Cuma, Temmuz 29, 2011

Heart of the Beholder (2005) - Ken Tipton


1980 yılında bilgisayar teknisyenliği yapmakta olan Mike Howard (Matt Letscher) bir hastanede hemşire olarak görev yapan ve aynı zamanda da hamile olan karısı Diane'i (Sarah Brown) tüm aile tasarruflarını harcayarak doğup büyüdüğü St.Louis'de ilk ve tek video kaset kiralama dükkanını açma yolunda kullanmaları için ikna etmeyi başarır. İşler başta biraz yavaş gitse de binlerce dolar değerinde film kiralayan Chuck Berry isimli müşterileri sayesinde düzlüğe çıkmayı başarırlar. Aradan 8 yıl geçtiğinde Mike'ın rüyası gerçek olmuştur, dükkan müşteriden geçilmez hale gelmiş, Mike da paraya para dememeye başlamıştır. Fakat zamanla mağazadan kiralanan bazı filmler kasabanın tutucu kesiminin dikkatini çekmeye başlar, özellikle Citizens For Decency isimli grubun başını çeken rahip Brewer'ın (John Prosky). Grubun Mike ve dükkanı üzerindeki baskısı kademeli olarak bir artış gösterir, zira St.Louis'deki tüm diğer video kasetçiler gruptan yılarak Scorsese'nin "Last Temptation of Christ"ını raflarından indirmişler, bir tek Mike baskılara boyun eğmeyi reddetmiştir.


Mağazanın önünde başlayan protestolar ve boykotlar zamanla mağaza çalışanlarına baskı uygulayarak istifa ettirmeye, vandallığa ve Mike'ı küçük kızı Molly (Chloe Grace Moretz) ile tehdit etmeye kadar varır. Grup bununla da kalmaz, fahişelerle düşüp kalktığını öğrendikleri bölge savcılığı için yarışan Eric Manion'ın (John Dye) kampanyasına destek atıp karşılığında da Mike hakkında müstehcenlik suçlamasıyla soruşturma açması noktasında şantaj yaparlar. Açılan bu soruşturma sonrasında tüm kaseetlerine el konulan Mike mahkemenin sonucunda aklanmayı başarsa da tüm bu olumsuz gelişmeler mahkeme masraflarıyla falan birleşince iflas etmenin önüne geçemez, ailesi de bu noktada kendisini terkeder. Bu mevzu başında hem işinden hem eşinden olan Mike de kendisini bu duruma düşürünlerden intikam almak için kollarını sıvar.


Yönetmenin kendi yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak yazıp yönettiği bir filmmiş bu. Yönetmen dediğim de 1998'de iki gencin ilk sevişmelerini canlı yayınlayacaklarını duyurdukları "ourfirsttime" isimli bir site açıp henüz internetin çocukluk zamanlarında böyle şeylere aşina olmayan abaza halktan baya bir para yolarak gündem olmuş bir adam. Bunun dışında ufak tefek rollerle sinema dünyasına da dalıp bağımsız mağımsız bir film çekecek kadar da bir çevre edinmeyi başarmış anlaşılan. Bütçesine göre hikayenin geçtiği yılları otantik bir şekilde yansıtmak için azami gayretin gösterildiği bir yapıma da imza atmış sonuçta.


Öte yandan ifade özgürlüğü ve bunun Amerika gibi demokratik geleneklerin oturmuş olduğu ülkelerde bile ne denli pamuk ipliğine bağlı olduğu gibi hususlar üzerinden ilerleyen film bu ağır temalarına nispetle biraz hafifmeşrep bir çalışma olmuş. Yani teoride bunda yanlış bir şey yok ama böyle olguları mizahi bir şekilde irdeleyebilmek için belli bir yetenek düzeyine sahip olmak lazım ve ilk ve tek filmini çekmiş bu adamın kalibresini aşan bir şey bu. Filmin kötü karakterleri şişirilerek tasarlanmış ve abartılı oyunculuklarla pekiştirilmiş olmasının yanı sıra ritim noktasında bir hayli tutarsızlıklar söz konusu. Mike'ın intikam süreci az buçuk nereye gideceğini tahmin edebildiğimiz bir şekilde ilerlese de gerçekleşmeleri gereksizce uzun bir vakit alıyor. Tüm bunlar bir araya geldiğinde ortaya, vaaz vermekten kaçınma noktasında takdire şayan olsa da kendini çok da ciddiye almaması vermek istediği mesajın izleyicide çok iz bırakmamasına da vesile olan bir film ortaya çıkıyor. Chloe Grace Moretz'in kariyerinin ilk filmi olması dışında günümüze kadar uzanan bir vasfı yok ne yazık ki.
 

