Pazar, Ağustos 28, 2011

The Beaver


Kendisi için tam bir kabus olarak geçen 2010 yılının ardından The Beaver'ın Mel Gibson için bir nevi bir geri dönüş filmi olması bekleniyordu. Fakat beklenen olmadı. Normalde çekimleri 2009 yılı sonlarına doğru tamamlanan film ertesi yıl içinde gösterime girmesi bekleniyordu ama malum kaset skandalının ardından gösterimi askıya alındı. Cannes da dahil olmak üzere çeşitli festivallere uğradıktan sonra geçtiğimiz mayıs ayında gösterime sokulan film, 20 milyon doları aşkın bütçesine karşın 1 milyon civarında hasılat yaparak bir gişe fiyaskosu olarak kabul gördü.


Kamuoyunda bir hayli zedelenen imajı gözönüne alındığında The Beaver nerdeyse Gibson için tasarlanmış bir film izlenimi veriyor. Ağır bir depresyon içinde kaybolan Walter Black, bu süreç içinde ailesini ve işini yitirme durumuyla karşı karşıya kalıyor. İçine düştüğü kısır döngüden kendini kurtarması yolunda kimse Walter'a yardımcı olamayınca, o da kendi yardımcısını kendi yaratıyor ve koluna taktığı bir kukla kuzgunla bir nevi kişilik bölünmesine maruz kalıyor. Film fazla izahata girmeden direk olarak depresyon sürecinin zirveye vurduğu noktada açılıyor ve çok geçmeden kuzgunla bizi tanıştırıyor. Bundan sonrası Walter'ın hayatını yeniden düzene sokması üstüne bir hikaye gibi gelişse de süre ilerledikçe daha karanlık bir rotaya doğru yol alıyor. İlk başlarda bu süreci bir iyileşme evresi olarak gören sevdikleri buna bir şekilde tahammül etseler de, zaman ilerledikçe kuzgunun geri çekilip Walter'ın tekrar yüzeye çıkması beklentisi içine giriyorlar. Fakat beklentilerinin tersine kuzgun, bir maske, bir çeşit savunma mekanizması olmaktan öteye geçip Walter'ın kişiliğinin baskın tarafına dönüşüyor, bir nevi Walter'ın kişisel Tyler Durden'ı haline geliyor. Bir mahkumluk halinden çıkıp başka bir mahkumluk haline doğru yol alan Walter da, tıpkı Fight Club'da Edward Norton'ın anlatıcısının yaptığı gibi uç bir yöntemle bu soruna çözüm bulmaya çalışıyor.

