Cumartesi, Aralık 30, 2017

2017 Retrospektif: Sinema



Marvel Sinematik Evreni filmleri artık kendi başına bir türe dönüşmüş durumda, çizgi-roman filmi statüsünü aşalı çok oldu. 10 yıllık tarihleri boyunca hem gişe hem de eleştirel anlamda ilgi görmüş birçok film çıksa da bu evrenden, Russo kardeşlerin "Winter Soldier"ına kadar olan filmlerin çoğu en uygun tabirle "generic" idiler; kendi formüllerinin dışına zinhar çıkamaya yeltenmeyen, birbirlerinin kopyası eğlendirme araçları (Evet, bu genellemeye "Iron Man" ve "Avengers"ın ilk filmlerini de dahil ediyorum). "Winter Soldier" hem stilize bir yönetmenliğe hem de politik göndermeleri de olan sağlam bir senaryoya sahip olmasıyla bir anda çıtayı üste çekti, "Civil War" ile de Russo'larının tek atımlık barutları olmadığını hepimiz görmüş olduk. Bu filmler gösterdi ki Marvel damgası altında da net vizyonu olan yönetmenlerin kaliteli filmler üretme şansı var. Altta değindiğimiz "Spider-Man: Homecoming" bu değişim rüzgarlarının ilk örneklerinden oldu ama Marvel'ın asıl bombası "Thor:Ragnarok" imiş. Eli yüzü düzgün aksiyon sahneleri, göz kamaştıran bir kast artık bu filmlerin olmazsa olmazlarından ama bu denli espritüel, insanı kikirdeten bir film görmeyi de ummuyordum. Taiki Waititi gibi zıpır bir yönetmenin elinden de ancak böyle bir çizgi-roman filmi çıkabilirdi. Özellikle "Thor"un ilk filminde karakterin mizaha alan açan taraflarının ve Chris Hemsworth'un komedi yeteneğinin bir nebze üstünden geçilse de tam da doyurucu olmamıştı. "Ragnarok" kendisini tümüyle mizah üzerine temellendirerek bunu sonuna kadar sömürüyor ve çok da iyi yapıyor. Marvel böyle kendisini yenilemenin dahiyane yollarını buldukça sanmıyorum ki sırtları yere gelsin.


Herhalde çoğu sinemaseverin en büyük keyiflerinden birisi favori yönetmenlerine odaklanan yapımlar izlemektir. Ama çoğu zaman filmlerin kamera arkası videolarıyla yetinmek zorunda kalırsınız, ta ki birisi o kişi hakkında uzun metrajlı bir belgesel yapmayı akıl edene kadar. Geçtiğimiz yıl "De Palma" ile hayranlarının yüzü gülmüştü, bu yıl da sıra bize geldi. Spielberg, büyük ihtimalle yaşayan en popüler yönetmen, dolayısıyla daha önce de onun üzerine eğilen belgesel denemeleri olmuştu. "Spielberg on Spielberg" bunun iyi örneklerinden biridir, her bir filmi üzerine uzun uzun konuşur, izlememiş olanlar youtube'dan ulaşabilir. "Spielberg" ise yönetmenin filmleri kadar yönetmenin kendisi üzerine de yoğunlaşan, çocukluğu, aile hayatı ve kariyer basamakları üzerine etraflıca eğilen bir çalışma. Yönetmen Susan Lacy Spielberg'in kendi ağzından hayatına dair ilginç ve mahrem noktaların dökülmesini sağlamakla kalmamış, anne-baba ve kardeşlerinin yanı sıra sektörün kaliteli birçok ismini de belgesele dahil etmeyi başarmış. Yönetmenin "movie brats" kankaları Scorsese, De Palma, Coppola ve Lucas'ın yanı sıra Daniel Day-Lewis, Liam Neeson, Ralph Fiennes, Daniel Craig, Leo Dicaprio, Tom Hanks, Tom Cruise, Eric Bana ve daha nicelerini görmek mümkün. Filme dair genel bir eleştiri Spielberg'in yapımcı ve stüdyo şefi kimliğine hiç eğilinmemiş olması ve Hollywood'un en güçlü kişilerinden birini ele alırken bu kısmın dışarda bırakılmasının bir eksilik olduğu yönündeydi ki katılmamak elde değil. Belki bir gün bu yönünü ağırlıkla ele alan bir yapım izleme şansına da erişiriz.


Animasyon deyince çoğu kişi Pixar'ı rakipsiz görse de şahsen Dreamworks'ü de çok severim. Pixar'ın tarihi boyunca çok daha sofistike işlere imza attığı tartışılmaz bir gerçek olsa da safi eğlence söz konusu olunca Dreamworks'ün işleri bir tık daha üsttedir. Absürdlük noktasına varacak derecede kendini ciddiye almayan ve meta öğeleri hikayesine başarıyla yedirebilmiş  "Kung Fu Panda", "Shrek", "How to Train Your Dragon" gibi ölümsüz işlere imza atmış stüdyonun en büyük eksisi özgün işlere odaklanmaktansa devam filmlerini yeğlemeleri ve gittikçe çaptan düşen hikayelerle ortaya çıkmalarının yanı sıra ilk filmin hatırasına da zarar veriyor olmaları. Bir seri üstüne en fazla iki film yapıp sıradaki işe yönelmeleri lazım, 2.filmden sonra tatları kaçan "Kung Fu Panda" ve "Shrek"e bakarak bunun sağlaması yapılabilir. "Boss Baby" son yıllarda kayda değer bir film yapamamış stüdyodan hala ümidi kesmememiz gerektiğinin en büyük göstergesi oldu bu yıl. Evcil hayvanların bebeklerin tahtını elinden alma tehlikesi baş gösterince bu oyunu bozma göreviyle bir ailenin ikinci çocuğu olarak konuşlanan Boss Baby'nin misyonunu ifa etme çabaları ve bu süreçte abisi ile kaynaşma süreci filmimizin akıllara zarar konusunu oluşturuyor. "Madagascar" serisi ve "Megamind"ın yönetmeni Tom McGrath konunun verdiği saçmalık öğelerini sonuna kadar değerlendirip eğlenceyi had safhaya çıkarırken iki kardeşin üstünden sıcak bir filme imza atmayı da başarmış. Bebeği seslendiren Alec Baldwin'in de harika bir iş çıkartmasıyla bu yılın en keyifle izlenen filmiydi "Boss Baby".


1992'de Rodney King'in polislerce öldüresiye dövülmesiyle başlayıp, polislerin mahkemece aklanmasına siyahilerin Los Angeles'ı yakıp yıkarak karşlılık vermeleri sürecini anlatan "LA 92" yılın en iyi belgeseliydi. Daha önce benim izlemediğim "Undefeated" isimli bir belgeselle tanınmış Dan Lindsay ve T.J.Martin ikilisinin elinden çıkma film tümüyle arşiv görüntülerinden oluşuyor, herhangi bir röportaj ya da anlatım içermiyordu. Kurmaca filmlere taş çıkartacak bir sürükleyicilikte kurgulanmış film, bu yılın diğer kaliteli belgesellerinden "Oklahoma City" ve Cnn'in "The Nineties" serisiyle birlikte izlendiğinde hem döneme dair çok etraflı bir edinmiş olmakla kalmıyor hem de günümüz ABD'siyle o dönem arasındaki paralellikleri de farketme olanağına kavuşmuş oluyorsunuz.  

