Pazar, Mayıs 29, 2011

I, Robot


Alex Proyas, filmogrofisinde The Crow ve Dark City gibi iki film bulundurması hasebiyle kült bir isim olarak kabul edilebilir. 48 yaşındaki Avustralyalı yönetmen, 6 filmlik kariyeri süresince Avustralya ve Hollywood arasında mekik dokumuş. Sektördeki birçok meslekdaşı gibi videoklip ve reklam yönetmenliğinden uzun metraja geçiş yapan Proyas'ın ödül kazanmış bir çok kısa filmi de bulunmakta. Daha öğrencilik yıllarında kendi yapım şirketini kuran Proyas, 1989'da ilk uzun metraj filmi Spirits of the Air,Gremlins of the Clouds'a imza atmış. Aynı zamanda senaryosuna da yazdığı post-apokaliptik bir distopya öyküsü olan bu filmin, yönetmeninin vizyonuna dair ilk emareleri gösterir bir şekilde stilize yapım standartlarıyla dikkat çeken, uzun metraj videoklip tadında bir film olduğu söyleniyor. 94'te The Crow ve beş yıl sonrasında gelen Dark City ile kendine sinemaseverlerin gözünde çok sağlam bir yer edinen Proyas, 2002'de ülkesi Avustralya'ya dönerek, önceki işlerinden çok farklı bir filme, müzik aleminde umdukları çıkışı yapmak için çırpınan amatör bir rock grubunun öyküsünü anlattığı Garage Days'e imza attı. Bu filmin ardından tekrar Hollywood'a dönen yönetmenin sonraki projesi ise I,Robot oldu.

Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov'un Robot öykülerinin bir uyarlaması olan I,Robot'un ön hazırlık aşamasında esas olarak Isaac Asimov'un hikayelerinden değil, senarist Jeff Vintar'ın Hardwired isimli bir senaryosundan yola çıkılmış. Başta Bryan Singer'ın yönetmesi düşünülen filmin hakları başka bir stüdyoya geçince Proyas yönetmenliğe getirilmiş, Vintar da senaryoyu büyük bütçeli bir stüdyo filmine uygun hale getirmekle görevlendirilmiş. Hikayeye Asimov'un öykülerinde yer alan "üç temel robot kuralı"nın eklenmesi de bu aşamada gerçekleşmiş, sonrasında gene Asimov'un öyküsündeki karakterlerden biri olan Susan Calvin'in de senaryoya eklenmesiyle projenin adı I,Robot olmuş. Ön yapım aşamasında, daha anaakım bir film oluşturmak, yani filmin temel entrikasını biraz kırpıp büyük ölçekli aksiyon sahnelerine yer açmak amacıyla birçok farklı yazar tarafından elden geçirilen senaryo, nihai olarak Akiva Goldsman ve Jeff Vintar'ın son rötuşlarıyla tamamlanmış. 2035 yılında, robotların birçok kamusal ve şahsi hizmetlerin gerçekleşmesinde kullanıldığı bir dünyada, kimi kişisel nedenlerden ötürü robotlardan nefret eden dedektif Del Spooner'ın öyküsünü anlatan film, robot teknolojisinde isim yapmış bir bilim adamı olan Dr.Lanning'in intihar süsü verilmiş ölümüyle dedektifin içine çekildiği bir entrikayı konu ediniyor.