Çarşamba, Temmuz 27, 2011

Transformers: Dark of The Moon Soundtrack


2011'in gişe canavarlarından birine dönüşen Transformers: Dark of the Moon'un seyirci nezdindeki bu itibarının sorumlularından biri de filmin müziklerini yapan Steve Jablonsky. Hans Zimmer'in kurucusu olduğu Remote Control Productions'tan gelme Jablonsky, Henry Gregson-Williams'ın yanında geçen 7 yıllık çıraklık döneminden sonra Texas Chainsaw Massacre ile birlikte solo çalışmaya başlamış. O tarihten beri Michael Bay'in yapım ve ya yönetiminden sorumlu olduğu tüm filmlerin müzik direktörlüğünü de o yürütmüş. Transformers serisi Jablonsky'nin en göze batan işi, Dark of the Moon'un müzikleri de üçlemenin içinde en iyisi. 17 besteden oluşan albümün en başarılı parçası No Prisoners, Only Trophies. Bumblebee'nin infaz edilme durumuna geldiği sahnede çalan parça piyanolu o harika introsuyla müthiş dingin ve duygusal bir çalışma. İlk filmin en iyi bestelerinden olan Arrival to Earth'ün bir değişik versiyonu da There Is No Plan adıyla albümde yer alıyor. Sentinel Prime, adını taşıdığı Autobotun bulunduğu bölümde çalıyordu, o da gayet epik ve duygusal bir beste olmuş. Köprü üzerindeki müthiş kapışmanın müziği Battle da albümün en iyilerinden. Bunların dışında It's Our Fight, I'm Just the Messenger, Shockwave's Revenge ve Our Final Hope da bahse değer diğer parçalar. İkinci filmin soundtrackinin en iyisi olan Heed Our Warning, bu filmde yer almasına rağmen soundtracke eklenmemiş,aslında eklense daha iyi olurmuş.
  1. Dark Side Of The Moon
  2. Sentinel Prime
  3. Lost Signal 
  4. In Time You'll See
  5. Impress Me
  6. We Were Gods Once
  7. Battle
  8. There Is No Plan
  9. We All Work For The Decepticons
  10. The Fight Will Be Your Own
  11. Shockwave's Revenge
  12. No Prisoners, Only Trophies
  13. The World Needs You Now
  14. It's Our Fight
  15. I'm Just The Messenger
  16. I Promise
  17. Our Final Hope

Filmin karma şarkılardan oluşan diğer soundtrack albümü ise aynı  ölçüde başarılı değil. Transformers albümleri hard rock, post-grunge ve alternatif rock tarzında parçalar barındırdığı için kafadan ilgi çekici olsalar da, şarkı seçimleri itibariyle çok da doyurucu olmuyorlar. İlk iki filmin albümlerinde 4-5 kaydadeğer parçaya rastlamak mümkün olsa da bu seferkinde aynı şeyi söylemek mümkün değil. Albümün medar-ı iftiharı hristiyan rock grubu Skillet'in Awake and Alive isimli parçası. Grubun bateristi Jen Ledger'ın arka vokaliyle dikkat çeken alternatif metal tarzındaki şarkı, grubun 2009 tarihli albümleri Awake'in üçüncü single'ı. Üç filmin soundtrackine de katkıda bulunan Linkin Park, burda da Iridescent ile yer almış. Son albümleri A Thousand Suns'daki vasatın üstünde parçalardan biri olsa da önceki Transformers'larda yer alan What I've Done ve New Divide'ın kalitesine yaklaşabilen bir şarkı değil. 11 parçalı albümüm içinde başka da bahse değer bir şarkı yok, insan biraz daha kaliteli bir karma bekliyor haliyle..