Marc Webb'in yönettiği gereksiz "Spider-Man" filmlerinin daha külü soğumamışken karakterin hakların elinde bulunduran Sony yöneticileri, Marvel'ın blockbuster aleminde gitgide artan hakimiyetinden nemalanmayı akıl etmekle ne kadar kendileriyle övünseler az. Halihazırda yeni bir seri başlatmanın kafa ağrısıyla uğraşmaktansa karakteri hali hazırda tıkır tıkır işleyen Marvel sinematik evrenine kiraya veren Sony ticari bir deha örneği gösterdi resmen. Geçtiğimiz yıl "Civil War"la şık bir şekilde introsu yapılan Tom Holland'ın canlandırdığı "Örümcek Adam"ın ilk filmi adet olduğu üzere küçük bir indie filmle ("Cop Car") ses getirmiş Jon Watts'a teslim edildi. Sürüyle yazarın elinden geçmiş senaryo birçok Marvel filminde olduğu üzere kötü adam departmanında gene çok silik bir iş çıkartmış ve Michael Keaton'ın yeteneğini harcamış olsa da, origin hikayesi olaylarına hiç girmeden direk olaya dalması ve benimsediği lise filmi formatını hikayesine başarıyla yedirmesiyle yılın en eğlenceli filmlerinden biri oldu.


Selçuk Aydemir'in film ve dizileri komik dialog ve performansları ritmik bir kurguyla başarılı bir şekilde harmanlamasıyla öne çıksa da goygoya fazlasıyla sırtını yaslamasıyla yer yer yorucu hale gelebilen yapıtlar oldu hep. Fakat ilk filmden bir hayli iyi olmayı başarabilen "Düğün Dernek: Sünnet"le birlikte Aydemir'in tarzını daha bir oturtmaya başladığını gözlemlemiştik. "Çalgı Çengi İkimiz" de yönetmenin kendini geliştirdiğinin bir başka göstergesi oldu. İlk filmi izlememiş benim gibiler için bile kahkaha dolu dakikalar vadeden film, Aydemir-Kural-Cemcir üçlüsünün piyasadaki en başarılı komedi ekibi olduklarını tescilliyordu bir kez daha.


Tıkılı olduğu hapishanede hamile karısının kaçırıldığını öğrenen ve onların sağ kalabilmesi için kendisinden istenilenleri yapmak durumunda kalan bir adamın hikayesini anlatan "Brawl in Cell Block 99", sıradışı bir western olan "Bone Tomahawk"la bir hayli ses getirmiş Craig S.Zahler'in tek seferlik barutu olmadığını gösteren bir yapım oldu. Romancılığıyla ses getirmiş Zahler'in belki de bu temelinden kaynaklanan en temel özelliği karakterlerini tanıtıp işlemeye vakit ayırması ve neticede her biri hakkında belli bir fikir sahibi olduğumuz ve umursadığımız insanların hikayesini bize izletmesi. Böylelikle Vince Vaughn film boyunca milletin kemiklerini kırarken kendinizi onunla özdeşleştiribiliyorsunuz. Yönetmenin gene Vaughn ve Mel Gibson'la çalıştığı yeni filmi "Dragged Across Concrete" önümüzdeki yılın iple çektiğimiz filmlerinden.
 



"In Bruges"la bir klasiğe imza atıp "Seven Psycopaths" ile elindeki muazzam kadroyu harcamayı başaran Martin McDonagh gene şahane bir kastla karşımıza çıktığı bu filmiyle kendisine dair şüphelerimizi gidermeyi başardı. Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen öldürülen kızının katillerinin hala yakalanamamış olmasına kafası bozulan ve bunu billboardlara ilan asarak ifade etme yoluna giden bir annenin öyküsüni anlatan "Three Billbords Outside Ebbing,Missouri", hem kadının hem de onun karşısına aldığı polislerin yer yer komik, yer yer dokunaklı yer yer de karanlık anlarıyla sık rastlanmayacak türde bir film ve oyuncuların her biri ayrı döktürmüş.


"Get Out" geçen yılın gerek eleştirel gerekse gişe yönüyle en çok ses getiren filmlerinden biriydi. Her ne kadar kendisine yönelik övgüler biraz konjöktürel olsa da ve sonuç bölümü biraz fazla hızlı geçiştirilmiş bir görüntü verse de giriş ve gelişme yönüyle özgün bir iş olduğu noktasında hakkını teslim etmek gerek. Şahane mizansenlenmiş ilk sahnesinden itibaren filmin, elindeki materyali nasıl çekeceğini iyi bilen bir yönetmenin elinden çıktığı belli. Paranoya ve gözetlenme duygusunu iyi veren ve bunu seyircinin iliklerine işleyebilen yönetmen Jordan Peele, her sinemaseverin radarına bodoslama girdi denebilir.


Ne kadar kifayetsiz bir intiba bırakmış olursa olsun her yönetmenin parıltısını gösterebileceği bir materyal var. Bu Zack Snyder için "300" mesela, McG için de "The Babysitter". Her ne kadar benim gözümde "Supernatural"ın yapımcısı olarak belli bir itibarı olsa da çoğu kişi nezdinde ciddiye alınan bir isim olamadı McG -ki böyle bir müstear isimle bu bir hayli zor-. O yüzden henüz filme çekilmemiş en iyi senaryoların yer aldığı Black List'ten bir hikayeyi anlatacak isim olarak adı geçtiğinde herkes bir gözlerini devirdi. Fakat ortaya çıkan nihai film herkesi utandıran, bu yılın en eğlenceli filmlerinden biri oldu. Ailesinin hala bir yerlere giderken seksi bir bakıcıya bıraktığı bir ergen gerisinin, bakıcısının kendisi uykuya daldıktan sonraki faaliyetlerine uyanmasıyla gelişen olayları anlatan "The Babysitter" bomba gibi bir giriş yapmasına rağmen kan revan başlayınca biraz çaptan düşüyor. Gene de başroldeki Judah Lewis ve  Samara Weaving'in de katkılarıyla uzun zamandır izlediğim en geyik filmlerden biri olmayı başarmış.


Bu filme dair o kadar "keşke şunu şöyle yapsalardı" denebilecek şey var ki. Lüzumsuz derecede uzun süresiyle uzayan temposundan mı dem vuralım, Laura'nın çizgi romanlardaki müthiş geçmiş öyküsünü es geçmelerinden mi, yoksa gene X-23'ün çizgi romanlarında müthiş işlenmiş bir kötü karakter olan Zander Rice'ı kullanmaktansa en hafif tabirle tembellik yaparak Wolverine'in klonunun en önemli kötü yapılmasından mı, karar vermek güç. Yönetmenin benimsediği depresif ve gerçekçi ton için o kadar uygun materyal var ki çizgi romanlarda, ellerine R-rated bir film yapma olanağı geçmişken bunu değerlendirememiş olmaları resmen suç. Gene de, tüm bu saydığım hayal kırıklıklarına rağmen Jackman'ın artık ikonik hale geirdiği bu karaktere yakışır biçimde melankolik, sert ve karanlık, neticede şık bir kapanış filmi olduğunu da söylemeden geçmemek lazım.

