Cumartesi, Mayıs 26, 2012

The Matrix Revisited



The Matrix sinema tarihine damga vuran filmlerden biri olduğunu kamera arkası belgeseliyle de belli ediyor. İlk olarak 2001 yılında ayrı bir dvd olarak piyasaya sürülen Revisited, daha sonra üçlemenin tamamlanmasıyla Ultimate Matrix Collection serisine eklenmiş. The Matrix filminin fikir safhasından post prodüksiyonuna kadar her bir aşamasını tüm teferruatlarıyla ele alan çalışma, naçizane bendeniz gibi Matrix fanlarını mest edecek cinsten. Prodüksiyon ekibinin önde gelen simalarının yanı sıra, elbette ki yapımcılar ve başrol oyuncuları da belgeselde yer alırken,asıl bomba hiçbir şekilde röportaj vermemeleriyle bilinen Wachowski'lerin, bu belgesel için bir istisna yaparak filmleri hakkında kelam etmeleri. Bu bile tek başına filmi izlemek için bir neden. Rastladığım en kapsamlı kamera arkası belgeseli diyebileceğim Matrix Revisited, film yapım sürecine ve özellikle Matrix gibi efsane bir filmin yapım sürecine nüfuz etmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir çalışma

Yeri gelmişken Ultimate Matrix Collection'ın diğer parçalarından da bahsetmekte fayda var. Üçlemenin tamamlanmasının ardından piyasaya sürülen 10 diskten müşekkil bu devasa setin, Matrix Revisited'ın devamı olarak görülebilecek Matrix Reloaded Revisited ve Matrix Revolutions Revisited'ı da içinde barındırıyor ama bu ikisi klasik dvd ekstrası formatında, Matrix Revisited gibi uzun metraj şeklinde değil. Koleksiyonun diğer parçaları Animatrix, Burly Man Chronicles, Zion Archive ve Roots of The Matrix.


Bunların içinde en ilgi çekici olanı The Roots of The Matrix. Birer saatlik iki filmden müteşekkil belgesel Matrix'in düşünsel arka planın etraflıca irdeleyen,son derece keyifli bir çalışma. İlk film The Hard Problem:Science Behind The Fiction Matrix'in teknolojik ve bilimsel gelişmeler çerçevesinde duruşunu ve anlamını irdelerken, görece izlemesi ve takip etmesi daha kolay olan Return to The Source:Philosophy and The Matrix ise Matrix'teki felsefi ve dini göndermeler üstüne konusunda yetkin kişilerin tartışmaları üzerine kurulu. Wachowski'lerin dehasının sinemayı geri dönülmemecesine değiştirdiğini bir kez daha idrak edip ikiliye haklarını teslim etmek için bir fırsat daha sunan bu iki belgesel,Matrix'in entellektüel değeri üstüne derli toplu bir belgesel izlemek isteyenler için de birebir.

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

How I Spent My Summer Vacation


Wachowski'lerin James McTeague'nin yönetmenlik kariyerini başlatmasına ön ayak olmalarına benzer bir şekilde Mel Gibson da asistanı Adrian Grunberg'e el vermiş senaryosunu yönetmenle ortak yazıp yapımcılığını üstlendiği bu filmle. Ama Grunberg, McTeague kadar kısmetli bir adam değilmiş demek ki zira ilk yönetmenlik denemesi Gibson'ın Hollywood'daki itibar kaybının gölgesinde ABD'de sinemalarda gösterilmeden direk VOD yoluyla seyircisiyle buluştu. Bir bakıma yazık olmuş çünkü yer yerinden oynatacak özgünlükte olmasa da eli yüzü düzgün ve sinemalarda gösterim şansı bulan birçok benzerinden daha nitelikli yapım karşımızdaki. Özellikle senaryo hanesinde akıcı dialogları ve iyi tasarlanmış başkarakteriyle göze batan film, Gibson'ın da halen bir filmi sürükleyebilecek kapasiteye sahip olduğunu ve filmin protoganisti Gringo gibi karakterleri oynamak için biçilmiş kaftan olduğunu da hatırlatıyor bizlere. Yönetmen Grunberg'in de gelecek vaadeden bir isim olduğu söylenebilir,özellikle giriş bölümünde yer alan sınırdaki kovalamaca gibi birkaç sahnede yönetmenlik ışıltısına rastlamak mümkün. Fakat yabancı basındaki genel kanaatin aksine ben görüntü yönetimini hiç de başarılı bulmadım. Doğal ışık kullanımı belki bir noktaya kadar filme bir otantiklik kazandırmış ama uzun zamandır dijitalle çekildiğini bu kadar seyircisinin gözüne sokan görsellikte bir film izlememiştim,bence filmin eksi hanesine yazılabilecek bir nokta bu. Bir de ABD'de filmin isminin Get The Gringo'ya çevrilmesi,o da baya amele bir hamle olmuş.