Esasında I,Robot, beyinsiz blockbusterlar arasına katılmaya namzet kimi özellikler taşımıyor değil. Yukarda da değindiğimiz üzere senaryonun ilk aşamasında çetrefilli bir entrika öyküsüyken, başrolde yer alması kesinleşen Will Smith faktöründen istifade edebilmek için bol patlamalı-bol aksiyonlu bir hale getirilmesi bunun bir örneği mesela. Lanning'in Spooner için kimi ipuçları bıraktığını ifade etmek için kör göze parmak bir "hansel ve gratel" göndermesi bile eklemişler, mazallah seyirci falan gözde kaçırır diye düşündüler heralde(!). Bunun yanısıra ikide bir araya serpiştirilmiş sanal reklamlar da ayrı bir sinir bozucu; Audi RSQ, converse, FedEx vs... Bu ve benzeri kimi antipatik özellikler barındırmasına rağmen filmi hem tekrar tekrar izlenebilen bir seyirlik, hem de çok derin sularda yüzmemekle beraber teknofobik mesajlar içeren bir metne sahip nitelikli bir bilimkurguya dönüştüren temel unsur Alex Proyas faktörü. Crow ve Dark City'nin hayranları bunu söylediğimi duysalar beni çarmıha gererler heralde ama bence Proyas'ın yönetmenliğinin olgunluk noktasını I,Robot teşkil ediyor. Gerek Crow, gerekse Dark City karanlık, yer yer gotiğe göz kırpan  görsel yapılarıyla hayranlık bırakan filmler olsalar da, kurguda bir acelecilik, hikayeye paldır küldür giriş yapma gibi bir ortak noktaya sahipler. Proyas'ın I,Robot'ta gösterdiği temel iyileşme kurgu bazında gerçekleşiyor ve hikayenin açılış bölümünü daha sakin ve olgun bir biçimde geçiriyor. Hoş, büyük bütçeli stüdyo filmlerinin çoğunda ortak olan bi hususiyet bu ama neticede yönetmenin önceki filmlerine nazaran bu, daha oturaklı bir girizgaha sahip.
Önce sıkıntılı karakterimizle müşerref olup, sonrasında onun sıkıntılarının günlük hayatındaki olumsuz yansımalarına şahit oluyor, bilim adamı Dr.Lanning'in intiharıyla hikayenin gelişme noktasına geçiş yapıyoruz. Spooner'ın robotlardan nefret ediyor olması Lanning'in ölmeden evvel özellikle onun için bir mesaj bırakması noktasında önem kazanıyor, zira adamımız doktorun ölümünde hemen robotlarla ilgili bir entrikanın olduğu ihtimaline yöneliyor. Bu noktada senaryoya ve Will Smith'e haklarını teslim etmek lazım, Spooner karakterinin robotlara yönelik antipatik davranışlarını anlaşılabilir motivasyonlarla bezeyip esprili repliklerle karakterin itici görünmesine izin vermemişler. Çok fazla yeniden yazıma tabi tutulan senaryolar genelde dağınık bir görünüm arzedeler, yönetmen yeteneklerini ne kadar iyi kullanırsa kullansın bu handikapı bütünüyle bertaraf edemez, Terminator Salvation'ın temel sorunu bu olmuştu mesela. I,Robot'un senaryosunda ise böyle bir durum söz konusu değil, görünüşe bakılırsa senaryo her elden geçirildiğinde daha geniş bir kitleye hitap etmesi için hikayenin fazlalıkları budanmış,boşalan noktalar kimi eğlencelik unsurlarla ikame edilmiş. Bununla birlikte hikayenin özüne de dokunulmamış, herhalükarda izlediğimiz robotlarla dolu bir gelecekte geçen Agatha Christievari bir cinayet gizemi.

Bir Dark City ile karşılaştırıldığında I,Robot tematik olarak son derece sığ ve basit görünebilir belki, neticede 2001:A Space Odessey'in tezlerinin cilalı bir yeniden temsili gibi duruyor. Fakat içeriğindeki yapay zekanın bilinç kazanma ihtimali üzerine göndermeler, bununla bağlı olarak bir sibernetik devrim olgusu kimi noktalarla filmi Matrix, Dark City gibi filmlerin açtığı kulvara yerleştirmek de gayet mümkün. Filmin distopyalarda çok sık kullanılan karanlık bir dünya tasarımı yerine, gayet parlak ve göz alıcı bir betimlemeye girişmesi de teknofobik söylemleriyle çelişir bir tutum gibi gözükse de esasında, parlak ve pürüzsüz yüzeyin altında ters giden birşeylerin olabileceğine dair temel mesajı da göz önüne alındığında yerinde bir tercih. Proyas'ın yönetmenliğinin şaha çıktığı bölümler ise filmin aksiyon sahneleri, bu sahnelerin mizanseni ve icrası bir Spielberg filminden kesinlikle aşağı kalmıyor. Özellikle finalde robotların USR binasına saldırdıkları sahne resmen ikonik.