2017 Retrospektif: Müzik

Pazartesi, Aralık 18, 2017

2017 Retrospektif: Diziler


Bu yılın benim için en büyük keşiflerinden biri CNN'in Decades serisi olarak adlandırabileceğimiz belgesel dizisi oldu. 2014 yılında "The Sixties" ile başlamış olan seri ertesi yıllarda sırasıyla "The Seventies" ve "The Eighties" ile devam etmiş. Bense ancak bu yıl yakalayabildim ve tüm serileri başlamamla bitirmem bir oldu.  Her bir bölümü belli bir olaya ve olguya ayrılarak ABD'nin her bir on yılına damga vuran hadiseleri ve olayları anlatan serinin içinde en başarılısı "The Sixties". Bunda 60'lı yılların sosyolojik ve politik olarak çok hareketli geçen yapısı en önemli etken. Küba kriziyle zirve yapan soguk savaş, Kennedy suikasti, Vietnam Savaşı, Afro-Amerikalıların Martin Luther King öncülüğünde hak mücadelesi, 68 olayları ve alt kültür hareketlerinin hepsi seride kendine yer bulmuş. 45-50 dakikalık, son derece akıcı hazırlanan ve arşiv görüntülerini çok etkili kullanan bölümleri bitirdiğinizde ABD üzerinden dünya genelinde iz bırakan toplumsal değişimlere dair fikir edinmiş oluyorsuz. 70'lere geldiğimizde Charles Manson ile başlayıp o yıllarda sıklıkla görülen bir fenomen haline gelmiş olan seri katil olgusu, gene o dönemde tüm dünyada eylemlerine rastlanılan küresel terör örgütleri ve kadın hakları üzerine olan bölümler özellikle başarılıydı. 80'ler bu iki seriye göre biraz daha zayıf kalmış ki 80'lerin ne derece renkli bir dönem olduğu düşünülünce ilginç bir durum bu; AIDS ve dönemin yuppie kültürü üstüne olan bölümler en akılda kalıcıları.

"The Nineties"in seri için bir forma dönüş ya da güzel bir kapanış olduğu söylenebilir. Zira 2000'leri anlatan bir seri yapmak için fazla erken bir tarih kanımca, dolayısıyla bunun son halka olacağını kabul ediyorum ki herhangi bir devam duyurusu da yapılmadı. Bölümler özelinde konuşursak, her serinin birer bölümü dönemin müzik akımlarına ve televizyondaki önemli olaylara değiniyor. Eğer ilgili dönemin dizi ve müziklerine özel bir ilginiz yoksa bu bölümler atlanabilir, benim de yegane izlediklerim "The Nineties"dekiler oldu. Gene her seride olduğu gibi burda da bir bölüm dönemin başkanına ayrılmış, yani Clinton yılları. Bir bölüm internet çağının başlangıcına ayrılırken bir bölüm de Sovyetlerin çöküşüyle oluşan yeni dünya düzenini işliyor. En başarılı iki episoddan birisi Rodney King hadisesi, 92 Los Angeles ayaklanmaları ve O.J.Simpson davası gibi o yılların ırkçılık merkezli olaylarına değinen "Can We Just Get Along"; diğeri ise bunun muadili olarak görülebilecek beyazların üstünlüklerini tehdit altında görmeleri ve bunu terör eylemleriyle dışa vurmalarının Ohlahama patlaması, Unabomber gibi örneklerinin yanı sıra Columbine Lisesi Katliamı, 93'te Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasını da konu eden "Terrorism Hits Home". Her iki bölüm de süresi itibariyle yer verdiği olayların tüm detaylarına inemese de genel hatlarıyla o yılların resmini başarılı bir şekilde çizmeyi başarıyor.  Tarihe, özellikle de Amerikan tarihine ilgili kişilerin kesinlikle kaçırılmaması gereken diziyi denk getirilebilirse Habertürk'te de yakalamak mümkün.


Geride bırakılan bir yıla dair değerlendirme yaparken en başarılı diziler arasında bir yerli diziye yer vereceğim aklıma gelmezdi ama bu yıl "Masum" bunu başardı. Bu durum Türk dizilerine karşı snob bir tutumdan ileri gelen bir durum değil. Türk televizyon tarihi birçok başarılı dramayla dolu; "Süper Baba", "İkinci Bahar", "Hatırla Sevgili" vs... Fakat son 10 yıllık dönem içinde RTÜK'ün reklam kısıtılamaları sonucunda kanalların daha fazla reklam kuşağına yer verebilmek için süreleri artık absürd hale gelmiş sınırlara çekmeleri en çok dizilerin kalitesinden götürdü. Yurdum insanı akşam oturup 2,5 saatlik dizileri izleyerek kanallara reyting tatmini yaşatabilir ama sektörün içindeki birçok insan da bu durumdan şikayetçi.  "Geniş Aile", "Yalan Dünya" gibi bazı komedi dizileri bu handikabı atlatarak belli bir kalite düzeyi tutturabildiler ama dramalar resmen yerlerde sürünür hale geldi. Bu durumun oluşmasında sürelerin yanısıra halihazırda süregelen bir kreatif kabızlığın da etkisi var gibi zira tüm diziler havuzlu lüks evlerde dönüp duran entrikaları konu edinen, daha fragmanından ne mal olduğu anlaşılabilecek, birbirinin kopyası pembe dizilere dönüştü. Bu tarz dizilerin dünya çapında da her zaman izleyicisi var ama gündüz kuşağında, çalışmayan ev kadınları izlesin diye yapılan şeyler çoğunlukla, bizdeki gibi prime-time dizisi değil hiçbirisi. Emmy aldık diye sevinen "Kara Sevda" ekibine verilen ödül de "en iyi pembe dizisi" ödülüydü zati ki ülkedeki televizyonculuğun mevcut durumunu gösteren en net hadise bu.

"Masum" mevzubahis bu ortamda bir serap gibi beliren ve gerekli şartlar sağlandığında ülkede kalburüstü işlere imza atabilecekler yetenekler olduğunu gösteren bir yapım oldu. Berkun Oya'nın "Bayrak" isimli bir oyunundan uyarlanan dizinin 8 bölümü de "Çoğunluk" filmiyle tanınan Seren Yüce tarafından yönetilmiş. Bu tarz Cary Fukunaga-True Detective durumları diziyi yönetmenin 8 saatlik bir filme dönüştürmesine yarıyor ve elindeki materyale hakim bir yönetmense bu tadından yenmiyor. İlk gösterildiğinde Türkiye'nin ilk online dizisi olması üzerinden ses getiren yapım yayınlandığı platformun getirdiği avantajla hikayesini istediği tempoda ve istediği uzunlukta anlatma şansına erişmiş. Eski bir komser ve onun sorunlarla dolu ailesinin etrafında gelişen bir cinayet gizemini konu edinen hikayeyi özetlemek biraz zor ama teatralliğe kaçan bazı sekanslar haricinde sürükleyiciliğinden hiç ödün vermeyen ve kimilerine aynı hissiyatı veremese de tatmin edici bir finalle noktalanmış bir dizi "Masum". Göz kamaştıran oyuncu kadrosunun içinde resmen döktüren Haluk Bilginer en öne çıkanı, Okan Yalabık da ondan geri kalmıyor. Bir tek Bartu Küçükçağlayan bir hayli sırıtmış oyunculuğuyla, Orçun rolleri için mi doğmuş eleman nedir.