The Beaver'ı bütünüyle bir başarı olarak addetmek güç. Herşeyden önce zor bir materyalden yola çıkıyor ve benzeri bir çok filmin aksine fazla gerçeküstücü numaralara başvurmayıp ayağını çoğunlukla içinde yaşadığımız dünyaya basarak, insan ruhunun karanlık dehlizlerine doğru yol almaya çabalıyor. Bunu bir ölçüde başarsa da yönetmen Foster, Gibson'ın tüm çabasına rağmen kuzgunun Walter'dan bağımsız bir karakter olduğu duygusunu seyirciye aktarmakta yeterli değil. Ama birçok amerikan bağımsızında olduğu gibi işlevini yitirmiş bir aileden yola çıkarak bir "kendini-iyi-hisset" filmine dönüşmeyip, karanlık bir drama olarak kendini konumlandırması kesinlikle takdirde şayan. Başlarda bir komedi olarak tasarlanıp başrole Steve Carrell'ın düşünüldüğü projenin şimdiki halini almasında da aslan payı Foster'a ait ama Beaver'ın esas kozu Kyle Killen imzalı senaryo. Zor ve özgün bir hikaye anlatmakla kalmayıp bunu başarılı diyaloglarla bezeyen senaryo, filmin günümüze dair karamsar ama ufak da olsa bir umut ışığı barındıran bir portreye dönüşmesine olanak sağlıyor. İyi bir karakter dramasının gereğini yerine getirip sadece Walter'a odaklanmayan The Beaver, her bir karakterine mümkün olduğunca alan açarak Walter'ın rahatsızlığının herbir karakterin hayatlarındaki yansımalarını irdeleme fırsatı veriyor. Burda yapılan tek yönlü bir irdeleme değil, yani Walter'ın travmasının etrafındakilere olan olumsuz etkilerini görmüyoruz sadece. Talk-show sahnesinde olduğu gibi kuzgun vasıtasıyla ailesinin Walter'a hastalığından sonraki tutumu da sorgulamaya açılıyor aynı zamanda. Filmin ilgi çekici temalarından biri de bu, zira fiziksel hastalıklardan farklı olarak sevdiğimiz birinin psikolojik bir rahtasızlığa tutulmasının bizim için de farklı bir sınav olacağı gerçeğini vurguluyor film. Depresyon gibi algılaması zor bir hastalığa tutulunca Walter,ailesinin isteğiyle psikatrik tedaviden tut kişisel gelişim ve diğer tüm new age zırvalara kadar herşeyi deniyor ama hiçbirşey çözüm vermeyince onlar da Walter'la yollarını ayırmayı tercih ediyor. Bu süreç kuzgunun ortaya çıkışını tetikleyen bir düşüşün başlangıcına tekabül ettiği için Walter'ın kişilik bölünmesine maruz kalmasında ailesinin de payı olduğu gibi bir sonuca da varıyor film böylelikle.
Walter'ın dramı bir virüs gibi etrafına yayılıyor ve en çok oğullarına etki ediyor. Büyük olan Porter, başkaları için para karşılığı ödev ve tez hazırlayarak koleje gitme derdinde. Böylelikle babasını ve babasına dair herşeyi arkasında bırakmak istiyor. Hatta bu konuda babasıyla olan ortak yönlerini listeleyip yok etmeye çalışacak kadar da kararlı. Hikaye ilerledikçe ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir nevi armut ağacın dibine düşer gibi bir noktaya evrilmesi de Porter'ın dramı. Küçük oğlu Henry ise abisinden farklı olarak babasından nefret etmek yerine, onu yanında istiyor. Kuzgunu en sıcak karşılayan da o oluyor zaten, bu şekilde de olsa eskisinden farklı olarak babasınının kendisiyle konuşup vakit geçirmesini yeğliyor Henry. Bu iki rolde Anton Yelchin ve 9 yaşındaki sempatik oyuncu Riley Thomas Stewart son derece yetkin birer performans sergiliyorlar. Kastın içinde yegane sırıtan isim Foster'ın kendisi zaten. Ben zaten eskiden beri kendisinin çok büyük bir hayranı sayılmam ama bu filmde oyunculuğuyla karakterine lüzumsuz bir kırılganlık katmış.

Mel Gibson'a gelince...Gibson'ın oyunculuğu yabancı basında filmin en pozitif tarafı olarak övüldü, hatta Cannes'da ayakta alkışlandı. Biçokları gibi kariyerinin en iyi performansı olarak görmesem de kalburüstü bir oyunculuk sergilediği aşikar. Sonuna kadar haketmesine rağmen bu performansının Oscar dahil birçok namlı ödül törenlerinde göz ardı edil(diği)eceği de bir o kadar aşikar. Alkol bağımlılığı ve parçalanan aile hayatının da katkısı tartışılmaz olmakla birlikte son birkaç yıldır daha ziyade kendilerine en ufak dil uzatılmasına tahammülü olmayan bir zümreye laf sokabildiği için  yabancı medyada sistemli olarak maymuna çevrilen Gibson ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu bu filmde bir kez daha cümle aleme gösteriyor. The Beaver, Gibson'ın tekrar ayağa kalkması için beklenen katkıyı yapamadı belki ama en azından medya yoluyla da olsa onun seyircinin gözü önünde tutmayı başardı. Umuyoruz ki senaryosunu yazdığı ve başrolünde yer aldığı How I Spent My Summer ve proje aşamasındaki diğer bir iki filmiyle birlikte eski günlerine döner, oyunculuğa olmasa bile en azından yönetmenliğe dönmesini sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu noktada son söz olarak, hem yönetmen olarak kaliteli bir  filme imza atmakla kalmayıp aynı zamanda bu zor zamanında her daim Gibson'ın arkasında durup ona her röportajında desteğini esirgemeyen Jodie Foster'ın esas alkışı hak eden isim olduğunu belirtelim.