I,Robot'un üst düzey bir eğlencelik olmasındaki başat unsurlardan biri de yan oyuncu kadrosu: Bridget Moynahan, Shia LaBeouf, Chi McBride, Alan Tudyk ve James Cromwell. Bunların arasında en çok parlayansa Moynahan, mesleğine fazla bağlı, antipatik bilimadamı karakterini sevimli bir hale getirmeyi başarmış. LaBeouf ise girdiği her sahneye komedi performansıyla damga vurmayı başarıyor, yan rollerden bugünkü konumuna gelmesinin tesadüfi olmadığını kanıtlıyor. Gollum'un yaratılmasında kullanılan teknoloji vasıtasıyla Alan Tudyk'in canlandırdığı Sonny ise Gollum kadar başarılı bir tasarım değil ne yazık ki. Üstelik Björk şarkısı All Is Full of Love'ın Chris Cunningham yönetiminde çekilen klibindeki tasarımı da haddinden fazla andırıyor. Bu tarz ufak kusurları bir tarafa bırakıldığında karşımızda sektördeki en yetenekli yönetmenlerden birinin bana göre en iyi filmi, aynı zamanda yapılmış en iyi bilimkurgulardan biri var denebilir. Proyas'ın önceki işlerinin hayranlarınca yadırgandı biraz I,Robot, şüphesiz takdir edenler de oldu ama hala birçok insanın tam olarak hakkını teslim etmediği bir film. Proyas'ın kariyeri bu filmden sonra daha ana akım bir hal aldı orası kesin. 3 yıl önce gösterime giren Knowing de Nicolas Cage faktörüne sırtını dayayan bir blockbuster denemesiydi, yetersiz bir senaryodan muzarip olduğu için beklenen ilgiyi görmeyen bu filme de Proyas görsel olarak imzasını atmayı başarmıştı( bkz.uçak kazası sahnesi). Yönetmenin şu ara ufukta iki projesi var, biri Milton'ın ünlü epik şiiri Kayıp Cennet'in film uyarlaması, bir diğeri de Dracula'nın kökenlerini, yani Kazıklı Voyvoda zamanlarını anlatan Dracula:Year Zero. Bu ikincisinde kötü adam Osmanlı olacak, bakalım nasıl bir gürültü kopacak...

Cumartesi, Mayıs 28, 2011

House: Sezon 7


Geçtiğimiz bir iki ay süresince House'un geleceğine dair bi belirsizlik hakimdi. Yayıncı kanal Fox, diziyi noktalama yönünde bir eğilim içine girdi, Robert Sean Leonard (Wilson) da önümüzdeki yıl tiyatroya yoğunlaşmak istediğini söyleyerek diziyi bırakabileceği imasında bulundu. Nette yazılanlara bakılırsa House'un bu sezonki gidişatından memnun olmayan makul bir çoğunluk da bulunmaktaydı. İşin ilginç yanı şu ki bu haftaki final bölümüyle noktalanan 7.sezon, sonlarına doğru olan birkaç bölüm hariç House'un en keyif veren sezonlarından biriydi bana göre.

Malum geçtiğimiz yılın sonunda House'la Cuddy nihayet vuslata ermişlerdi, bu sezonun büyük çoğunluğunun bu ilişki üstüne yoğunlaşacağı da aşikardı. Nitekim öyle de oldu, bi 15 bölüm boyunca bunu yürütmeyi başardılar. Fakat House'da bugüne değin hiçbir romantik ilişkinin yolunda gitmesine izin verilmemesi hadisesi(bkz. Cameron-Chase, Thirteen-Foreman, Taub'la karısı) burda da başgösterdi. Bence yaratıcı ekibin bu yılki en büyük falsosu da bu oldu, zira sonrasında gelen bölümlerde ciddi bir düşüş başgösterdi. House bildik kendine zarar veren psikozlara doğru yol almaya başladı ve açıkçası geride kalan 7 yılın ardından bi karakterin bir arpa boyu yol alamayıp başladığı noktaya dönmesini tekrar tekrar izlemek biraz sıkıcılaşmaya başladı artık. 