"This Is Us" 2016'nın sonbaharında beklenmedik bir şekilde ortaya çıkıp herkesi kendine hayran bıraktı. 2017'yi de hayran kitlesini genişleterek geçirdi.  Peak Tv dönemi diye adlandırılan, kablolu kanalların ve internet televizyonculuğunun alıp başını gittiği şu dönemde NBC gibi bir network televizyonundan böylesi bir üst düzey bir işin çıkmasını kimse beklemiyordu. Yayımlandığı mecranın dışında popüler olan birçok diziden farklı içeriğiyle de öne çıkan bir yapım "This Is Us". 2000'lerin ikinci 10 yılını da devirmeye az kalmışken artık ahlaki olarak gri sularda gezinen, anti kahramanların cirit attığı cynic dizilere o kadar alıştık ki "This Is Us" umut ve pozitiflik aşılayan hikayesiyle herkesi hazırlıksız yakaladı. Umulur ki kaliteyi bozmadan cevam etsinler ve zirvede noktalasınlar.


David Fincher'ın anlatacağı bir başka seri katil hikayesine hayır diyecek bir sinemasever yoktur herhalde. Fakat "Mindhunter", "Se7en"dan çok "Zodiac"a yakın bir hikaye, "Zodiac"ın daha uzun süreli ve daha yavaş akan bir türevi bile denebilir. Seri katillerin kafa yapısını çözmeye çalışarak suçun doğasına dair net bir fikir edinmeye çalışan iki FBI ajanının hikayesi neredeyse tamamiyle dialoglardan kurulu, genelde aynı ya da birbirinin benzeri mekanlarda geçiyor; FBI binası, hapishaneler, oteller, karakterlerin evleri vs... Seri katil lafını duyunca gerilim dolu bir dizi bekleyenleri büyük hayal kırıklığına uğratacak dizi, tek beklentisi bu olmayan izleyiciler içinse ilginç bir seyir deneyim sunuyor. Dialog ağırlıklı tempo mevzu seri katiller olunca sizi sıkmıyor, üstelik diğer Netflix serilerine kıyasla bölüm sayısı makul. Fakat hikayenin başlangıcından bitişine bir noktadan diğerine ilerlediğini söylemek güç. Gene de canilerin beyninde gezinirken kendi karanlık yönünü de keşfetmeye başlayan ana akarakterin sonraki sezonlarda daha ilginç bir serüveni olacağını öngörmek zor değil. Başroldeki Jonathan Groff'a pek ısınamamış olsam da Holt McCallany'nin sakin performansı diziye bir ağırlık katmış. Kastın esas yıldızları ise seri katileri oynayan isimler,özellikle Edmund Kemper rolünde Cameron Britton ve Jerry Brudos'u oynayan Happy Anderson. 

Bunların dışında yeni dizilere kısaca değinecek olursak; "Handmaid's Tale" ABD'de yere göğe sığdırılamamış olsa da izlediğim 5 bölümü itibariyle bu beğeninin dizinin niteliğinden çok konjönktürel olduğu intibasını uyandırdı bende. Trump şokunu atlatamayan Amerikan liberalleri özgürlük mesajı veren feminist tonları ağır bir diziyi görünce ağızlarının suyu akmış gibi ama benim gördüğüm ilgi çekici bir çıkış noktasından hareket etse de seyirciyi götürmek istediği yere emekleyerek giden bir yapımdı. Dizinin temel alındığı kitabın yazarı Margaret Atwood'un bir diğer eserinden uyarlanan, 19 yy. Kanada'sında gerçekleşen bir cinayetin yegane zanlısı Grace'in öyküsünü anlatan 6 bölümlük mini mini bir seri "Alias Grace" ise tarihi arka planı ve olay örgüsü başarılı olsa da finali itibariyle fazla açık uçlu ve tatmin edicilikten uzaktı. Netflix'in Marvel dizilerinden "Iron Fist" eleştirmenlerin yerin dibine sokmalarını hiç bir şekilde hak etmeyen ama herhangi bir akılda kalıcılığı da olmayan bir yapımdı. Bir diğer Marvel dizisi "Defenders" ise "Avengers"ın dizi muadili olma potansiyeline sahip olduğu halde sıkıcılıktan muzdaripti ne yazık ki.

Uzun yıllardır sevip takip ettiğimiz diziler ise iyi kötü formlarını korudular. "South Park" son iki yıldır benimsediği serileşme yaklaşımını bu yıl da sürdürürken geçmiş yıllara göre biraz daha durulmuş bir görüntü verdi. Gene Heidi-Cartman ilişkisine odaklanan bölümlerle durumu kurtardı. "Game of Thrones" üzerine edilmemiş kelam kalmış mıdır bilmiyorum ama sona yaklaştıkça epiklikte tavan yapmaya başladığını söyleyebilirim naçizane. Gerçi ilk sezonlarda bir karakterin bir diyardan diğerine yolcuğu en aşağı bir sezon sürerken artık nerdeyse ışık hızıyla dolaşıyor olmaları şaşırtmıyor da değil. Hayır, madem bu kadar seri ilerlemek isteniyordu dizi niye bu zamana kadar bitmedi? Yok yavaş ve sakin gitmekse amaç, bu önümüzdeki yıl bitirme gayreti niye? Bir 10 sezonu kaldırır çünkü dizinin altyapısı. Eleştirmenlerin best of listelerine girmeden ya da ödül törenlerinde boy göstermeden fenomen olmayı başarmış "Narcos"un Escobar'sız 3.sezonu dizinin Escobar'ın varlığından  ne kadar güç aldığını gözler önüne sermiş oldu zira Cali kartelinin öyküsünü anlatan sezon önceki yılların sürükleyiciliğinden bir hayli uzaktı. "Walking Dead" ortalamanın üstünde ama çok da hatırda kalmayan bir yılı geride bıraktı ve yeni sezonun gittikçe düşen reytinglerine bakılırsa dizi ya altın yılarını geride bıraktı ya da ciddi bir silkelenmeye ihtiyacı var. Bu son yazdığım cümle kendisi hakkında defalarca söylenmiş olsa da sadık hayran kitlesi ve kendiyle dalga geçmekten çekinmeyen meta yapısıyla 12 sezonu geride bırakmış olan "Supernatural"ın bir sezonu hakkında artık iyi-kötü şeklinde bir yorum yapmak bana manasız geliyor çünkü tam anlamıyla bir kült haline gelmiş bir yapımdan bahsediyoruz. Önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da ertesi yıl bir anlamı kalmayacak büyük bir felaketi atlatarak kimisi çok sıkıcı kimisi de çok eğlenceli 23 bölümlük bir sezonu daha geride bıraktı 2017'de. "House of Cards" bir önceki yıldan hallice bir sezonu ilginç bir noktada tamamlamıştı ama Spacey'nin kariyerinin sonlanmasıyla Frank Underwood da tarihe karışmış oldu. Claire karakterine odaklanacak olan yeni sezonun duyurusu geçen günlerde yapıldı ama House of Cards=Frank Underwood olmasından mütevellit dizinin final yaptığını söylemek yanlış olmaz kanısındayım.

Perşembe, Aralık 07, 2017

2017 Retrospektif: Oyunlar

2017 çok fazla oyun oynayamadığım bir yıl oldu. Bunda vakitsizliğin yanı sıra bilgisayarımın her oyunu kaldıramaması da önemli bir faktör. Gene de sabırsızlıkla beklediğim iki devam oyununu da oynayabilme şansına eriştim: "South Park: The Fractured But Whole" ve "Outlast 2".