1. Linkin Park - Iridescent
2. Paramore - Monster
3. My Chemical Romance - The Only Hope For Me Is You
4. Taking Back Sunday - Faith
5. Staind - The Bottom
6. Art Of Dying - Get Thru This
7. Goo Goo Dolls - All That You Are
8. Theory Of A Deadman - Head Above Water
9. Black Veil Brides - Set The World On Fire
10. Skillet - Alive & Awake (The Quickening - Rock Radio Remix)
11. Mastodon - Just Got Paid (ZZ Top cover)

Cuma, Temmuz 15, 2011

Transformers: Dark of the Moon

 

Michael Bay, kim ne derse desin artık marka haline gelmiş bir isim. Kariyerindeki 9 filmle sinema tarihinin en çok gişe hasılatı getiren 8. yönetmeni. Ayrıca kendi yapım şirketi Platinum Dunes de birçok gişe canavarı filme imza attı. Korku klasiklerinin yeniden çevrimlerinin bu denli yaygınlaşmasının en büyük sorumlusu Bay'dir(Texas Chainsaw Massacre'la başlayıp Amityville Horror, Hitcher, 13.Cuma ve en son olarak Elm Sokağında Kabus'un yeniden çevrimleri onun yapımcılığında gerçekleşti). Nerdeyse sadece remake işine odaklanıp ordan para kırma üzerine uzmanlaşmış bir yapımcı denebilir. Bunların yanısıra James Cameron ve Stan Winston'ın kurucusu olduğu özel efekt şirketi Digital Domain'i 2006'da satın aldı. Ekstradan bir de sadece reklam işine odaklanan The Institute isimli bir şirketi daha var. Yani Michael Bay demek, para demek.

Müdahil olduğu filmler için gişe garantisi vadeden bir isim olsa da sinemaseverler ve eleştirmen tayfasınca aynı ölçüde muteber bir isim değil Michael Bay. Will Smith ve Martin Lawrence ekran personalarından bolca nasiplenen iki Bad  Boys filmi, buddy cop türünün ideal örneklerindendi, eğlencelik rahat seyredilen filmlerdi, ama son tahlilde çok da hatırda kalan işler olmadılar. İkinci filmi The Rock ise hala kariyerinin en iyi filmi özelliğini koruyor ve aynı zamanda 90'ların en iyi aksiyon filmlerinden biri. Böylesi sıkı bir başarının ardından gelen Armageddon bazılarının en kötü filmler listelerinin üst sıralarını zorlayan bir film ama bence o kadar da başarısız değildi, hatta şahane kastından da aldığı güçle yer yer oldukça komik de olabiliyordu. Öte yandan Pearl Harbor benim de izlediğim en kötü filmlerden biri olma payesini alan bir yapıttı. Hayatımda seyrettiğim en gerzek aşk öykülerinden biri ve bizim Kurtlar Vadisi-Kara Murat çizgisinde bir milliyetçilik anlayışı nerdeyse üç saatlik bir filmde bir araya getirilince dayanlımaz bir ızdıraba dönüşmeyi başarmıştı Pearl Harbor. Bunu akabinde gelen Bad Boys 2'yle Jerry Bruckheimer'ın kanatları altında son kez uçan Bay, 5 filmlik bu birlikteliğin ardından Hollywood'un başka bir ağır abisi Steven Spielberg'in himayesine girdi ve The Island isminde bir distopya öyküsü ona emanet edildi. Aslında derinlikli bir bilimkurgu olma potansiyeli vadeden hikayeye Bay en iyi bildiği şekilde, yani aksiyon odaklı olarak yaklaştı. Senaryoyu karmaşık noktaları basitleştirip görkemli kovalamaca sahnelerine daha çok yer açacak biçimde yeniden yazdırdı ve özellikle ikinci kısmında artık boğucu bir hal alan patlama sahneleriyle bezeli, lüzumsuz uzunlukta vasat bir filme imza attı. Şimdiye kadar gişede hayal kırıklığı yaratan tek işi bu olsa da Spielberg kendisinden memnun kalmış olacak ki onunla çalışmaya devam etme kararı aldı. Sonrası ise Transformers oldu zaten.