Pazar, Mayıs 20, 2012

Hick

 
Yönetmen Derick Martini'nin, bu filmde de yer alan Rory Culkin'in başrolünde yer aldığı ilk filmi "Lymelife"ı sevmiştim. Sıradan karakterlerin kendi halindeki yaşamlarından kırıntıları başarıyla anlatan sıcak bir filmdi. Dolayısıyla ikinci filmine karşı belli bir pozitif önyargıyla yaklaştım. Fakat nereden tutsan elinde kalan bir materyalle yönetmenin başarılı bir film ortaya koyabilme potansiyelinin düşüklüğünü görmek çok zor olmadı.

Aile departmanından yana bir hayli talihsiz bir olan Lulu'nun evini terketmeye karar vererek yollara düşmesini konu edinen film, yol boyunca karşılaştığı karakterler ve etkileşimleri üzerinden ilerliyor. İlginç bir şekilde tanıştığı kişilerin her biri ile anında bağ kurmayı başaran karakterimiz belli bir noktada bunların hiç birinin sağlam ayakkabı olmadığını anlamasına rağmen anlaşılmaz bir şekilde gene de bunlarla takılmaya devam ediyor ve kendini olmadık pozisyonlarda bulmayı başarıyor.  


Grafik bir sahne içermese de orta yaşlı bir adamın zihninden fırlamış gibi duran filmin Andrea Portes ismindeki bir bayanın kendi yaşamından otobiyografik öğeler taşıyan, çok satanlar listesine girmeyi başarmış romanından kendisi tarafından uyarladığını öğrenmek şaşırtıcı. Gene de 13 yaşında bir kızın finale doğru kendini bir yatağa bağlı bulduğu filmin izleyici kitlesi olarak kimi hedeflediği sorusunu sormadan edemiyor insan. Hele o dönem "Kick-Ass" ile yıldızı parlamış Chloe Moretz bu role nasıl ikna edildi diye düşünürken filmin yapımcıları aradında aile bireylerini görmek daha da ilginç. Her halde oyunculuk gücünü gösterebileceği bir proje olarak düşünüp destek verdiler ki çok yanlış bir varsayım da sayılmaz çünkü hakikaten rolünün hakkını vererek büyülmüş de küçülmüş kız çocuğu rollerinin en iyilerinden birini sergiliyor. Gene de bu durum filmi kurtarmaya yetmiyor tabii ki. 
 

Hani fazla özgür takılmanın zararlarına dair ibretlik bir hikaye anlatma gibi bir derdi mi var deseniz hayır, fonda çalıp duran Bob Dylan tınılarıyla fazla light bir tarzı var filmin. Başroldeki karakterin de zaten içine düştüğü, kimi trajik olan durumlara verdiği tepkiler  de ya fazla naif ya da olması gerekenden bir hayli fazla derecede duyarsız. Eddie Reymayne ve Blake Lively'nin başını çektiği yardımcı oyuncu kadrosunun performansı oradan oraya savruluyor çünkü karakterleri savruk. Muhtemelen roman formatında daha iyi işleyen bir hikaye bu, karakterlerin nereden gelip nereye gittikleri, aldıkları kararlara yön veren geçmiş deneyimlerinin ne olduğuna dair daha net fikirler edinmek belki bir roman uzunluğu içinde mümkün. Belki de değil,bilmiyorum romanı okumadığım için. Ama her halükarda hem Martini'nin yönetiminin hem de Portes'in senaryosunun bu alanda sınıfta kaldığı kesin.
 
 

Perşembe, Mayıs 03, 2012

Kaçırılmış Bir Fırsat Olarak The Raven


Edgar Allan Poe'nun ömrünün son bir haftasını nerde geçirdiği hususunun bugüne değin gizemini koruyor olması hayalgücünü gıdıklama konusunda çok verimli bir unsur olagelmiş, burdan yola çıkan bir çok eser verilmiş bugüne kadar. Gene aynı şekilde Poe'yu bir seri cinayet gizemini çözmek için karakter olarak kullanmak fikri de birçok kereler kullanılmış. Fakat bu iki fikri birbirine yediren çok fazla örnek duymadım ben bugüne kadar, dolayısıyla çıkış noktası olarak bunları sentezleyen The Raven proje aşamasından beri heyecanla beklediğimiz bir film oldu.