Salı, Ağustos 23, 2011

You're gonna have to work very hard to stay alive, Nick!


Rory Breaker: Your stupidity must be your one saving grace.
Nick The Greek: Uh?
Rory Breaker: Don't "uh" me Greek boy! How is it that your fucking stupid soon-to-be-dead friends thought they might be able to steal my cannabis and then sell it back to me? Is this a declaration of war? Is this some white cunt's joke that black cunts don't get? 'Cause Im not fucking laughing Ni-ko-las!
Nick The Greek: ...
Rory Breaker: I know you couldn't have known my position 'cause you're not that stupid that if you did, you wouldn't have turned up here scratching your arse with that "what's going on here?" look slapped all over your chevy chase! But what you do know is where these people live...If you hold back anything, I'll kill ya. If you bend the truth or I think you're bending the truth, I'll kill ya. If you forget anything, I'll kill ya. In fact, you're gonna have to work very hard to stay alive, Nick. Now, do you understand everything I've just said? 'Cause if you don't, I'll kill ya!

- Aptallığın hayatını kurtaran bir lütuf olmalı.
- Ha?
- Bana ha deme, Yunanlı çocuk. Siktiğimin aptal, yakında ölmüş olacak arkadaşların nasıl olur da malımı çalıp sonra da bana geri satabileceklerini düşünürler? Bu bir savaş ilanı mı? Zenci amcıkların anlayamayacağı, beyaz amcıkların yaptığı bir şaka mı bu? Çünkü ben gülmüyorum, Ni-ko-las!
- ...
- Biliyorum içinde bulunduğum durumu bilemezdin çünkü o kadar da salak değilsin, eğer bilseydin buraya kıçını kaşıya kaşıya geri dönüp yüzüne o aptal "burada neler oluyor" bakışını takınmazdın. Ama bu heriflerin nerede yaşadığını biliyorsun...Eğer benden bir şey saklarsan, seni öldürürüm. Gerçeği çarpıtırsan ya da gerçeği çarpıttığını düşünürsem, seni öldürürüm. Bir şey unutursan, seni öldürürüm. Doğrusu, hayatta kalmak için çok çabalamalısın, Nick. Söylediğim her şeyi anladın mı? Çünkü anlamadıysan, seni öldürürüm.

