Çarşamba, Ocak 24, 2018

Basın vs. Devlet: The Post


Düzen mi önemlidir yoksa özgürlük mü sorunsalının bizim topraklarda çok da üzerine kafa yorulan bir soru olduğunu söylemek zor. Bol darbe çeşnili Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakmak bile genel olarak memleket ahalisinin belli bir rutini olan ve görece güvenli bir ortam vaadeden bir sistem için gerekirse kimi özgürlüklerden feragat etmeye gayet teşne olduklarını görmek için yeterli. İnsanların kişisel hak ve özgürlüklerinden feragat etmelerinin kolay olduğu bir ülkede basın özgürlüğü gibi daha genel bir kavramı tartışmak daha da güçleşiyor haliyle. Yakın tarihli çalkantılardan hatırlanacağı üzere devlet sırlarının basın tarafından ifşası çokça gürültü koparan ve kamuoyu nezdinde çok da itibar gördüğü söylenemeyecek bir olgu Türkiye için. İşte bu nedenle Spielberg imzalı "The Post"u böyle bir arka plan çerçevesinde izlemek ilginç bir seyir deneyimi haline geliyor.


1970'li yılların başında Amerikan hükümetinin Vietnam savaşına ilişkin görüş ve değerlendirmelerini içeren "Pentagon belgeleri"nin basın tarafından ifşa sürecini anlatıyor "The Post". ABD'nin kendini batırıp bir türlü çıkamadığı bir bataklık haline gelmiş olan bu savaşa ilişkin hükümetin pişmanlıkları ve perde arkasında dönen hesaplar, hükümet temsilcilerinin kamuoyu önünde savaşa ilişkin sergiledikleri tavırlarla örtüşmüyor tabii ki. Zaten yıllardır bitmek bilmeyen bu savaşa dair bir bezginliğin hakim olduğu Amerikan halkının bu yayınlara tepkisi de büyük oluyor. Çok da sürpriz olmayacak şekilde fazla vakit geçmeden New York Times'a yayın yasağı getiriliyor. Hikayenin buraya kadar olan kısmı gayet tanıdık; sansür sonrasında ortaya çıkan gelişmeler ülkemiz örneğiyle karşılaştırınca hikayenin farklılık gösterdiği yer. (SPOILER!!!) Aynı belgeleri ele geçirmeyi başaran Washington Post gazetesi yasağa rağmen yayın yapmaya karar veriyor ve onların bu cüretkar tavırları diğer gazeteleri de cesaretlendiriyor, tüm basın yayın organları da belgelerin ifşasına başlıyorlar. İşbu ortamda Times ve Post'un gizli devlet sırlarını ifşa ederek Amerikan halkının güvenliğini tehlikeye atmaları suçuyla yargılandıkları davada mahkemenin gazetelerden yana karar alması da sürece bir nokta koymuş oluyor. Pentagon belgeleri, Watergate skandalının patlak vermesiyle devam edip başkan Nixon'ın istifa etmek zorunda kalmasıyla nihayete eren bir sürecin fitilini ateşlemiş oluyor.

Filmin hikayesi ve gerilimi (Gazete belgeleri yayınlayacak mı yayınlamayacak mı?) görece basit kaçsa da izlerken düşündürdüğü sorular ve günümüz gelişmelerine paralelliğiyle ilginç bir seyir deneyimi vaadediyor. ABD iktidar odakları, kendilerinden önce başlamış bir savaştan çekilmeyi bir nevi utanç vesilesi olacağı ve halk üzerindeki muktedirliklerine halel getireceği gerekçesiyle reddederek gerekirse daha çok askerin ölümüne malolması pahasına savaşı sürdürüp eninde sonunda bu savaşın kazanılacağı ve bu mücadelenin haklı bir mücadele olduğu yönünde halkı temin etmekle meşguller. Pentagon belgelerinin yayımı bu sureti yıkıyor bütünüyle ve bu durum muktedirlerin hoşuna gitmiyor elbette. 