"South Park"ın devam oyunu aslında geçen yıl çıkacaktı hesapta. Ama erteleme erteleme üstüne bine bine bu yılın sonbaharına ancak görebildi gün yüzünü. Erken çıkıp türlü sorunla oyunculara sunulmasındansa  böylesi daha iyi tabi. Hoş, ben bir bug yüzünden (huzurevindeki combat introsu) oyunu tamamlayamayarak kalanını youtube üzerinden izlemek durumunda kaldım ama genel manada sorunsuz ve herkesin beğenisi kazanan bi oyun oldu. Ben de bir 15-20 saat oynayabildiğim kadarıyla gayet menun kaldım. "Stick of Truth", Cartman ve diğerlerinin LOTR, GOT esintili fantazi temelli oyunlarını işlerken bu sefer keratalar süper kahramancılık oynamaya karar veriyorlar. Dertleri iyi bir süper kahraman evreni oluşturarak diziydi filmdi derken parayı kırmak. Fakat kimin hikayesinin hangi aşamada anlatılacağı üzerine tartışma çıkınca çocuklar arasına bir ayrılık gayrılık giriyor, haliyle gelsin civil war. Bir tarafta Cartman önderliğiindeki Coon Friends, diğer tarafta da Freedom Pals. Siz bu noktada osuruğuyla harikalar yaratabilen yeni çocuk Butthole oluyorsunuz. Osuruğunuz o denli kudretli ki zamanı durdurup geri sarabiliyor. Oyun hikaye ilerledikçe size bu gücünüzün ihtişamını görebileceğiniz olanaklar sunuyor.

Bir önceki oyunu çıkartan Obsidian'dan devralan Ubisoft San Fransisco ilkinin gerisinde kalmayan bir oyuna imza atmış. Her ne kadar ben aralarında olmasam da ilk oyunun combat tarzını başarısız bulanlar olmuştu, ikinci oyunda bu doğrultuda bazı değişiklikler yapılmış, güzel olmuş. Oyunun başında Cartman her biri karakterinize ayrı bir backstory sunan 3 sınıf seçtiriyor. Toplamda 9 sınıf var ve oyun içinde Cartman'a uğrayarak ait olduğunuz sınıfı değiştirmeniz mümkün. Her sınıfın altında combat esnasında kullanacağınız 4'er güç var. Her biri karaktere özel hazırlanmış birbirinden değişik ve komik bu güçler dövüşleri bir hayli eğlenceli kılıyor. Sırf değişik karakterleri dövüştüreyim diye ona buna sataştığım çok oldu. Kazandığınız her dövüş size daha fazla puan kazandırıyor bunlar da size might olarak geri geliyor. Gene espri dolu bir yetenek ağacında mightınızı arttırabiliyorsunuz, kimisi güçlerinizle rakibinize vereceğiniz zararı arttırmaya yarıyor, kimisi aldığınız darbelere daha dayanıklı olmanıza. Karakterin gelişim sistemi gayet detaylı ve özenli, puanlarınız artar artmaz bu sistemde nasıl ilerleme yapabileceğinizi kurcalarken buluyorsunuz kendinizi. 


Bir de crafting sistemi var. Dövüş esnasında çok işe yarayan revive serumları,health düzeyini arttıran envai çeşit aparatı burada craft etmeniz mümkün. Kıyafet vs.de de craft yapılabiliyor ama şahsen hiç kullanmadım. Dövüşlerde işinize yarayacak şeyler dışında çok da uğranılmıyor zaten. Kıyafet demişken oyun boyunca açılan değişik giysi ve suret çeşitleriyle karakterinizin görüntüsü değiştirmeniz mümkün. Söylenenlere göre karakterinizi zenci yaparsanız oyun daha da zorlaşıyormuş:)

Oyunun harita boyutlarını ilk oyuna eşit düzeyde algıladım ben, zaten ilerledikçe Jimmy'nin fast travel sistemine dahil olmanız sayesinde bir yerden bir yere gitmek gayet kolaylaşıyor. Oyunun güzel yanlarından biri de bu buddy sistemi. Hikaye ilerledikçe Kyle, Stan, Butters, Jimmy ile buddy oluyor ve takıldığınız yerlerden onları telefonunuzla yardıma çağırabiliyorsunuz. 



Hikayeye gelirsek, bizzat Trey Parker ve Matt Stone ikilisinden gelmesi itibariyle dizinin hissiyatını olduğu gibi taşıyor, o cepte. Fakat bu sefer ki hikaye biraz daha, dağınık gibi. Özellikle finale doğru, bu kadar saçıldılar nasıl toplayacaklar diye düşünüyorsunuz.  "Stick of Truth"un hikayesi daha bir derli topluydu, belki de daha uzun bir gelişim süreci olmasından ileri gelen bir durumdu, söylemek zor. Ayrıca ilk oyun kadar cüretkar  da değil. "South Park"tan insan bir noktada kendisine yok artık  dedirtmesini bekliyor. İlk oyunun finalinde, oyunu oynamış olanların hatırlayacağı seçim anında, Mr.Slave'i ziyaret etmektense diğer kapıyı tercih ederek oyunu patlatmayı tercih etmiş adamım ben. Burda öyle zor tercihler yapmak durumunda hissetmedim hiç kendimi. Gene insanın suratını ekşiten bir iki yeri yok değil (özellikle gece kulübündeki sahne), grafik şiddetin dozajı artmış bir hayli, ama ilk oyuna nispetle daha uysal bir serüven. Artık yaşlandıkça olgunlaşıyolar mı nedir, dizinin son sezonları da daha bi efendi zaten.

Lisanslı oyunlar genelde uyarlandıkları materyalin popülaritesinden faydalanarak üç beş kuruş daha kazanmak için hazırlanan şeylerdi eskiden. Video uyun piyasasının ebatları genişledikçe artık IP sahipleri de bu platformları daha iyi değerlendirmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla artık uyarlandıkları materyalin ruhunu yansıtabilen oyunlarla daha sık karşılaşabiliyoruz, Batman Arkham serisi,her ne kadar oynanışı aynı ölçüde kaliteli olmasa da Deadpool aklıma gelen ilk gelen örnekler. South Park'ın şansı,yaratıcılarının da sıkı bir gamer olmaları ve işi en başından çok ciddiye almalarıydı. Bunun neticesi de nadiren karşılabilecek derecede 2 oyun olarak ortaya çıktı. Dizinin hayranı olan birisinin bu oyunu es geçmesi zaten mümkün değildir heralde ama olmayanların da oynanış kalitesiyle beğenisini kazanabilecek bir oyun olmuş Fractured But Whole. İnşallah seri bu oyunla noktalanmaz ve yakın gelecekte bir South Park oyunu daha oynama keyfine erişiriz.


"Outlast" piyasaya çıktığında herkesi tavlayan tarafı oyuncuyu ne derece çaresiz bıraktığıydı. Allah'ın unuttuğu bir yerde, birbirinden azılı manyakların tıkılı olduğu bir akıl hastanesinde mahsur kalmak gerçek hayatta ne kadar ürkütücü olabilecekse bu oyunda da o derece korkunçtu. Kapkaranlık bir binada tek ışık kaynağınız elinizdeki kameranın gece görüşü ve yaklaşan bir tehlike karşısında yapabileceğiniz tek şey saklanarak tehlikenin geçmesini beklemek. Bu parlak fikirden çıkışla entrika dolu bir olay örgüsüyle akıllara kazınan Outlast'in DLC'si "Whistleblower", daha kısa süreli olmasından mütevellit daha yoğun bir deneyim sunmasından olsa gerek bir şekilde orjinal oyunun ürkünçlüğünü aşmayı başarmıştı. Bu sebeplerle "Outlast 2"nin çıkışı hem dört gözle beklendi hem de ertelemeler yaşandıkça beklentiler katmerlendi. Neticede öncülünün kalitesi "Outlast 2"nin en büyük talihsizliği oldu. 