Lock, Stock and Two Smoking Barrels (1998) - Guy Ritchie

Salı, Ağustos 16, 2011

Rise of The Planet of The Apes


Saçma derecede uzun bir isimle vizyona geren Planet of the Apes prequel/reboot'u R.O.T.P.O.T.A. hiç de öyle merakla beklenen bir sinema olayı değildi. İlk fragmanları itibariyle görsel açıdan doyurucu bir film olacağa benziyordu ama çoğunluk için miadını doldurmuş bir seriye gereksiz bir ekleme gibi görünüyordu. Üstelik fragmanları itibariyle kolay kestirilebilir bir öyküye sahip de bir görüntüsü vardı. Fakat vizyona girmesiyle birlikte film sadece bir gişe başarısına dönüşmekle kalmadı, yazın en parlak filmlerinden biri olarak da kabul görmüş durumda.
Bu başarının arkasındaki en önemli isim yönetmen Rupert Wyatt. CGI teknoljisinden sonuna kadar yararlanarak görmelere seza bir film yaratmakla yetinmeyen Wyatt (filmin ikinci yarsınıda maymunların isyanlarının başladığı bölüm özelllikle etkileyici), aynı zaman elindeki iyi yazılmış senaryodan bir karakter draması yaratmayı da başarmış. Ceasar isimli maymun üzerinden ilerleyen film, onun doğumu, zeka gelişimi, yaşadığı psikolojik dönüşümler ve en nihayetinde maymunların ayaklanmasına giden tüm süreci tane tane anlatıyor. Bu noktada ben filmin temposunun ortalarına doğru biraz sarktığı kanaatindeyim ama neticede eldeki materyalin ciddi bir dramatizasyona tabi tutulduğu kesin. Andy Serkis'in, Ceasar'daki performansı Ceasar'ın bir karakter olabilmesindeki başat faktör olsa da, filmdeki animatörlerin de Serkis'in performansıyla kendi maymun tasarımlarını örtüştürmekte gösterdikleri çabaya da şapka çıkarmak lazım. Artık bir klasik olarak kabul gören 68 yapımı Planet of the Apes'le sıkı bir başlangıç yapıp, Tim Burton'ın kariyerindeki en kötü işi olma özelliğini taşıyan 2001 yapımı yeniden çevrimle kapanış yapan seriye bir çok gönderme ve saygı duruşu barındıran Rise, bu yönüyle de serinin hayranlarını tatmin etmiş durumda. Şahsen ilk filmdeki Charlton Heston'ın unutulmaz repliğinin bu filmde yer aldığı sahneyi çok doğru bir tercih bir olarak görsem de Tom Felton'ın performansının bu repliğin hakkını vermekten uzak olduğunu düşünüyorum, daha yetkin bir aktör kullanılsa iyiymiş. Edinilen başarıyla birlikte üçleme söylentileriyle anılmaya başlayan film, serinin evveliyatını akllıca hikayeleştiren ve devam filmlerine kapı aralayan yapısıyla bunu mümkün kılıyor. Bakalım aynı başarıyı tekrarlayabilecekler mi..

Perşembe, Ağustos 11, 2011

Murder In The First


1995 yapımı Murder in the First, gömülü bir hazine olarak görülebilir mi bilmiyorum ama oyuncu kadrosundaki yıldız isimlere bakarak çok bilinen bir film olmadığı söylenebilir, zira ne Gary Oldman'ın ne de Kevin Bacon'ın biyografilerinde öncelikle anılan bir film değil. Halbuki görmezden gelinemeyecek kimi falsolarına rağmen üzerine konuşmaya değer bir film.

1930'ların sonunda geçen Murder in the First, meşhur Alcatraz hapishanesinden kaçmaya yeltenen Henri Young isimli mahkumun etrafında geçiyor. Teşebbüsünde başarısız olan Young, suç ortağı Rufus McCain'in kendini satması üzerine tamamiyle cezaevi müdürünün kişisel insiyatifiyle 3 yıllık bir hücre cezasına çarptırılıyor. Çıktığında akli dengesinin büyük bir kısmını yitirmiş olan Young'ın yaptığı ilk iş de kendini satan adamı öldürmek oluyor. Murder In The First, esas olarak bu dava sürecinin hikayesi.

Çıkış noktası olarak aldığı kaçış teşebbüsü gerçeklere dayansa da hikayenin geri kalan kısmı ağır biçimde değişikliğe uğratılmış. Gerçek Henri Young, filmde tasvir edildiği gibi aç kız kardeşini doyurmak için posta ofisinden para çalarak hapse düşmüş biri değil. Rehin aldığı insanlara şiddet uygulamasıyla bilinen bir banka soyguncusu, cinayetten tutuklanmış bir adam. 5 kişilik kaçma teşebbüsünde yakalanınca McCain'le birlikte uzun süreli olarak hücre cezasına çarptırıldıkları rivayet edilse de birkaç ay içinde genel koğuşa geri döndükleri de söyleniyor. Ertesi yıl Young, McCain'i filmde tasvir edildiği gibi kaşıkla öldürmüş ama sebebini hiçbir zaman ifşa etmemiş. İşin en ilginç tarafı, filmdeki akıbetinin aksine McCain'den önceki cinayet suçundan ötürü müebbete mahkum edilen Young, 1972'de şartlı tahliyeyle serbest bırakılmış, kısa süre sonra da tahliye şartlarını ihlal ederek ortadan kaybolmuş. O günden sonra izini kaybettirip kendisinden bir daha bilgi alınamayan 1918 doğumlu Young, filmin çekildiği yıl halen hayatta ve filmi izlemiş olma ihtimali var.