Bay'in filmogrofisine bakıldığında temel hususiyetlerini tespit etmek güç değil. Bir kere, görkemli ve stilize aksiyon sahnelerine olan yoğunluk. Bunu her filminde aynı ölçüde başarıyla kotardığını söylemek güç olsa da bu hususta yetenekli birisi olduğu su götürmez bir gerçek. Bay görkem ve şaşaalı imajlara o kadar düşkün ki birçok filminin süresi 2,5 saati bulurken bu sürenin görece çok az bir kısmını hikaye geliştirmeye harcayıp ağırlıklı olarak aksiyon üstüne yoğunlaşıyor. Neticede karşınızda bitmek bilmeyen araba takibi, patlama, çatışma vs. sahneler ile dolu filmler buluyorsunuz.  Filmlerinde komediye ağırlıklı olarak yer vermesi, onun bu türde de yetkin işler çıkarabileceğinin emaresi. Aslında Armageddon absürd bir komedi filmi olarak bile görülebilir. Hemen her filminde yıldızlardan müteşekkil bir oyuncu kadrosu kurmayı başarıyor, bu filmlerinin izlenebilirliğini arttıran etkenlerden. Coen'lerin favori oyuncuları John Turturro, Steve Buscemi gibi isimler Bay'in de sıklıkla beraber çalıştığı isimlerden. Amerikalı olmaktan her şeyiyle memnun bir adam, dolayısıyla filmini şovenist repliklerle bezemekten kaçınmıyor. Milliyetçiliğiyle atbaşı giden militarizm güzellemesi de filmlerinden eksik olmuyor. Bay'e dair bilinmesi gereken bir diğer şey de, geçenlerde Shia LaBeouf'un da bir ropartajda belirttiği gibi, ergen psikolojisine hitap eden bir cinselliği filmlerine yedirmesi. Bugüne kadar herhangi bir filminde bir müstehcen sahneye yer vermemiş olsa da başroldeki aktrislerini çektiği kamera açılarıyla bile filmine örtük bir erotizm yedirmeyi seviyor. Bunların hepsini topladığımızda Bay'in biraz kıro bir sinemacı olduğu sonucuna varılabilir.

Transformers serisinin ilk filmini çok beğenmemiştim. Shia LaBeouf ve Megan Fox'un parlamasına vesile olması dışında çok önem arzeden bir film değildi. Gerçi ilk yarısında özellikle komedi ağırlıklı sahnelerin fazlalığıyla yer yer gayet eğlenceli olabiliyordu ama ikinci yarısında tıpkı The Island gibi insanı eğlendirmekten ziyade bir noktadan sonra artık yoran bir aksiyon keşmekeşine dönüşüyordu. Bu defolarına karşın film iyi gişe yaptı, eleştirmen tayfasınca da fena bulunmadı. Öte yandan devam filmi Revenge of The Fallen, nerdeyse evrensel olarak yerin dibine vuruldu. 2009'un en kötü eleştiri alan filmi olmakla kalmadı bir çok siteye göre yapılmış en kötü devam filmlerinden biri kabul edildi, hatta Empire dergisince gelmiş geçmiş en kötü filmler listesinde 25. sıraya kondu. Michael Bay ve Shia LaBeouf bile filmden memnun kalmadıklarını kabul ettiler. Seyircilerse bu görüşlerin hiçbirine katılmamış olacak ki film dünya çapında 800 küsur milyon dolar hasılat yaptı, hem 2009'un hem de tüm zamanların en çok hasılat getiren filmlerinden biri oldu.
Bana göre de,çok matah olmayan kariyeri itibariyle Michael Bay'in The Rock'tan sonraki en iyi işiydi Revenge of The Fallen. Bir kere filmin çok şahane bir görselliği vardı, özel efekt çalışması ve Bay'in becerisi birleşince ortaya görülesi bir çok sahne çıkmıştı. Üstelik bu filmdeki aksiyon sahneleri ilk filmdeki gibi ne olup bittiğini anlamadığınız bir keşmekeşe dönüşmemiş, daha derli toplu ve kolay takip edilebilir bir hal almıştı. Filmin asıl bombası komediye verdiği ağırlıktı, birbiri ardına gelen mizah yüklü diyaloglar ve sahneler, Revenge of The Fallen'ı değme komedi filmlerine taş çıkartan bir yapıma dönüştürmüştü. Bu durumda en büyük aslan payı artık bence bir yıldız olan Shia LeBeouf ve John Turturro'ya ait olsa da ilginç bir şekilde Megan Fox da ön plana çıkmayı başarmıştı. Poz versin diye yerleştirildiği ilk filmden sonra devam filminde daha ön plana çıkmayı başaran Fox, daha sonra Jennifer's Body'de gösterdiği komedi yeteneğinin izlerini burda vermişti. Demokratlara ve 11 eylül sonrası terörle savaş politikasına dair göndermeleriyle tam anlamıyla cumhuriyetçi bir alegoriye dönüşen Revenge of the Fallen'ın en büyük sorunu dağınık ve mantık gözetmeyen senaryosu ve Bay'in filme ne kadar para döktüklerini ele güne göstermek istercesine çekmeye doyamadığı aksiyon sahnelerinden ötürü filmin bi türlü bitmek bilmemesiydi.

