Cuma, Nisan 20, 2012

Hugo

Yönetmen kimliğinin yanı sıra sinefilliğiyle de ünlü bir isim Martin Scorsese. Kendi kurduğu ve Hollywood'dan birçok ünlü yönetmenin de yönetim kurulunda yer aldığı Film Foundation derneği 1990 yılından beri birçok klasik filmin restorasyonunu gerçekleştirirken sinema tarihi hakkında bilgilenmek isteyen gençlere verdiği ücretsiz eğitimlerle de biliniyor. Bu çabalarını gene bizzat öncülüğünü yaptığı World Cinema Project ile global düzeye de çekmeyi başaran yönetmen, kendi sinema tarihlerini koruma noktasında Hollywood ile aynı ölçüde imkanlara sahip olmayan ülkelerden nadide sinema örneklerinin restorasyonunun yapılmasına da ön ayak oldu ki bu bahsi geçen yapımlara bir örnek de Metin Erksan'ın klasik filmi "Susuz Yaz". Dolayısıyla karakterlerinden birinin modern sinemanın kurucularından biri olarak kabul edilen Georges Melies olduğu bir hikayeyi anlatmak için Scorsese'den daha münasip bir isim hayal etmek biraz güç.


Yazıp çizdiği resimli çocuk kitaplarıyla tanınan Brian Selznick'in "The Invention of Hugo Cabret" ismindeki eserinden, Scorsese ile daha önce "Aviator"da da çalışmışlığı olan usta yazar John Logan tarafından uyarlanmış bir film "Hugo". Babasını bir yangında kaybetmiş Hugo Cabret'nin (Asa Butterfield) ondan kalan yegane şey olan bir mekanik robotu düzeltmeye çalışırken yolunun Georges Melies (Ben Kingsley) ile torunu Isabelle (Chloe Grace Moretz) vasıtasıyla kesişmesinin hikayesini anlatan film Melies'in hayatından da önemli kesitler sunan bir hikaye. 
 

 
Yüzyılın başında geniş hayal gücünü yaratıcı biçimlerde peliküle aktarmasıyla bir hayli ün kazamış Melies, birinci dünya savaşı ile birlikte eski popülaritesini kaybederek filmlerini ve stüdyosunu elden çıkarmak zorunda kalmış, ömrünün ilerleyen dönemlerini bu filmde anlatıldığı gibi bir tren istasyonunda oyuncakçı dükkanı işleterek geçirmek durumunda kalmış. Sonrasında filmogrofisine meftun sinemaseverlerin çabalarıyla filmlerine tekrar ulaşılmış ve iade-i itibar yapılmış olsa da eski görkemli günlerini bir daha göremeden vefat etmiş sanatçı.
 
 
Filmde birbirine paralel giden iki hikaye var. Bunlardan birisi yukarıda kısaca özetlediğimiz, geçmiş yıllarını büyük bir özlemin yanı sıra aynı ölçüde bir pişmanlıkla da yadedip artık sinema yapamamanın travmasını atlatamayan Melies'in hikayesi. Scorsese'yi projeye çeken en önemli hususun bu hikaye olduğunu varsaymakta bir beis yok zaten Scorsese'nin sinema tarihine olan sevgisi ve yönetmene hürmeti filmin Melies'e odaklandığı noktalarda şaha kalkmasına vesile oluyor. 
 
 
 
Öte yandan film babasının ani ölümünü anlamlandırmakta zorlanıp ardında bıraktığı mekanik robot üzerinden babasının hatırasına ve kendi varlığına anlam katmaya çalışan Hugo ve ona yardımcı olmaya çalışan Isabelle'in hikayesine geçiş yaptığında aynı başarı düzeyinden bahsetmek çok mümkün olmuyor ne yazık ki. Hikayenin büyük bir çoğunluğunun ismiyle müsemma bu karakter üzerinden ilerlediğini düşününce bu durum filmin izlenilirliği açısından bir sorun teşkil ediyor haliyle. 
 

 
Yönetmenin başrolünde çocukların olduğu yegane film bu yanılmıyorsam, yıllardır yetişkin hikayeleri anlatmaktan ileri gelen bir durum mudur artık bilemiyorum ama örneğin Melies'le ilgili flashback sahnelerinde yönetmenin çektiği filmlerin kamera arkalarının yeniden canlandırıldığı bölümler ne kadar başarıyla kotarıldıysa kamerasını Hugo'ya çevirdiği noktalarda da bir o kadar yalpalıyor film. Bu kifayetsizlik ikisi de ayrı ayrı yetenekli olan Butterfield ve Moretz'den yavan performanslar alması noktasında da kendisini göstermiş. 