Henri Young'ın hayat hikayesindeki kimi boşluklar üzerinden yola çıkarak tamamiyle kurmaca bir hikaye anlatan Murder In The First, bu haliyle ister istemez bir ajitasyon örneğine dönüşüyor. Halbuki Young'ın öyküsündeki kimi unsurları ödünç alarak kurmaca bir karakter üzerinden bu hikayeyi anlatmaya yeltense kalbur üstü bir drama dönüşmesi işten değilmiş. Gene hikayedeki vurucu unsurlar belli ölçüde etkileyiciliklerini koruyorlar ama bir süre sonra ister istemez izlediklerinizin gerçeklerin çarpıtılmış versiyonu olduğu ya da olabileceği duygusu filme yönelik iyi niyeti baltalıyor. Hollywood bu tarz mevzularda son derece pervasız, ikisi de Ron Howard'ın elinden çıkma A Beautiful Mind ve Cindrella Man konu üzerine iki sabık örnek zira her iki film de hikayesini işledikleri tarihsel kişiliklerin biyografik kimi gerçekliklerini ciddi ölçüde saptırmalarıyla biliniyorlar.

Öte yandan, hikayesindeki affedilmez yaklaşım hatalarına karşın gene de güçlü bir film Murder In The First. Seyirci dostu iki alt türü, hapishane ve mahkeme dramasını çok yetkin bir biçimde birbirine yedirmeyi başaran film oyuncularından aldığı güçle de benzerlerinden sıyrılıyor. Oyunculuğunun zirvesine 90'lı yıllarda ulaşmış olan Gary Oldman, filmdeki performansıyla bir kez daha bu savın sağlamasını yapmış oluyor, görece ikincil bir rolde olduğu halde üstelik. Gene Oldman gibi her zaman nezdimizde muteber yıldızlardan olan Kevin Bacon'ın Henri Young portresi ilk başlarda biraz abartılı bi oyunculuk gösterisi gibi görünse de hikaye aktıkça toparlıyor. Filmin esas yıldızı ise, Christian Slater. Kendisinin çok büyük hayranı olmasam da bu filmde tek kelimeyle dört dörtlük bir performan sergilemiş. Yan rollerde her zaman bulunduğu projeye bir renk katmayı başaran R.Lee Ermey'yi ve William H.Macy'yi de ekleyince sırf oyuncu kadrosunun mahkeme salonunda karşılıklı olarak döktürmesini izlemek için bile görülmesi gereken bir sinema olayına dönüşüyor Murder In The First. Zaten kesintisi fazla olmayan,uzun sekanslardan oluşan duruşma sahneleri, bir bakıma tiyatral bir özellik de taşıyor ve oyunculara kendilerini gösterme imkanı veriyor bolca. Bu noktada yönetmen Marc Rocco'nun etkileyici anlatımı da filme güç katıyor. 80'lerin sonunda çektiği iki gençlik bir filminin ardından bu filme imza atan Rocco, akabinde bir iki bir filmin yapımcı hanesinde belirse de pek ortalıkta görünmemiş ama şu aralar Soul Survivors isimli yeni projesini bitirmekle meşgul.


Kimilerince 70'ler olarak kabul edilse benim gözümde sinemanın altın dönemi 90'lı yıllardır, zira bu dönemdeki filmler müthiş bir ritm duygusuna ve akıcılığa sahiptirler ki ne öncesi ne de sonrası dönemdeki filmlerde bu nitelik aynı düzeyde bulunmaz. Murder In The First de kusurlarına rağmen, gene bu dönemin izlemesi keyifli filmlerinden.