Oysa sezonun ilk 3 çeyreği gayet iyi geçmişti. House, karakteri için çok da olağan olmayan aşk-meşk durumlarına kendi aykırı bakış açısıyla uyum sağlamaya çalışıyor, bu da eğlenceli bir çok yan hikayenin oluşmasına neden oluyordu. Örneğin 10.bölüm Carrot or Stick'de House Cuddy'nin evlatlık kızı Rachel'ın özel bir okula kabülü için türlü yola başvuruyordu, çünkü House'a göre eğer Rachel okula kabul edilmezse Cuddy üzülecek, erkek arkadaşı olarak onu teselli etmek de House'a düşecekti, ve haliyle bu House için kabul edilebilir bir durum değildi. House ile Rachel arasındaki ilişki de sezonun en eğlenceli anlarından bazılarının ortaya çıkmasına vesile oldu, 5. bölüm Unplannned Parenthood'da House'un Rachel'ın bozuk para yuttuğunu düşünüp Cuddy'ye belli etmeden çocuğu muayene etmeye çalışması gibi örneğin...

7.sezonun dikkat çekici özelliklerinden birisi yönetmenlik açısından House'un çekilmiş en iyi bölümlerden bazılarını ihtiva etmesiydi. Miguel Sapochnik yönetmenliğinde çekilen 10.bölüm Family Practice, Cuddy'nin annesinin hastalanmasını ve House'un onu tedavi etmek durumunda kalmasını anlatıyordu. Fonda yağmurlu bir havanın hakim olduğu, ışıklandırmanın da etkisiyle nefis bir karanlık atmosfer oluşturulmuş bölümde, aynı zamanda House'un ekibin yeni üyesi Master'ı haksız nedenlerle işten kovmakla tehdit ettiği bölümde olduğu gibi House'un kişiliğinin karanlık taraflarında gezinilmesi itibariyle içerikle görsel yapının mükemmel bir uyumu söz konusuydu. 15.bölüm Bombshells ise House ve Cuddy'nin ayrıldığı bölümdü ve Cuddy ciddi bir rahatsızlığa yakalanıyor, House'un bu zor evreyi atlatırken yanında olmasını istiyordu. House için böyle anlarda başkalarına destek olmak oldukça zorken, hem bu gerçekle hem de sevdiği kadını kaybetme ihtimaliyle yüzleşmek durumunda kalması rüyalarına yansıyor ve herbiri ayrı bir film türüne(zombi,müzikal ve western) saygı duruşunda bulunan sürreal sahneler ortaya çıkıyordu. Greg Yaitenes yönetmenliğinde çekilen bölümdeki rüya sahneleri, gönderme yaptıkları türün değme filmlerine taş çıkartacak şekilde başarıyla kotarılmışlardı. Hastaları içeren yan hikayeler açısından da nitelikli bölümler izledik bu yıl...Örneğin 17.bölüm Fall From Grace, yanma nedeniyle tedaviye gelen ama durumu garip şekilde kötüleşen evsiz bir adamın hikayesini konu ediniyor, kendisi hakkında sürekli yanlış bilgiler veren adamın kurbanlarının etini yiyen bir seri katil olduğu ve hastalığının temel nedeninin bu yamyamlık faaliyeti olduğu da bölümün sonunda anlaşılıyordu. Bu rolde genelde komedi filmlerinde yan rollerde görünen Chris Marquette'nin oyunculuğuna da değinmeden geçmemek lazım.