Basının yönetenlere değil yönetilenlere hizmetle mükellef olduğu, varlık sebebinin bu olduğu yönünde idealist bir bakış açısı var filmin. İnsanın aklına ister istemez şöyle bir soru geliyor o zaman: Tom Hanks'in oynadığı, öldürülen başkan Kennedy'nin yakın arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz gazete müdürü karakter, şayet söz konusu dönemde cumhuriyetçi Nixon değil de demokrat Kennedy olsaydı, bu belgeleri yayımlamakta bu kadar ısrarcı ve cüretkar olur muydu? Tarafgirlik ve aidiyet duyguları devreye girer miydi yoksa tümüyle profesyonel bir tavır takınılır mıydı? 
 

Hoş, özellikle Meryl Streep'in canlandırdığı Post gazetesinin sahibesiyle dönemin savunma müsteşarı arasındaki arkadaşlık ilişkisi üzerinden bu soruları film de kendi içinde dillendiriyor bir nevi. Son kertede tarafsız basın olgusunun ütopik değil reel bir kavram olduğundan yana tavır koyuluyor olsa da ortak tavır alma becerisi, hakları güvence altına alan anayasal bir çerçeve ve bağımsız bir yargı üçlüsü olmadan bu olgunun hayata geçmesinin mümkün olmadığı da ima ediliyor alttan alta.


İçerik itibariyle tam kendine uygun materyali bulmuş olan Spielberg, tıpkı Ridley Scott gibi çok seri çalışmasının yanı sıra bu filmin şu dönemde anlatılması gerektiğini düşündüğünden geçen yılın Mart'ın da duyurulan "Post"u Aralık ayında gösterime sokmayı başardı. Trump'ın basınla olan gergin ilişkilerinin filmde izlerini görmek elbette mümkün. Bunun yanısıra bir başka konjönktürel tema olarak ABD'de gittikçe yükselen feminizm olgusu da Meryl Streep'in yerini bilmeyip gazete yönetmeye kalkan ve etrafındaki erkeklerce yetersizliği sık sık vurgulanan, buna rağmen kriz anında dik durmayı başarmış olarak portrelenen karakteri üzerinden filmde bir hayli yer alıyor, fakat bunun biraz kör göze parmak düzeyinde yapıldığını da belirtmek lazım.


Yönetmenin gösterişli tarzından pek bir emare yok burada. Janusz Kaminski'nin görüntü yönetimi her zaman olduğu gibi öne çıkıyor ve dönemin görsel dokusu başarıyla yansıtılıyor fakat daha ziyade hikayenin kendiliğinden akmasına izin vermiş gibi yönetmen, insanı hayran bırakan mizansenlere başvurup şeklin içeriğin önüne geçmesini istememiş sanki. Birçoklarınca bir efsane kabul edilse de bana hiç hitap etmeyen müziklerin insanı John Williams'ın burdaki çalışması da her ne kadar filmi götürse de filmden harici bir gücü olmayan bestelerden müteşekkil. Hanks ve Streep gibi iki oyuncuyu karşılıklı izlemek ne kadar keyifli olsa da ikisinin de biraz fazla kasıntı performanslar sergilediği de aşikar. Son tahlilde yönetmenin en iyi filmlerinden değil, hikayesi ve karakterizasyonları fazla basite kaçmış ve biraz fazla döneminin ürünü bir yapım olsa da yönetmenin hüneriyle sürükleyici ve ele aldığı temalar ititbariyle izleyicisini düşünmeye sevk eden, önemli olduğunu düşündüğüm bir film "The Post".
 

Pazar, Ocak 21, 2018

Stranger Things 2

 
Bir süredir bunu yakalamayı planlıyordum ama bir türlü imkan olmamıştı, nihayet izleme şansına eriştim. İyi ki de yapmışım zira ilk sezonuyla zaten bayağı bir sükse yapmış olan Stranger Things bu sefer popüler kültür nezdinde bir fenomene dönüşmüşe benziyor. Neticede böyle bir hususta kimseden geri kalmak istemeyiz.
 