Dark of The Moon da senaryo kısmında öncülüyle aynı ölçüde defolu bir yapıya sahip. Gerçi Transformers filmlerinde hikaye robot savaşına yer açsın diye kullanılan bir öğe olmaktan öte bi anlam taşımıyor, ben iki filmde de robotların ne başında kapıştıklarını çok hatırlamıyorum mesela. Ama iki filmin ardından o kadar metropoller, gökdelenler yerle yeksan edilmiş, hem kötü robotlar hem de tüm gizli servisler televizyon kanallarında bas bas "bu çocuk aranıyor" diye bağırmış olduğu halde Sam Witwicky'nin hala "nerde ve nasıl olduğunu anlatamam ama iki kez dünyayı ve sizin hayatınızı kurtardım" diye ortalıkta dolanması ilginç(!). Tabii tüm "o gezegeni buraya taşıycaz" komplosu da ayrı bi soru işareti, madem gezegene restorasyon, bunun için de köle iş gücü lazım, insanları oraya taşısalardı daha kolay olmaz mıydı acaba?(!)
Böylesi noktaların üstüne kafa yormayı reddedip temaşaya yoğunlaşıldığı takdirde ise filmden bir hayli keyif almak mümkün. Zaten filmin ilk yarısında hikayeden ister istemez kopuyorsunuz, ancak şehrin istila edildiği ikinci bölümde film akıcılık kazanıyor. Bir bakıma Black Hawk Down'ın uzaylı versiyonuna dönüşen film, aynı şeye niyetlenip eline yüzüne bulaştıran Battle:Los Angeles'ın yapamadığını yapıyor. Özellikle kimi sahneler çok iyi kotarılmış, ardındaki emeğe gıpta etmekten kendiniz alamıyorsunuz. Sam ve tayfası içindeyken ikiye bölünen binadan kaçış, otobandaki robotlar arası kapışma, paraşütten atlayan askerlerle birlikte başlayan aksiyon resmen dört dörtlük. İkinci filme nazaran mizahın dozu azaltılmış, LaBeouf ve Turturro ellerinden geleni yapıyorlar gene, ama Alan Tudyk bu noktada girdiği her sahneyi çalmayı başarıyor. John Malkovich her zaman olduğu gibi mevcudiyetiyle yer aldığı filme renk katmayı biliyor. Sempatik aktörler Josh Duhamel ve Tyrese Gibson'ın bu filmde pek bir ağırlıkları yok, kadroya yeni katılan Rosie Huntington-Whiteley ise sırf poz versin diye filme sokulmuş, Megan Fox'un yokluğu bir hayli hissediliyor. Özellikle ikinci filmle birlikte Mikaela-Sam ilişkisi inandırıcılık sorununu aşıp geliştirilebilir bir noktaya gelmişti, bu filmle birlikte tekrar başlanılan noktaya dönülmüş, zira böyle bir hatunun Sam Witwicky tipinde biriyle birlikte olabileceğine bi şekilde ikna olsanız da Sam Witwicky gibi bi karakterle hiç bir şekilde yan yana düşünemiyorsunuz. Senaryonun en büyük açmazı bu!