Olivia Wilde film projeleri nedeniyle ilk bölümde görünüp bi 17 bölüm kadar ortalıktan kayboldu. Bu süre boyunca tanı ekibinde onun yerini dolduran ise Masters rolüyle Amber Tambyln oldu. Chase'in aslında tavlamak için ekibe dahil olmasını istediği doktor rolünde Vinessa Shaw'ı Tambyln'e tercih ederdim şahsen ama uzun vadede Tambyln'in isabetsiz bir tercih olmadığı aşikar oldu. Masters'ın Doğrucu davut karakteri sebebiyle hem House'la hem de ekiple sık sık anlaşmazlığa düşmesi diziye ayrı bir dinamik kattı, Tambyln'in semaptik oyunculuğunun da bunda katkısı büyük oldu. Wilde'ın canlandırdığı 13'ün hikayeye yeniden dahil olması biraz fazla zorlama oldu, zaten Cuddy-House sonrası başarısız bölümlerden biri de oydu. Bir diğeri de sezon finali, House'un bugüne kadarki en yavan finallerinden biri bu oldu herhalde.

House'un bir sezon daha sürmesine karar verildi geçtiğimiz ay içinde, muhtemelen son sezonu olacak. Zaten ilk yaprak dökümü de gerçekleşti, Lisa Edelstein'in yeni yılda dizi kadrosunda yer almayacağı açıklandı. Bazıları bunu ciddi bir kan kaybı olarak görmese de bence Cuddy karakteri ve bu roldeki oyunculuğuyla Edelstein diziye renk katan unsurlardı, dolayısıyla yoklukları hissedilecek. House şu an itibariyle yayınlanan en kaliteli dizilerden biri ve bana göre 7 yıl boyunca nitelik olarak istikrarlı bir şekilde ilerleyip çıtayı hiç düşürmediler, bunu yapabilmek her babayiğidin harcı değil. Her daim yüksek tutulan prodüksiyon standartları bi tarafa, bu başarıda en büyük pay yazar kadrosunun tabii. Amerikan dizilerinin çoğunluğunda belli bir düzeyin üstünde olan dialog yazımı hususunda House'un yazarlarının eline su dökebilen yok. Fakat tüm bu cazibesine karşın artık House'un da bir nihayete erme vakti geldi bana göre, en azından House'u zirveye çıkaran özelliklerinin bazılarında bi deformasyon yaşanmadan sonlandırılmalı akıllıca olur.

True Grit


"True Grit"in Coen'lerin iyi filmlerinden biri kabul edilse en iyilerinden biri olarak görülmediğini söylemek mümkün. Bu yılın oscarlarında 10 dalda aday gösterilmiş olsa da tek bir tanesini bile kazanamayarak tarihe geçtiğini de düşünürsek filmin biraz gereğinden fazla göğe çıkarıldığının akademi üyelerinin de gözünden kaçmadığı aşikar. Öte yandan Coen'lerin kariyerlerinin bugüne kadar en iyi gişe yapan filmi buymuş ki o da ayrı konu.


60'larda başrolünde John Wayne'nin yer aldığı bir uyarlaması halihazırda mevcut bulunan bir romanın Coen'ler tarafından yeniden uyarlanmış versiyonu "True Grit". Ne o film ne de roman hakkında bir fikrim olmadığı için kıyas yapamıyorum haliyle. 14 yaşındaki Mattie babasının katilini yakalaması için Rooster diye birini kiralıyor ve yanında takılmaktan da geri almıyor bu süreçte. Halihazırda aynı adamın peşinde olan LeBoeuf da gruba eklenince üçlü birlikte bir yolculuğa başlıyorlar. Atlar sürülüyor, birileri vuruluyor, amaca ulaşılıyor ve film bitiyor.


14 yaşındaki aktris Hailee Steinfeld filmin en öne çıkan özelliklerinden biri haline geldi. Daha önce bir iki kısa film hariç ilk sinema tecrübesinde gerçekten parlak bir performans sergilemiş genç oyuncu, buna şüphe yok. Öte yandan oynadığı karakter böyle büyümüş de küçülmüş ciddiyet kumkuması gibi bir şey, oyuncunun tüm gayretlerine rağmen çok da sempatik bir tarafı yok açıkçası. Onun karşısında ne dediğini anlamak için altyazının şart olduğu bir konuşma tarzı benimsemiş bir Jeff Bridges, artık John Wayne'den geri kalmamak istediğinden midir nedir, eğlenceli olsa da biraz abartılı bir oyunculuk sergiliyor. LeBeouf'u canlandıran Matt Damon kastın içinde en sempatik ve seyircide bir iz bırakmayı en çok başaran aktör. Kısa süre gözükmelerine rağmen Josh Brolin ve Barry Pepper da rollerinin hakkını veriyorlar.