Fakat gel gör ki ortaya çıkan nihai film beklentilerin uzağında kalan bir yapıt olmuş. James McTeigue'nin filmi Poe'nun ölümünün arkasındaki gizemi, Poe'nun hikayelerinden esinlenerek cinayet işleyen bir seri katille ilişkilendiren hikayesini perdeye aktarırken çok klişe sularda geziniyor. Filmin mükemmel çıkış noktasından gidilebilecek birçok yol varken niçin yavan bir kedi-fare oyunu anlatmakla yetinildiğini anlamak güç. Ne From Hell gibi içinde bulunduğu dönemin çarpıcı bir portresini yedirme gibi bir gayret söz konusu - ki sinemasal anlamda altın madeni kıvamında olan 18 yüzyıldan bahsediyoruz - ne de Poe gibi sorunlu, bir yönüyle trajik bir figür üstüne filmi inşa etmek, yada hikayenin önemli ayaklarından biri olarak işlemek gibi bir çaba gösterilmiş. Yönetmen McTeigue, elinde iyi bir metin olduktan sonra harikalar yaratabileceğini V for Vendetta'da göstermiş olsa da, The Raven ile birlikte bir önceki filmi Ninja Assassin de göz önüne alındığında anlaşılıyor ki senaryolarının üstünde yeterince çalışmayan yada bu alanda kolay tatmin olup şekli içeriğin fazla önünde tutan bir adam. Şık bir giriş yaptığı yönetmenlik kariyerinin ortalama nitelikte olmakla kalmayıp gişede de beklentileri karşılayamayan filmlerle devam etmemesi için kendine bir çeki düzen vermesi elzem.


Filmin aksayan en mühim noktalarından birisi ne yazık ki başrol oyuncusu John Cusack. Kendi kuşağının en iyi aktörlerinden biri olan, bizim de dahil olduğu her filme bir renk kattığını düşündüğümüz sevimli aktör, rolünün altından kalkamıyor maalesef. Poe'nun hayatını ve eserlerini okuyanlar için yazara ilişkin ortak tasavvur zannediyorum onun trajik ve melankolik bir kişilk olduğu yönündedir. Film bile bir sahnede, Poe'nun tüberkülozdan ölen eşi üzerinden bu noktaya temas ediyor fakat John Cusack seyirciye bu hüznü aktarmakta kesinlikle başarısız. Her ne kadar kendisi sevimli "kaybeden"leri oynamakta yetkin bir isim olsa da Poe bu çizgiden fersah fersah uzak bir figür olduğu için Cusack'in utangaç olduğu bilinen bir karakter için fazla agresif oyunculuğu resmen bir doku uyuşmazlığına sebep oluyor. Luke Evans kendi çapında etkili bir oyunculuk sergilemiş olsa da Poe dışındaki karakterler zaten çok üstünkörü ele alındığı için onun gayretleri de boşa oluyor. Aynı şeyler, hikayeye zorlama bir ek olarak gözüken arzu nesnesi rolünde elinden gelince sevimli bir oyunculuk gösteren Alice Eve için de söylenebilir.

Senaryonun karakterlerine özensiz yaklaşımı en çok seri katilde sırıtıyor, neyi niye yaptığı hususunda en ufak fikir edinmek şöyle dursun hikayeye zorunlu olarak konulmuş eğreti bir unsur olarak feci sırıtıyor. Finalde çözülen düğüme gidilirken izlenen güzergah yer yer zekice ayarlanmış gibi bir izlenim uyarsa da çoğunlukla lüzumsuz bir sofistikeleştime gayretinden ibaret olduğu bir süre sonra anlaşılıyor.


Filmin dönem tasarımları mütevazi bütçesine göre başarılı, yer yer Poe'nun şanına yaraşır bir biçimde gotik bir atmosfer yakalanmış. Fakat karakterlerin dönemine göre fazla sterilize, kirden pastan uzak pürüpak bir görünüme sahip olmaları ayrıntı ölçeğinde özensiz bir tutum olarak göze çarpıyor. Gene aynı şekilde filmin gore kısmında yer yer CGI'ya yaslanıyor oluşu, görselleştirdiği cinayet mizansenlerinin uyarlandığı metinlerdeki etkileyiciliklerine yaklaşamaması da filmin hanesine eksi olarak yazılan unsurlar.

Şık bir açılışa sahip girizgah bölümünden başlayarak rahatlıkla izlenebilmesi hasebiyle kötü bir film olduğunu söylemek mümkün olmasa da en hafif tabiriyle sıradan, farklılık vadetmeyen bir film The Raven. Sırtını yasladığı zeminin sağlamlığını düşündükçe bir  Poe hayranı olarak insan bu neticeye efkarlanmadan edemiyor