 
Filmin süresinin bir çok yan karakterle doldurulmuş olması da bir handikap, hikayede bir odak sorunu yaratıyor. Sacha Baron Cohen'in (başarıyla) canlandırdığı istasyon polisinin sakat bacağı ve yetimhanede geçen çocukluğu üzerinden yaşadığı travmaları atlatmaya çalışması üzerinden başa gelen felaketleri aşarak hayata anlam katma yönünde bir varoluşçu aroma yedirilmek istenmiş filme ama çok da altı doldurulamamış bunun maalesef. İstasyonun diğer sakinleri de figuratif olmaktan öte gidemiyorlar. Mama Jeanne ve Isabelle de yanlarında durdukları erkeklerden bağımsız bir hikayeleri olmayan, haliyle de mevcudiyetleri sorgulamaya açık karakterler.


Filmin kurgusu da bu noktada bir başka problem. Scorsese'nin emektar kurgucusu Thelma Schoonmaker ile profesyonel birlikteliği kimilerince sinema tarihinin en verimli işbirliklerinden bir tanesi olarak görülse de yönetmenin çoğu filmini izlemiş birisi olarak ben hala verimin bir örneğine şahit olabilmiş değilim, "Hugo" da bunun bir başka örneği. O kadar çok sahne var ki çok daha kısa ve ritmik bir şekilde geçilebilecek, 2 saati aşkın süresi olan filmi en fazla 100 dakikada bitirmek mümkün aslında. 
 

 
Scorsese'nin gerek bütçe gerek süre konusunda kendini kasmayan yapısı da etkili tabii ki.Yönetmen bu filmle  1930'ların Avrupa'sının Paris'te bir tren garı üzerinden resmini çekme gayreti içine girmiş ve bu noktada hiçbir masraftan kaçınmamış. Büyük ölçüde başarılı da olmuş, bir tarihsellik hissiyatı sinmiş filme. Öte yandan bu durumun bütçenin 180 milyon dolar seviyelerine çıkıp gişede bu miktarın ancak yakalanabilmesi gibi bir yan etkisi de var tabii. Hollywood'un "Avatar" sonrası kapıldığı 3D hastalığına yakalanmaktan kendini alamayan ve post prodüksiyonda dönüşüm yapmak yerine native 3D ile çekim yapma kararı alan yönetmenin bu tercihinin ekibin 3D'ye aşina olmamasından mütevellit filmin uzayan çekim süresinin ve şişen bütçesinin sorumlularından biri olduğu da biliniyor.

 
Son tahlilde "Hugo", içerilerde bir yerlerde daha rafine ve daha tatlı bir hikayenin yer aldığı ama gereğinden fazla karakter ve ayrıntının arasında biraz boğulan bir film. Aralarında Jude Law, Michael Stuhlbarg ve Christopher Lee'nin de bulunduğu şık bir kasta sahip ve özellikle Kingsley ile Cohen performanslarıyla göz dolduruyorlar, Moretz ve Butterfield da üstatların yanında çok altta kalmamak için ellerindeki materyalin yetersizliklerine rağmen ellerinden geleni ardına koymamışlar. Sinema tarihine ilgisi olan herkesin saygı duruşu niteliğindeki bu filme bir göz atması şart ama gene de bu kusurlarını göz ardı edeceğimiz anlamına gelmiyor tabii ki.
 
 

Çarşamba, Nisan 11, 2012

Ama neden?


Gil: Mr. Bunuel! I had a nice idea for a movie for you.
Luis Bunuel: Yes?
Gil: Yeah. A group of people attend a very formal dinner party. At the end of dinner, when they try to leave the room, they can't.
Luis Bunuel: Why not?
Gil: They just can't seem to exit the door.
Luis Bunuel: B... but why?
Gil: Well, when they're forced to stay together, the veneer of civilization quickly fades away, and what you're left with is who they really are: Animals.
Luis Bunuel: But I don't get it. Why don't they just walk out of the room?
Gil: All I'm saying is just think about. Who knows? Maybe when you're shaving one day, it'll tickle your fancy.
Luis Bunuel: I don't understand. What's holding them in the room?

- Bay Bunuel, filminiz için harika bir fikrim var.
- Evet?
- Bir grup insan gayet ciddi bir akşam yemeğine katılıyorlar ancak gecenin sonunda odadan çıkmak istediklerinde çıkamıyorlar.
- Neden çıkamıyorlar?
- Sadece, kapıdan çıkamıyorlar işte.
- Ama neden?
- Odada kalmaya zorlandıklarında medeniyet maskesi çabucak yok oluyor ve geriye aslında oldukları şey kalıyor;hayvan.
- Anlamıyorum? Niye çıkıp gidemiyorlar?
- Sadece söylüyorum,bir düşünün. Belki bir gün traş olurken, size daha çekici görünür.
- Anlamıyorum. Onları odada tutan ne?
 
Midnight in Paris (2011) - Woody Allen

Çarşamba, Nisan 04, 2012

Canavar - Roslund/Hellström

Normalde kitaplar da bu blogun ilgilendiği mevzulardan olacaktı, en baştaki niyet buydu en azından. Fakat düzenli yazma konusundaki sıkıntılar içeriğin daha ziyade sinema,yer yer de müzikle sınırlı kalmasına sebebiyet verdi. Kısmet bugüneymiş, İsveçli yazar ikilisi Anders Roslund ve Börge Hellström'üm elinden çıkma Canavar'la siftah yapıyoruz.