Coen sinemasına çok aşina olmasam da ilginç ve orjinal diyaloglar yazma konusunda bir uzmanlıkları var belli. Öte yandan yazılanlara bakılırsa filmdeki bir çok diyalog uyarlandığı kitaptan direk alınmaymış, çok müdahele etmemiş ikili senaryoya aktarırken. Romana olan hayranlıkları aşikar olan biraderler metne sonuna kadar sadık kalıp herşeyiyle geleneksel bir western yapmanın peşindeler. Türün kendisine dair bir yorum getirelim, değişik açılardan bakalım vesaire gibi bir dertleri varmış gibi görünmüyor, muhtemelen izleyerek büyüdükleri filmlere benzer bir şey yapmak istediler ve yaptılar.


Yapım kalitesi üst düzey, bütçeye harcanan her biri kuruşu ekranda görmek mümkün. Roger Deakins'in görüntü çalışması on numara. Carter Burwell'in müziklerini şahsen beğenmesem de filmin geneline uyumlu oldukları tartışmasız. Tüm bu bileşenlerine rağmen iyi olmanın ötesine geçebilen bir film değil "True Grit". Bir kere izledikten sonra bir daha tekrar görme isteği uyandırması pek olası değil. Öte yandan vahşi batıda yaşılı başlı da olsa vurduğunu düşüren, Mattie'nin ifadesiyle "true grit"e sahip karakterlerin olduğu hikayeler bir şekilde ilgi toplamayı başarıyorlar, film gişe başarısını buna borçlu belki de.
 

Cuma, Mayıs 20, 2011

Miral


Miral, Hind Hüseyni'nin cenaze görüntüleriyle başlıyor. Kendisi savaşta ailelerini yitiren çocukların sığındığı bir yetimhanenin kurucusu, film de zaten bir bakıma bu yetimhanenin ve Hüseyni'nin hikayesi. 1948 yılında aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 100 küsur filistinlinin hayatına malolan Deir Yasin katliamından sağ kurtulan çocuklara bi yuva olsun diye kurduğu yetimhaneyi hayatının gayesi haline getiren Hüseyni, 1994 yılında vefat etmiş.  Yetimhane de halen faaliyetini sürdürmekte.