Gelelim 3D mevzusuna... Bu yeni fenomene başından beri bir parça mesafeliyim ama neticede teknoloji her geçen gün durmak bilmeden gelişirken sinemanın da kendini yenilemesi kaçınılmaz bir durum. Dolayısıyla sinemayı bir "seyretme" eylemi olmaktan çıkaracak, hologram şeklinde bir sinema ihtimalinin konuşulup üzerinde çalışıldığı bir döneme denk gelen biri olarak, tarihte sesli ve daha sonrasında renkli filme karşı çıkanlarla aynı saflara düşmemek için bu dönüşümü kucaklamak durumundayım. Zaten konsept itibariyle ben 3 boyutun sinema diline katkıda bulunacağına kaniyim, ama bu imkanın en iyi şekilde değerlendirilmesi lazım. Gel gör ki şu ana kadar seyrettiğim 3 boyutlu filmler içinde bunu hakkıyla başarabilen bir filme de rastlamış değilim. 2 boyutlu çekilip post prodüksiyonda 3d'ye çevrilen Thor gibilerinden bahsetmeye gerek bile yok bu noktada, zira bu filmlerin hepsi yüksek bilet fiyatlarından nemalanmak için hazırlanmış para tuzakları. Ama 3 boyutlu olarak çekildiği iddia edilen Dark of The Moon gibi filmlerin de Thor'dan çok da farklı olmadıklarını görünce insan ister istemez kendini kazıklanmış hissediyor. 
3D'den herkesin kendince beklentisi vardır belki ama benim en büyük beklentim izlediğim filmde 3. boyutun, yani derinliğin idrakine varabilmek. Perdede gördüğüm objelerin etrafımda olduğu hissiyatını bana vermeli 3 boyutlu bir film. Transformers bu açıdan isabetli bir proje çünkü tamamiyle görsellik üzerine kurulu bir film, seyircinin göz bebeklerini yerinde oynatacak 3 boyutlu sahneler oluşturma potansiyeli var. Ama 2,5 saatlik koca film boyunca üç boyutlu bir şey izledğimizi hissetiren bir iki sahneden, hatta sahne bile değil, andan fazlasına sahip değil Transformers 3. Zaten gözlükleri çıkardığınızda da bi nebze bulanıklaşmaya karşın film seyredilebiliyor. Yüzde 70'nin 3 boyutlu çekildiği iddia edilen bir film niye 3 boyutlu değildir? Ya 3 boyutlu sinema şu an geldiği nokta itibariyle vadettiği teknolojik yenilikleri seyirciye sunmaktan uzak, yada yapımcılar bize yalan söylüyor. Üç boyutlu kameraların devasa ebatları nedeniyle aksiyon sahnelerinde kulanımlarının çok pratik olmadığı bilinen birşey zaten. Ama zaten 3.boyutun en işlevsel olduğu sahneler bol adrenalin yüklü sahneler, orda faydalanamayacak olduktan sonra ne anlamı var ki bu tekniği kullanmanın? Gözlük kullanım işkencesi de apayrı bir mevzu, 3 boyutlu sinema bir yerlere gelecekse gözlüğün safdışı bırakılması elzem- ki halihazırda gözlüğe ihtiyaç bırakmayan bir 3D üstüne çalışılıyor bildiğim kadarıyla-. Filmi daha karanlık hale getirdiği yetmiyor gibi benim gibi altyazıları okuyabilmek için gözlük üstüne gözlük takanlara bir kat daha bir ızdırap vadediyor. Daha önce izledikleri içinde bir nebze Tangled'dan memnun kalmış biri olarak (bazılarının dibinin düştüğü Avatar'dan da çok etkilenmemiştim) Dark of the Moon 3D ile ilişkimde bir dönüm noktası teşkil ediyor. Bu film ile birlikte sonradan 3D'ye çevrilen filmlere kesinlikle gitmeme, 3D çekilenlere de önyargıyla yaklaşma kararı almak durumundayım.

Çarşamba, Temmuz 06, 2011

hope of the existence of the divine...



John Anderton: It's better if you don't think of them as human.
Danny Witwer: No. They're much more than that. Science has stolen most of our miracles. In a way, they give us hope, hope of the existence of the divine. I find it interesting that some people have begun to deify the Precogs.
John Anderton: The Precogs are pattern-recognition filters, that's all.
Danny Witwer: Yet you call this room "the temple".
John Anderton: Just a nickname.
Fletcher: The oracle isn't where the power is, anyway. The power's always been with the priests, even if they had to invent the oracle.
John Anderton: You guys are nodding like you actually know what the hell he's talking about.
Jad: Well, come on, Chief. The way we work, changing destiny and all, I mean, we're more like clergy than cops.
John Anderton: Jad?
Jad: Yeah?

John Anderton: Go to work. All of you.
Danny Witwer: Sorry. Old habit. I spent three years at Fuller Seminary before I became a cop. My father was very proud.
John Anderton: What does he think about your chosen line of work?
Danny Witwer: I don't know. He was shot and killed when I was 15 on the steps of our church in Dublin. I know what it's like to lose someone close, John. 'Course, nothing is like the loss of a child. I don't have any children of my own, so I can only imagine what that must've been like. To lose your son - in such a public place like that. At least now you and I have the chance to make sure that kind of thing doesn't happen to anyone...
John Anderton: Why don't you cut the cute act, Danny boy, and tell me exactly what it is you're looking for?
Danny Witwer: Flaws.
John Anderton: There hasn't been a murder in 6 years. There's nothing wrong with the system, it is--
Danny Witwer: Perfect. I agree. But if there's a flaw, it's human. It always is.