Oynanış olarak ilk oyunla ikinci oyun arasında hiç bir fark yok; elinizde kamera koşturuyorsunuz. Farklı olan şey oyunun geçtiği yer ve zaman. İlk iki oyun Mount Massive Akıl hastanesi ve Murkoff Şirketinin burda yürüttüğü tehlikeli faaliyetler çerçevesinde ilerliyordu. İkinci oyunda ise bir cinayet haberinin peşinden ücra bir yerlere giden bir haber ekibinin kameramanısınız. Helikopteriniz düşüyor ve siz de ekibin sunucusu olan eşinizi aramaya koyuluyorsunuz. Bu esnada birbirinden fanatik iki dindar grubun eşinizin karnındaki çocuk üzerinden birbirleriyle didişmelerinin de ortasında kalıyorsunuz.


Oynanış itibariyle herhangi bir yenilik olmaması nedeniyle "Outlast 2"yi seleflerinden farklı kılabilecek yanı hikayesi ve gerilimli anları. Fakat her iki noktada da bir geri adım söz konusu. İlk oyunun hikayesi de tüm koşturmacanın arasında takip etmesi kolay olmayan bir hikayeydi ama finale vardığınızda nolup bittiğine dair az biraz bir fikriniz oluyordu. "Whistleblower" zaten en net hikaye akışına sahip bölümdü. "Outlast 2" ise çok açık uçlu ve tümüyle anlamak için 50'den fazla belge ve video kaydını hatmetmeniz gereken bir yapıya sahip. Neyse ki o kadar boş vakti olmayanlar için internet diye bir şey var, oyuna dair net bilgiler edinmeniz mümkün, fakat işbu halde bile fazla dağınık bir konu ve anlatım söz konusu. Arada bir beliren parlak ışığa maruz kaldıkça -ki bu ışık da "Outlast 2"yi diğer oyunlara bağlayan noktayı oluşturmakta- akıl sağlığınız yavaşça kayboluyor ve lise yıllarınıza dair etraflı halüsünasyonlar görmeye başlıyosunuz. Bu karakterin sorunlu bir geçmişi olduğunu göstererek oyunun rahatsız ediciliğini arttırabileceği yeni bir platform yaratma amaçlı bir hamle belli ki ama sonuç itibariyle karaktere dair pek de anlamlı bir finale bağlanmamasının dışında zaten halihazırda kavraması zor hikayeden sizi daha da uzaklaştırmaktan öte bir işe de yaramıyor. Oyunun genel teması akıl sağlığının kaybı neticesinde insanın gerçeklikle bağının kopması olunca oyunda görülen şeylerin gerçekliği de tartışma konusu oluyor,  bu çervede hikayenin açık uçlu olması ve netlikten kaçınması anlaşılabilir olabilir ama gene de bunun hatları biraz daha belirgin bir çevrede işlenmesi mümkündü gibi görünüyor. 

Hikayeden tatmin edici bir tat alamayınca yaşadığınız gerilimli anlar yanınıza kar kalıyor ama bu noktada da geri kalınmış. Jump scare bu oyunda daha az gibi geldi bana, grotesk ve kanlı sahnelerin sayısı ise aynı düzeyde, ne eksik ne fazla. Peşinizdekiler gene korkutucu ama, belli bir ölüm sayısından sonra izleklerini keşfedip yolunuza devam etmeniz de mümkün. 

Tüm bu anlatılanlardan sonra Outlast 2'nin kötü bir oyun olduğu sonucuna ulaşılmasın. Tekil ele alındığında sürükleyici ve gayet korkutucu bir yapıt. Fakat bir devam oyunu olarak kıyasa tabi olması kaçınılmaz ve eksikleri de bu noktada göze batmaya başlıyor.


Görünüşe bakılırsa bu yıl sequeldan başka birşey oynamamışım. Gerçi sırada bahsini edeceğim "Resident Evil: Biohazard", bitecek gibi görünmeyen serilerden olan RE'nin 7.oyunu ve ben daha önce hiçbir RE oyunu oynamamışım biri olarak hikayeye dalış yaptım. Şansıma ki parçası olduğu mirastan bağımsız kendi yolunu çizebilen ve RE evrenine yabancı olanların da keyif alabileceği bir oyunla karşılaştım. 

Seriye yabancı biri olarak önceki oyunlarla karşılaştırma yapmam mümkün değil doğal olarak, fakat netten anlaşıldığına göre serinin hayranları için de tatlı bir sürpriz olmuş "Biohazard". Bir kaç yıl önce ortalıktan kaybolan eşinden aldığı bir video mesajı sonunda yollara düşüp kendini Baker çiftliğinde bulan Ethan ana karakterimiz. Mekana varmamızla çiftliğin kaçık sakinleriyle tanışmamız arasından çok zaman geçmiyor ve kan revan dolu bir yolculuk başlıyor. "Outlast"den farklı olarak burda elimize, cephaneleri bir hayli kıt olsa da, çeşitli silahlar geçiyor ve ilerleyebilmek için bu durumu da sonuna kadar kullanıyoruz. Fakat savaştığımız düşmanlar elinizde kendinizi savunabilecek birşeyler olduğunda dahi sizi zorlayacak manyaklıkta ve ürkütücülükte olunca oyun korkutuculuğundan bir şey kaybetmiyor. Bir shooter oyunu değil, her şeyiyle bir korku oyunu "Biohazard". "Outlast"in de en güçlü noktalarından olan korku atmosferi, bunun getirdiği tedirgin edici hissiyat bu oyunda mevcut. Aralarındaki en önemli fark, birisi öcülerini insanlardan seçip daha realist bir görüntü çizerken diğerinin doğaüstü öğeleri insani faktörlere başarıyla yedirmesi. Başlarda "Texas Chainsaw Massacre" tarzı hasta bir aileyle mücadele edeceğiniz intibası verse de ilerledikçe çeşit çeşit gudubetle sizi muhatap edip korkutmayı başarıyor "Biohazard". Manyak ailemizin RE evrenine nasıl eklemlendiklerini öğrendiğimizde de ilginç bir dramatik boyut da eklenmiş oluyor hikayeye.

Oyun genellikle çiftlik içinde geçse de tüneller bodrum katları vesaire vasıtasıyla geniş ve detalı bir mekan tasarımı söz konusu. Arada elinize geçen video kasetleri izledikçe de o kasetteki yaşanan hadiseleri yeri geldiğinde farklı karakterlerle oynuyorsunuz. Macera boyunca çözmeniz gereken birçok bulmaca konulmuş. Çoğu iyi tasarlanmış bu bulmacalar kimilerine oyunun akışını bozabilecek mahiyette gelebilirse de tüm gerilimin arasında biraz nefes alma imkanı tanıyorlar.  Grafik düzeyi Outlast'den daha başarılı olmasına rağmen orta güçte bilgisayarımı Outlast kadar yormadı, PC'ye portda iyi iş çıkarılmış.