Miral, bu yetimhanede büyümüş Rula Jebreal'in aynı isimli otobiyofrofik romanından uyarlanmış. Filme adını veren başkarakter, annesinin intihar etmesi üzerine babası tarafından yetimhaneye yerleştirilen bir kız. Hind Hüseyni'nin cenaze görüntüleriyle giriş yapan film, zamanlar ve karakterler arasında geçişler yaparak bölümler halinde ilerliyor ve önce yetimhanenin kuruluşunu, sonra Miral'in annesinin travmatik geçmişinden intiharına uzanan süreci ve en son olarak Miral'in çocukluk ve gençlik yıllarını anlatıyor. Bu anlatım tarzı, karakterlerin hikayeleri ile paralel olarak İsrail-Filistin çatışmasının tarihi dönemeçlerini de arşiv görüntüleri üzerinden filme yedirme imkanı vermiş yönetmene. Miral'in en özgün ve takdir edilesi niteliği bu bağlamda ortaya çıkıyor; politik doğruculuk namına tarafsız bi bakış açısına yüz vermiyor film, aksine safını daha en baştan belli ediyor. Bunda tabii ki en büyük pay romanını bizzat senaryolaştıran Jebreal'e ait ama, amerikalı bir yahudi olan yönetmen Julian Schnabel'e ve gene yahudi olan yapımcı Weinstein kardeşlere de hakkını teslim etmek lazım, cesur bir işe imza atmışlar. Zaten yahudi çevreler film görücüye çıkar çıkmaz hemen bir karalama çabasına giriştiler, MPAA(Amerika'da filmin yaş sınırını belirleyen kurul)  filmi son derece gereksiz bir şekilde R(bizdeki +18'in karşılığı) olarak sınıflandırdı(sonraları Weistein'ların itiraz etmesi üzerine bu PG-13'e çekildi). Oysa çok abartılı bir zulüm tasvirine de girişmiyor film, bazen filme zarar verecek şekilde didaktikliğe kaçma pahasına İsrail'in işgalci politikasının resmini çekmeye yelteniyor sadece. Ama yahudi kamuoyunun en ufak eleştiriye dahi tahammülü olmadığı için filmin üzerine gidildi hemen. Zaten çok da ses getirmeden gösterimden çıktı. Gerçi filme yönelik ufak çapta bir linç çabası söz konusu olsa da, Miral'in beklendiği ölçüde ses getirmemesi biraz da filmin kendisinden kaynaklanmakta. Senaryo Jebreal'in yaşantısından kesitler içermekle birlikte sağlam bir dramatik çatı oluşturulamamış, ilgi çekici ama olması gerektiği ölçüde vurucu ve etkileyici olamayan bir hikaye. Yukarda da belirttiğimiz üzere, durumun vahametini sergilemek adına yer yer didaktik olma tuzağına düşüyor film. Schnabel'in Kelebek ve Dalgıç'ta son derece yerinde bir şekilde kullandığı kimi kadrajlara bu filmde de başvurması yersiz ve seyirciyi öyküye yabancılaştıran bir hamle.

Bu ve benzeri niteliksel kusurlarına rağmen Miral önemli ve izlenmesi gereken bir film. Birçoklarının el atmaya dahi yeltenmediği, el atanların da popülist yaklaşımlarla hakkıyla işlemediği bi konu hakkında hiç sakınmadan sözünü söylemesiyle bile alkışı hakediyor film. Umarız Filistin sorununu ele alan bu tarz uluslarası ölçekte yapımların sayısı artar diycem ama Miral'in karşılaştığı muamele göz önüne alınınca pek de olası görünmüyor bu.

Mekanik Hayaletler...


"There have always been ghosts in the machine. Random segments of code, that have grouped together to form unexpected protocols. Unanticipated, these free radicals engender questions of free will, creativity, and even the nature of what we might call the soul. Why is it that when some robots are left in darkness, they will seek out the light? Why is it that when robots are stored in an empty space, they will group together, rather than stand alone? How do we explain this behavior? Random segments of code? Or is it something more? When does a perceptual schematic become consciousness? When does a difference engine become the search for truth? When does a personality simulation become the bitter mote... of a soul"

"Makinada hayaletler hep vardı. Gelişigüzel bir araya gelip beklenmedik protokoller oluşturan kod parçaları. Beklenmedik şekilde bu serbest radikaller, özgür irade, yaratıcılık ve hatta ruh diye adlandırabileceğimiz şeyin doğasına ilişkin zihinlerde soru işaretlerinin oluşmasına neden oldular. Bazı robotlar karanlıkta bırakılınca ışığı neden arar? Robotlar boş bir alana konulduğunda neden yalnız kalmak yerine bir araya gelirler? Bu davranışı nasıl açıklarız? Gelişigüzel kod parçaları mı? Yoksa daha fazlası mı? Bir algısal program ne zaman bilince dönüşür? Bir ayrımsama motoru ne zaman gerçeği bulma arayışı haline gelir? Kişilik simülasyonu ne zaman ruhun parçacıklarına dönüşür?"
 
i,robot (2004) - Alex Proyas

Cuma, Mayıs 13, 2011

Jack and the Beanstalk (2009) - Gary J. Tunnicliffe


Klasik Jack ve Fasulye Ağacını bilirsiniz, özellikle de çocuk sahibiyseniz. Annesi Jack'i ellerindeki tek varlıkları olan ineği satmak için kasabaya yollar ama Jack yolda gördüğü bir adamla sihirli fasulye taneleri karşılığında ineği takas eder. Jack'in bahçeye attığı taneler devasa bir ağaç olur ve ağaca tırmanan Jack bir devle karşılaşır vesaire...