- Onlara insan gözüyle bakmamalısın.
- Hayır, onlar insandan çok daha fazlalar. Bilim, mucizelerimizin çoğunu bizden aldı. Bir bakıma bize umut veriyorlar. İlahi bir gücün var olduğu umudunu. Bazı insanların kâhinlere tapmaya başlamasını ilginç buluyorum.
- Kâhinler birer algılama filtresidir, o kadar.
- Evet ama siz bile bu odaya "Tapınak" diyorsunuz.
- Sadece bir yakıştırma.
- Güç kehanetlerden gelmez. Güçlü olan papazlardır. Kehaneti onlar icat etmiş olsalar bile.
- Gerçekten söylediklerini anlıyormuş gibi kafanızı sallıyorsunuz.
- Hadi ama Şef. Şu kader değiştirme olayları filan...Yani bizler polisten çok rahip gibiyiz.
- Jad.
- Evet.
- İşinize dönün. Hepiniz.
- Özür dilerim. Eski alışkanlık. Polis olmadan önce 3 yıl boyunca Fuller vaazlarına katıldım. Babam gurur duymuştu.
- Seçtiğin meslek hakkında ne düşünüyor?
- Bilmiyorum. 15 yaşımdayken Dublin'deki kilisemizin basamaklarında vuruldu ve öldürüldü. Yakın birini kaybetmenin ne demek olduğunu iyi bilirim John. Tabii, hiç bir acı evlat acısına benzemez. Benim hiç çocuğum yok. Ben bu acının neye benzediğini sadece tahmin edebilirim. Oğlunu öyle halka açık bir yerde kaybetmek.
En azından şu anda elimizde böyle bir şeyin başkasına olmasını önlemek için fırsat var.
- Neden gevezeliği kesip gerçekte ne aradığını anlatmıyorsun Danny?
- Kusurlar.
- 6 yıldır hiç cinayet işlenmiyor. Yanlış giden hiç bir şey yok. Sistem--
- Mükemmel. Kabul ediyorum. Eğer bir kusur varsa insanidir. Bu her zaman böyledir.