Senenin en tatlı en sürprizi ve en keyifli deneyimini yaşatan oyunu "Hob" oldu.  Oyun çıktıktan bi süre sonra sonra kapatılan Runic Games'in önceki oyunu olan "Torchlight"ı oynamamış, oyunu değerlendiren çoğu kişinin atıf yaptığı "Zelda"ya da tümüyle yabancı biri olarak "Hob" beklenmedik biçimde senenin oyunu olmayı başardı benim için. Görsel olarak çok zengin biçimde betimlenmiş bir dünyada küçük ve sessiz bir yaratığı kontrol ederek ilerlediğimiz oyunda hikayenin üzeri bir hayli örtük. Yitip gitmiş steampunk bir medeniyetin kalıntılarından ibaret duran tek kelimenişn edilmediği bu dünyaya ne olmuş, karakterimiz kim, yol boyunca mücadele ettiğimiz yaratıklar kim neredeyse hiçbir fikir edinmeksizin ilerliyor, ilerledikçe edindiğimiz bilgi kırıntılarıyla hikayenin geçtiği dünyaya dair kafamızda bir anlam oluşturmaya çabalıyoruz. Runic Games geliştiricileri bu noktadaki gönülsüzlüklerini oyuncuyu yönlendirme konusunda da sürdürmüşler, neredeyse hiç elinizden tutmuyor "Hob", kendi yolunuzu kendiniz buluyorsunuz. Diğer taraftan buraya kadar belirttiğimiz şeyler normalde bir oyunun eksi hanesine yazılabilecek şeylerken "Hob"un verdiği keşif duygusunu azamiye çıkartmaya yarıyorlar. Geniş haritada yön aramaya çalışmak, karşınıza çıkan bulmacaları çözmek ve çözdükçe oyunun dünyasının değişik katmanlarına erişmek çok keyif veriyor. Yer yer karşınıza çıkan yaratıklarla dövşmek zorunda kalsanız da çoğu zaman buna gerek kalmadan ilerleyebiliyorsunuz. Ama dövüşmek isterseniz de oyunun combat sistemi gayet başarılı. "Hob"a dair yegane can sıkabilecek nokta, eğer benim gibi klavyeyle oynamaya niyetlenirseniz birçok kez karakterin lüzumsuz yerlerden düşmesiyle uğraşacağınız gerçeği. Oyunun kıvrımlı dünyasında w-a-s-d ile ilerlemek çok zor ve gamepadle oynamak için tasarlanmış olduğu aşikar. Gene de oyun bıraktıracak kadar usandıran bir husus değil. Böylesi harika bir oyuna imza atan Runic Games'in dağıtımcı Perfect World tarafından sonlandırılmış olması "Hob" a ağızlarda acı bir tat bırakan tek nokta muhtemelen.

Salı, Aralık 05, 2017

2017 Retrospektif: Çizgi Roman

Son yıllarda Marvel'ın en başarılı serileri, kadın kahramanları konu alanlar oldu. Bu yıl 2. volümleri sonlanan Robbie Thompson'ın "Silk" ve Dennis Hopeless'ın "Spider-Woman" serileri, geçen yılın en çok ses getiren işlerinden olan Chelsea Cain imzalı "Mockingbird" hem üst düzey dialog yazımları hem de sıkmayan olay örgüleriyle benzerlerinden öne çıkan yapıtlar oldular hep. Kelly Thompson'ın "Hawkeye" serisi de bu çizginin bir devamı. Orjinal Hawkeye Clint Barton'ın yetiştirdiği Kate Bishop'ın yeni bir şehre yerleşmesi, bir deteklif bürosu açarak yeni bir hayat kurmaya çalışması üzerinden ilerleyen hikaye 2016 Aralık ayından bu yana kalitesini düşürmeden 13 üncü sayısına ulaşarak Kelly Thompson'ı takip ettiğimiz yazarlar arasına sokmayı başardı. İnşallah yukarda andığımız seriler gibi Marvel'ın editoryal politikalarına kurban giderek erkenden sona ermez.


Yılın iz bırakan bir başka kitabı Terry Moore'un yazıp çizdiği "Motor Girl"dü. En yakın dostu konuşan bir goril olan araba tamircisi Samantha'nın çalıştığı hurdalığın uzaylılarca ziyaret edilmesi ve hükümet yetkililerinin bu durumun farkına varmasıyla gelişen olayları ele alan 10 bölümlük kitap, başlarda geyik bir hikaye görüntüsü verse de sonrasında Sam'in asker geçmişine dayalı travmalarını konu ederek gayet dokunaklı bir seri haline geldi ve takip eden herkesi şaşırtıp kendine hayran bıraktı. Hikayenin UFO tarafı anlatıma biraz zarar vermiyor değildi ama Sam merkezli dramaya eklemlenmesi gayet başarılıydı. Terry Moore'un beklenmedik derecede duyarlı tarzı ve başlarda yadırgasam da sonradan kendini sevdiren renksiz,siyah beyaz çizimleri yılın belki de en başarılı çizgi romanının ortaya çıkmasını sağladı.

Image Comics'in bu yılki bombası benim nezdimde "Plastic"ti. Doug Warner'ın yazıp Daniel Hillyard'ın çizdiği mini seri emekli bir seri katil olan Edwyn Stoffgruppen ve biricik aşkı, yanından hiç ayırmadığı şişme bebeği Virginia'yı konu alıyor. Kendini bilmez bir grup suçlu Virginia'yı kaçırma gafletine düşerek Edwyn'in kaygan ruh halini olumsuz yönde tetikleyince bunun bedelini ağır ödüyorlar. Başta kahramanımız Edwyn olmaz üzere çok sayıda uç ama bir o kadar da özgün karakterin arz-ı endam ettiği hikaye Hillyard'ın başarılı çizimlerinin de desteğiyle kısa ama seri katil janrına meftun olanların kaçırmaması gereken türden bir kitap oldu

 Marvel'ın "Defenders"ı da bu yılın güzel sürprizlerindendi. Batman'in Marvel evrenindeki karşılığı olarak görülebilecek Daredevil'ın en başarılı hikayeleri New York'un suç çeteleriyle mücadelesini anlatan seriler oldu hep. Brian Michael Bendis'le başlayıp Ed Brubaker'le devam eden volümde buna örnek birçok hikayeye rastlanabilir. Uzunca bir süredir süper kahramanlarla takılıyor olsa da Bendis'in suç hikayelerinde ne kadar yenekli olduğunu "Torso"yu okumuş herkes bilir. "Defenders" vesilesiyle tekrar sokaklara dönen yazar, Daredevil, Luke Cage, Iron Fist ve Jessica Jones'dan oluşan ekibin karşısına Diamondback karakterini geçiriyor. Diamondback'in derdi New York'un yeraltı dünyasını hakimiyeti altına almak, Defenders'a da özel husumeti var. Yavaş yavaş açılan hikaye Punisher, Elektra, Black Cat, Kingpin ve Deadpool'un ara ara hikayeye dahil olmalarıyla gitgide daha keyifli hale gelmeye başladı (Bendis'in bu güne kadar Deadpool'a hiç el atmamış olması resmen ayıp). Fakat vahvahlar olsun ki geçtiğimiz günlerde DC'ye transfer olan Bendis'in ayrılmasıyla serinin akıbetinin ne olacağı şu an belirsiz. Bendis başladığı hikayeyi tamamlayıp mı ayrılacak, ondan sonra biri seriyi devralacak mı yoksa sonlanacak mı bilmiyoruz. Bendis'in yokluğu kendini aratacak olsa da serinin bir diğer cazibe faktörü olan çizer David Marquez devam ettikten sonra yeni bir yazarla devama kimsenin hayır diyeceğini sanmıyorum. İptal etmesinler de.