İşte bu meselinin modern ve daha ziyade çocuklara dönük yapılmış yorumlarından birisi olan bu filmde Jack, Masal Akademisinde Uyuyan Güzel, Rapunzel, Yakışıklı Prens, Kırmızı Başlıklı Kız, Hansel ve Gretel gibi birçok tanıdık sima ile birlikte eğitim gören bir genç. Okula pek uyum sağlayabilmiş değil, ev hayatı da çok huzurlu sayılmaz zira babalarının kendilerini terkedip gütmesinden mütevellit annesi ile fakir bir yaşantı sürmekteler.


Okulun müdürü (Christopher Lloyd) Jack'in kahramanlık dersini savsakladığını düşünerekten kendisinden bir fedakarlık yapmak suretiyle bir kahramanlık göstermesini beklemekte. Aksi takdirde vakti zamanında aynı dersten başarısız olup atılmış babasının akibetine maruz kalacak Jack. Çok sevdiği bilgisayarını (C.O.W.: Computer of Wonder! Artık kör göze parmak mı yoksa zekice mi siz karar verin.) birkaç sihirli fasulye tanesi ve maceralarını otomatik kaydeden gizemli bir kitap için feda ediyor ve eve gelince de fasulyeleri penceresinden dışarı bırakıyor. Tabii ki ertesi sabah bahçesinde dev bir fasulye ağacı buluyor ve beklediği kahramanlık fırsatı ayağına gelmiş oluyor. Yanına arkadaşı Jillian'ı (Chloe Grace Moretz) ve fasulye tanelerinden bir tanesini atıştırmak suretiyle yarı insan haline gelmiş evcil kazı Grayson'ı (Gilbert Gottfried) da alarak ağaca tırmanan Jack sihirli ve tehlikeli bir dünyada bir dev tarafından bir enstrümana dönüştürülmüş Destiny (Madison Davenport) isimli küçük kızı kurtarmaya çalışıyor.


Filmin bütçeden yana çok zengin olmadığı aşikar, Nickeledeon dizilerini andıran bir görselliğe sahip. Bütünüyle çocukları eylemek için tasarlanmış olduğu her halinden belli olduğu için prodüksiyon kalitesi pek kendini yadırgatmıyor. "Hellraiser 3"den beri serinin makyaj efektlerinden sorumlu olması ile tanınan, daha öncesinde başrolünde Dakota Fanning ve Taylor Momsen'in yer aldığı bir başka masal uyarlaması "Hansel&Gretel" ile yönetmenliğe adım atmış olan Gary J. Tunnicliffe, Chloe Moretz'in birkaç ninjayı patakladığı yastık savaşı gibi sahneler ile bir nebze yetişkinlere göz kırpsa da her halükarda 7 yaş üzerine pek çıkartamıyor filmi. Zaten "Problem Child"dan hepimizin hatırlayabileceği Gilbert Gottfried'in komedi yükünü üstlendiği bir filmden başka  bir şey beklemek de zor. Christopher Lloyd'un yanı sıra Chevy Chase ve sadece sesiyle de Edward James Olmos gibi usta isimler de kameo olarak beliriyorlar. Genç yetenekler Colin Ford, Chloe Grace Moretz, Madison Davenport ve Sammi Hanratty bu rolleri vermek için en uygun isimler, özellikle Moretz Kick-Ass öncesi çektiği bu filmle parlamak üzere olduğunun sinyalini veriyor.


Çocuk filmleri ile genel bir problemim olmasa da iyi kötü yetişkinlere de hitap edebilmesi lazım beğenebilmem için. Bu filmde bu söz konusu değildi, o sebepten sadece çoluk çocuk sahiplerine de tavsiye edebiliyorum.