Minority Report (2002) - Steven Spielberg

Pazar, Temmuz 03, 2011

Trust


Friends izlememiş bi insan olarak David Schwimmer ismine çok aşina değilim. Kendisiyle müşerref olmamız aktörlüğüyle değil de yönetmen kimliğiyle arz-ı endam ettiği 2010 yapımı bu filme nasipmiş. Trust, 14 yaşındaki bir kızın internette tanıştığı biri tarafından iğfal edilmesini ve akabinde hem kendisinin hem de ailesinin bu durumla halleşme sürecini konu ediniyor. Çok sık örneğine rastlamadığımız bu ilgi çekici olduğu kadar tehlikeli çıkış noktası, Trust'ın en büyük cazibe unsurunu oluşturmakta. 
Kendisiyle yaşıt zannettiği Charly ile internet vasıtasıyla arkadaşlık kuran Annie, herşeyiyle klasik bir ergen. Kabul görme ve popülerlik kaygılarından muzdarip. Ayrıca okulundaki birçok arkadaşının ve tabii ki popüler kızların aktif bir cinsel hayatı var. Bu nedenlerden ötürü Charly ile giderek samimi hale gelen muhabbetleri, tüm bu "olağan" yaşam tarzına dönük bir ilk adım niteliği taşıyor. Gene belki bu nedenden ötürü, aşamalı olarak yaşça büyük olduğunu itiraf edip en nihayetinde orta yaşlı bir adam olarak karşısına çıkan Charly'nin tüm söylediklerine nerdeyse aptalca denebilecek bir biçimde inanıp ağına düşüyor kolaylıkla. Olay açığa çıktıktan sonraki şoku atlatan babasının ve Annie'nin bu durumu atlatma çabaları ve hadiseyi değerlendirmede yaşadıkları farklılıklar filmin temel çatışmasını oluşturmuş. 
Klasik biçimde kıza her şekilde destek olan,yanında duran annesinden farklı olarak baba kızının böylesi bi tuzağa nasıl düşebildiğine inanamıyor önce, cebren buna zorlandığını düşünmek istiyor. Fakat kazın ayağının öyle olmadığını çok geçmeden anlıyor zira Annie olayın verdiği şokun da etkisiyle kendisini iğfal eden adamla aralarında bir sevgi bağı olduğuna inanıyor, Charly'nin sırf onu tuzağa düşürmek için onu seviyormuş gibi yapabileceğine ihtimal vermiyor. Üstüne üstlük FBI gibi resmi yetkileri olaya müdahil edip Charly'yi tehlikeye atmasından ötürü babasına da güceniyor hatta.  Kızının hadiseye bakışının böyle olduğunu idrak eden baba da ona karşı tavır alıyor, Charly ile kızı arasındaki chat muhabbetlerinin dökümünü FBI ajanının çantasından yürütüyor mesela, bunları okuyup kızının düşündüğü kadar saf bir melek olmadığını farkedince de şirazeden çıkıyor. Trust baba-kız arasındaki çatışmayı bu noktaya kadar çok dengeli biçimde götürürken, geri kalan sürede baba karakterini saplantılı bir ruh haline sürükleterek bu durumu biraz zedeliyor. Yönetmen Schwimmer, filme hakim olan muhafazakar tonu biraz yumuşatmak mı istedi bilinmez ama şahsen üstüste yaptığı hatalar neticesinde finalde kızından özür dilemek durumunda kalan bir baba yerine, hem kızın hem de babanın hikayenin sonunda karşılıklı olarak birbirlerini bağışladıkladıkları bir final izlemeyi yeğlerdim. Gerçi bu hadiseye nasıl yaklaşıldığıyla alakalı bir durum, cinsellikle tanışma yaşının hayli düşük olduğu batı toplumlarında mevzu karmaşık. 
Annie'ye göre "okulundaki kızların yarısı futbol takımındaki çocuklarla ilişkiye girmişken" kendi durumunun bu kadar büyütülmesi çok yersiz, ki bu açıdan bakıldığında haksız da değil. Öte yandan baba da kızının daha önce karşılaşmadığı ve kendisine yaşı hakkında sürekli yalan söylemiş bir adamla bir otel odasına gidip ilişkiye girmesine anlam veremiyor, ki o da haklı. Bu noktada yönetmen Schwimmer'ın günümüzde reklam, film vs. yollarla cinselliğin pazarlanışına ve bunun genç nesiller üzerindeki etkileri üstüne söyleyecek bir iki sözü var gibi. Bir reklamcı olan babanın pazarlamasını yaptıkları konfeksiyon ürünlerinin reklam çekimlerinde yarı çıplak mankenler kullanılırken, hadise yaşandıktan sonra bu afişlerden birinde kendi kızını hayal ettiği sahne bu noktada manalı. Günümüzde sinema,televizyon vs. platformlarda cinsel imgeler o kadar yoğun bir şekilde bir şekilde pompalanıyor ki, hayata yeni atılan körpe zihinlerin bu durumdan etkilenmemesi imkansız. Buna artık günlük hayatın ayrılmaz bir parçası olan internet vasıtasıyla iletişim ve bilgi akışının fazlasıyla kolaylaşması da eklenince filmin konu edindiği türden hadiselerin yaşanması kaçınılmaz bir hal alıyor. 

Trust, içeriği itibariyle üzerine konuşmaya değer özellikler taşırken, sinemasal özellikleri yönüyle genel olarak sade bir film,  daha ziyade oyuncularından aldığı güçle ilerliyor. Clive Owen bugüne kadar gördüğüm en iyi performansını bu filmde vermiş, karakterinin yaşadığı çalkantıları seyirciye aktarmakta çok başarılı. Zor bir rolün altına giren 15 yaşındaki Liana Liberato, dramatik bir iki sahnede biraz sırıtsa da geri kalan kısımlarda çok başarılı, filmi sürüklemeyi başarıyor. Kadronun bir diğer göze çarpan ismi ise Viola Davis. Asıl ününü tiyatro sahnesinde yapmış olan Davis, sinemada daha ziyade yan rollerde karşımıza çıksa da gene de kendinden söz ettirmeyi başarıyor, Doubt filmiyle 2008'de oscara aday olmuşluğu da var. Bu yıl It's Kind of a Funny Story'den sonra ikinci kez psikolg rolüyle beliren Davis, bu role o kadar yakışıyor ki anlamak için filmi izlemek lazım. İçerdiği güçlü performanslar, insanı düşünmeye ve sorgulamaye iten konusu ile Trust görülmesi gereken bir film zaten. Kusursuz olmaktan uzak ama yönetmeninin hanesine artı olarak kaydedilebilecek samimi bir çalışma. Bundan sonraki işlerinin takipçisi olucaz, orası kesin.