Başlangıcı 2017'den öncesine dayanan kimi favori kitaplar da aynı güçte yollarına devam ettiler bu yıl. Bunların başını da "Postal" çekti. Hakkı yeterince teslim edilmeyen yeteneklerden Matt Hawkins'in Bryan Hill'le birlikte yazdığı seri kaçak suçlular için bir nevi gayrıresmi tanık koruma kasabası olarak tasarlanmış Eden kasabasının valisi ve onun oğlu, kasabanın asperger sendromundan muzdarip dahi postacısı Mark'ın çevresinde gelişen olayları anlatan seriyi Hawkins'in diğer kitaplarına odaklanması nedeniyle bu yıl tümüyle Hill devraldı ve çizer Isaac Goodheart ile birlikte gayet sağlam bir iş çıkarmaya devam ediyor. Yakın zamanda TV uyarlamasının yapılacağı da açıklanan "Postal" fazla göze batmayan bir seri ama stoik karakterleri, gizem dolu öyküsüyle piyasadaki en başarılı noir kitaplardan, türün meraklısı olanlar için kaçırılmaması gereken bir hazine.

Noir denince artık bir marka haline gelmiş bir başka isim olan Ed Brubaker-Sean Philips ikilisinin yeni kitabı "Kill or Be Killed" de hızını kaybetmeden ilerlemekte. Gördüğü bir şeytan halüsünasyonu kendisine kötü insanları öldürmesini emir buyurunca şehir çapında bir suçla mücadele dalgası başlatan Dylan'ın öyküsü görece klişe bir çıkış noktasından hareket etse de hikaye ilerledikçe beklenmedik yerlere gittiğine şahit oluyoruz. Brubaker'ın bir önceki kitabı "Fade Out" da hızlı başlayıp sonlara doğru biraz formdan düşmüştü, "Kill or Be Killed"ın akıbeti inşallah bundan farklı olur diye umuyoruz.



Formunu koruyamama deyince yılın ilk çeyreğinde sonlanan Joshua Williamson-Mike Henderson ikilisinin eseri "Nailbiter"a ayrı bir parantez açmak lazım. En vahşisinden 16 seri katilin memleketi olan Buckaroo kasabasını araştırmaya gelen bir FBI ajanı ortadan kaybolunca yakın arkadaşlarından birinin onu bulmak için kasabaya gelmesini ve kasabanın en kötü şöhretli katillerinden "Tırnak Yiyen" Edward Warren'ı yardımına başvurmak durumunda kalmasını anlatan kitap, "seri katiller nasıl ortaya çıkar?" sorusundan hareketle "Se7en"dan tutun "Kuzuların Sessizliği"ne birçok klasikten esinlenen sürükleyici bir öyküye sahipti ve sonuna kadar okuyucuyu avcuna almayı başardı. Fakat bitime doğru artık hikayenin sürüklendiği hissedilir hale geldi ve finali itibariyle tatmin edicilikten uzaktı. Gene de okuyan herkesin zihninde çoğunlukla olumlu bir intibayla hatırlanacağı kesin.

Üstat Garth Ennis'in  "Red Team:Double Tap, Centre Mass"i de bu yıl içinde nihayete eren serilerden oldu. Birkaç yıl önce çıkan "Red Team"in devamı niteliğindeki hikaye, ilk kitaptan geriye kalan iki karakter olan Eddie ve Trudy'nin, ilk kitapta olduğu gibi suçluları yakalamak için gerekirse kanunu da çiğnemek durumunda oldukları bir çete savaşının öyküsüydü. Sert suç öyküleri Ennis'in en güçlü yanı olsa da bu kitabın vurucu tarafı iki karakter arasındaki duygusal yakınlaşmanın olgunlukla işlenmesi oldu ve üstatın bibliografisinde üst sıralarda yer alabilecek bir yapıt statüsüne erişti benim gözümde. Gönül isterdi ki aynı şeyi yeni kitabı "Jimmy's Bastards" için de söyleyebilseydik...


Bu yıl sonlanan şeylerden biri de Marvel'ın X-Men kitaplarına yaklaşımıydı. Yılın ilk çeyreğinde çıkan "Inhumans vs. X-Men" ile birlikte kimi insanları inhumanlara dönüştürürken mutantların hayatına mal olan Terrigen gazı çevresinde dönen drama da sonlanmış oldu. Komple teorilerine inanacak olursak Marvel'ın orta vadede planı telif hakları Fox'un elinde olan X-Men'i Inhumans ile ikame etmekti, ki bir kaç yıl önceki "Avengers vs. X-Men" hikayesinden beri Mutanlar hem birbirleriyle (Profesör X'in ölümüne sebep olan Scott Summers'ın yanında olanlar ve karşısında olanlar), hem de insanlarla mücadele halindeydiler. Geçen yıl yayımlanan ve Scott Summers'ın nasıl öldüğünü anlatan "Death of X" daha isminden bu sürecin artık sonuna gelindiğini ilan ediyordu. Çoğu X-Men hayranı, mutantların akıbetinin son hikayeleri 2014'te yayımlanan Fantastic 4'a benzemesinden korkuyordu, belki de bu yüzden Inhumansla olan kapışmaya yönelik daha baştan bir önyargı hakimdi. Hikayenin direksiyonuna Charles Soule gibi akılda kalıcı olmayan işlerin yazarı biri oturtulması da eklenince sona erdiğinde "neyse ki bitti de kurtulduk" hissiyatı veren bir öykü ortaya çıkmış oldu. Fakat fanların beklentilerinin aksine Marvel X-men'i sonlandırmaksa seriye yeni bir yön vererek birden fazla kitapla mutantların hikayesini anlatmaya devam etme kararı verdi. Kendi deyimleriyle yeni kitaplar mutantların hayatta kalmak için çabalamalarını değil kötülere karşı mücadele ettikleri kahramanlık öykülerini anlatacaktı. Marc Guggenheim'ın "X-Men:Gold"u ve Cullen Bunn'ın "X-Men:Blue"su bu yeni dönemin iki bayraktarı. Peki netice? Çok da parlak değil. "Gold", "Blue"ya nazaran daha başarılı olmakla birlikte ikisi de şu ana kadar çok heyecan verebilmiş değiller. "Avengers vs."den sonra X-Men'i devralan Bendis'in yazdığı "Uncanny X-Men" ve "All New X-Men" yazarın güçlü kalemi sayesinde akılda kalan ve keyifle okunan seriler oldular ama Bendis'ten sonra X-Men kitaplarının yazım kalitesinde görülen düşüşe bir son verilememiş gibi görünüyor. Artık editoryel olarak fazla mı müdahele söz konusu yoksa Dennis Hopeless (All New X-Men V.2), Jeff Lemire (Extraordinary X-Men),Guggenheim ve Bunn gibi yazarlar bu iş için ideal isimler mi değillerdi bilemiyorum ama çıkan bu iki yeni kitap da bu makus talihi değiştirebilmiş değil an itibariyle.