Roslund/Hellström'ün ismini ilk kez duydum. Roslund gazetecilikten gelme bir yazar, Hellström de eski bir mahkummuş. Bizde yayınlanması bu yılı bulmuş olsa da aslında Canavar ikilinin ilk romanı, 2004 tarihinde çıkmış. En son 2009'da beşinci romanlarını yayınlamışlar.

Canavar çok hassas bir konuyu, pedofili ve pedofillerin cezalandırılmasını ele alıyor. Bernt Lund, 9-10 yaşlarında birçok kız çocuğuna tecavüz edip akla gelebilecek en vahşi işkencelere maruz bıraktıktan sonra katletmekten hüküm giymiş bir sapık. İdam cezasının olmadığı İsveç adalet sistemince gönderildiği Aspas hapishanesinin cinsel suçlardan hükümlü mahkumların olduğu bölümünde cezasını çekmekte. Bir nakil esnasında etrafındaki gardiyanları yaralayarak kaçmayı başaran Lund'un, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz yaptığı ilk şey yapmayı en iyi bildiği şey oluyor ve bir kız çocuğunu daha katlediyor. Fakat bu sefer sert kayaya çarpıyor,zira öldürdüğü kızın babası bu sapığın onu elinden kaçıran adalet sistemince yakalanamayacağından emin. O yüzden bu pisliğin başka çocukların daha canını yakmasını engellemek için adaleti kendi eline almaya karar veriyor.

Kurulumu itibariyle bir gerilim romanı gibi görünse de aslında o türe ait bir yapıt değil Canavar. Kitabı yarıladığınızda yukarıda bahsettiğim olay örgüsü kabaca bir sonuca ulaşıyor. Yazarların asıl ilgilendiği husus,böylesi bir sapığı elinden kaçıran ve yakalayamayan bir adalet mekanizmasının yapamadığını yapan bir adamın işlediği cinayet,İsveç hukukundaki tabiriyle başka cürümlerin ortaya çıkmasını önlemeye yönelik bir orantılı güç kullanımı mıdır, yoksa sebebi ne olursa olsun diğer cinayetlerle eşdeğer biçimde cezalandırılması gereken bir eylem midir? Yazarlar bu tartışmada kendilerini konumlandırdıkları noktayı bir noktaya kadar belli etseler de,konuyu olabildğince farklı açılardan ele almaya çalışıyor ve bunda belli ölçüde başarılı da oluyorlar. Acılı babanın işlediği cürümü haklı bulan halk adamın ceza almamasını savunurken,bunlardan bazıları bu yönde karar çıkması halinde etrafında pedofil olduklarından şüphe ettikleri kimselere bir linç hareketi başlatmak için fırsat kolluyorlar. Öte yandan yargı çevreleri de ömür boyu müebbetin,arkasında yatan sebep ne olursa olsun böyle bir suç için ideal bir ceza olduğu kanaatinde. Kızı hunharca katledilmiş baba karakteri ise tüm bu tartışmaların uzağında,yaşamak için bir neden arayan bir adam haline gelmiş durumda. Zaten hikayedeki okuyucuya sunulan pusula da baba karakteri oluyor,zira adamın kızı kaçırıldığında yada katledildiğinde yaşadığı acıyı içinizde hissedebiliyorsunuz. Olayı bu şekilde birçok farklı yönden ele almaya çalışan yazarlar, hikayeyi mantıklı olarak kabul edilebilecek bir şekilde sonuca bağlarken kesin cevaplar vermekten kaçınıyorlar ama benim şahsi kanaatim sorununun kökeninin, bu tarz suçlarda babanın kestiği cezayı daha en başta kendisi kesmesi gereken adalet sisteminin "adalet" anlayışında yattığı yönünde. Yazarların da bu minvalde bir tavırları olduğunu hissediyorsunuz okurken.

Canavar, uzun zamandır rastladığım en sürükleyici roman. Dan Brown'ın yazı stili andıran bir tarzları var yazarların. Hızlı okunabilmek kimilerince edebi düşüklük olarak kabul edilse de bizim o taraklarda bezimiz yok tabi. Getirilebilecek bir eleştiri yan karakter sayısındaki gereksiz fazlalık,bu karakterler hikayenin genel akışına çok bir etki etmedikleri gibi kendi bireysel hikayeleri de bir sonuca bağlanmıyor. Öte yandan sapığın küçük kızlara yaptığı muamelelerde biraz fazla tasvire kaçılmış,bu kısımları okumak bir hayli rahatsız edici olabiliyor. Bu hususlar dışında, hem çok keyifle okunan hem de okurken insanı düşünmeye sevkeden,son derece başarılı bir roman Canavar. Herkese tavsiye edilir.