş ama soluğu yetişmemiş gibi bir görüntü var. Farklı realiteler üstüne kurulu dünyaları birbirine sentezlemeye çalışmış ama aradaki bağlantı noktalarını kurmayı unutmuş yada kurduğu bağlantıların ne derece sağlam olduğuna özen göstermemiş. Hele filmin girişinde ve finalindeki dış ses vasıtasıyla oluşturulmaya çalışılan feylesof hava tabuta son çiviyi çakıyor zira film bittiğinde sesin sahibi olan hatunun neden bahsettiğine dair en ufak bir fikriniz olmuyor.


Öyküdeki bu dağınıklığın bilinçli bir tercih olduğu da düşünülebilir kimilerince. Zack Snyder, stili eldeki materyalden, görünümü de öykülemeden önde tutan, hikayenin yönetmenin kafasındaki imajları perdeye yansıtmaktan öte bir anlam taşımadığı bir ekolün mensubu ve bu noktada hakkını vermek lazım, cidden göz alıcı bir filme imza atmış. "Sucker Punch", hiç birşey değilse bile "bak"ması keyifli bir film. Her ne kadar aksiyon sekansları, lüzumsuz fazlalıkta yavaş çekim barındırıyor ve birçoklarınca da ifade edildiği üzere fazlasıyla bilgisayar oyunlarından apartma bir görüntü veriyor olsa da...

 
Filmdeki bu tercihin bir başka boyutu da kesif bir videoklip estetiği. "Sucker Punch" birbiri ardına eklenmiş müzik kliplerinden müteşekkil toplama bir filme benziyor. Filmi yapanların, daha tasarım aşamasında bir çeşit müzikale imza atmaya niyetlendikleri belli, müzikler için "Moulin Rouge"un bestecisine başvurmaları da ancak böyle açıklanabilir. Paralel dünyalar arası geçiş bölümlerinde ve aksiyon sahnelerinde bu yapı ideal ama komple girizgah bölümünü tamamiyle bir video klip olarak tasarlamak pek de olumlu bir tercih değil.


"Sucker Punch"ın en çok tenkit edilen tarafı ergenlere hitap eder bir düzeyde kadın cinselliğini metalaştırması. Bu biraz yersiz bir eleştiri bence zira Snyder'ın neredeyse tüm filmlerinde kadın cinselliği hoyratça kullanılan bir unsurdu zaten. Hikaye için hiç bir anlamı olmadığı halde hemen hemen her filminde yer vermekten çekinmediği seks sahnelerine bakarak yönetmenin bu durumla bir problemi olmadığı sonucuna varılabilir kanımca. Bu eleştiriyi getirenler ya bu noktayı gözden kaçırmışlar ya da görmezden gelmişler. Zaten filmin yapımcılarının bu noktada ikiyüzlü bir tavır takındıklarını iddia etmek de güç. Neticede filmin tanıtımı için hazıralanan karakter afişlerine "sert sever", "yalanmaya hazır olun" (!) gibi cümleler koymaktan çekinmeyen; hikayesine ana mekan olarak bir genelevi seçip karakterlerini gerçek dünyalarında yarı çıplak, bol miktarda savaş ve dövüş içeren fantazi dünyalarında ise kısa etekler ve dekolteli kıyafetlerle arzı endam ettiren bir filmin erkek seyirci kitlesinin libidosunu hedef aldığı aşikar. İşin ilginci Snyder bir röportajında, "Sucker Punch"ın geek kültürü içersindeki cinsel ayrımcılık ve kadının metalaştırılması üzerine bir eleştiri olduğunu ifade etmiş ki tam oksimoron olmuş. Zamanında "300" için de "günümüz politik yapısıyla bi paralelliği olmayan bir faşizm taşlaması"(!) tanımlamasında bulunmuş bir adam için çok da şaşırtıcı bulmamak lazım belki de.

 
Amerikalı eleştirmenlerin aksine bence "Sucker Punch" kötü bir film değil, hattta Snyder'ın filmografisi içinde en iyisi bile diyebilirim. Seksi kıyafetlere bürünmüş güzel kızların birilerini pataklamasını izlemek isteyenler yada göz alıcı mizansenlerden müteşekkil videoklip-video oyunu kırması bir film beni keser diyenler için biçilmiş kaftan. Daha sinemasal kaygılarla yola çıkanlar içinse çok da yanına yaklaşılası bi film değil. Ben ikisinin ortasında duruyorum.