 
 
"Stranger Things"in geldiği bu noktayı anlayabilmek için başlangıcını bilmek şart. Duffer'ların Night Shymalan'ın filmlerinden esinlenerek yazıp yönettikleri ilk filmleri "Hidden" pek gün yüzü fırsatı bulamamış zamanında ama senaryolarını beğenmiş bir yapımcı sayesinde kendilerini Shymalan'ın yapımcılığını yaptığı "Wayward Pines"ın yazar kadrosunda bulmuşlar. Bu serideki tecrübeleri onları kendi yazdıklarını dizi formatında hayata geçirme yolunda cesaret vermiş ve o zamanki adıyla "Montauk" olan bir pilot senaryosuyla kendilerine bir yuva aramaya başlamışlar ama görüştükleri 15 kanalın hepsinden de red yemişler. Ne zamanki Shawn Levy dizinin haklarını almış ve Netflix ile görüşmeler başlamış, o zaman dizinin potansiyeli keşfedilmiş denebilir. Zamanında materyale burun kıvıran kanalların şimdi ne düşündükleri bir yana Netflix bünyesinde hayata geçirilen bir proje olması "Stranger Things"in lüzumundan daha fazla uzayarak sarkmasını önlemiş olması yolunda da isabetli olmuş zira 8 bölümlük yapı gayet ideal bu şov için.

 
Biraderlerin en başından beri temel esin kaynaklarının 80'lerde üretilmiş doğaüstü ile dramayı birleştiren Spielberg filmleri ve Stephen King hikayeleri olduğu herkesin malumu. İlk sezona dair bir başka ilginç not ise Denis Villeneuve'ün 2013 tarihli filmi "Prisoners"ın, kaybolan çocuğunun peşine düşen ebeveyn motivini bütün bir sezona yayma noktasında biraderlerin esinlendiği bir başka film olması. İlk sezonun sonunda o hikaye nihayete ermişti malum ve esasında yazarların ikinci sezona ilişkin kafalarındaki temel fikir "It"de olduğu gibi karakterlerin yetişkin versiyonlarının yer aldığı 90'larda geçen bir hikaye anlatmakmış en başında. Fakat ilk sezonla birlikte dizinin başarısının en temel öğelerinden birinin merkezde çocuk karakterlerin olması ve bu rollerdeki aktörlerin başarısı olduğu aşikar olunca bu fikirden vazgeçilmiş.
 

Bu sebeple "Stranger Things 2" öncülünün tam bir yıl sonrasında, 1984 yılında geçiyor. Will upside down cehennemini geride bırakmış ama orada yaşadığı olayların izlerini hala taşımakta. Üstelik diğer boyuttan yaratıklarla psişik bağlantısını kesebilmiş değil, kendisine erişim halindeler, bu durum bir çok rahatsız edici öngörü/sanrıyı da beraberinde getiriyor. Bu noktada ona yardım elini uzatanlar da Will'in bu müsibete bulaşmasına esas vesile olan Hawkins Laboratuvarı ve psikiyatr Sam Owens (Paul Reiser) oluyor. Will'e gösterilen bu hassasiyetin iyi niyetten olmadığını anlamamız çok vakit almıyor tabii ki. Grubun diğer elemanları Will'e her daim göz kulak olmaya devam ediyorlar ama bir yandan kendi problemleriyle de meşguller. Lucas ve Dustin okula yeni gelen Max'in (Sadie Sink) dikkatini çekmek için çabalarken Mike da önceki sezon ortadan kaybolmuş Eleven'ın geri döneceği umuduyla yolunu gözlemekte.


Duffer biraderlerin yönettiği ilk iki bölüm bir önceki sezondan arta kalan hikaye bağlarıyla serim yapma üzerine kurulu. Tanışıp kaynaştığımız her bir karakterin ne hal ve vaziyette olduğunu öğrenirken aynı zamanda diziye iştirak eden yeni karakterle de tanışma fırsatı yakalıyoruz; Dr.Owens, Max, Max'in üvey abisi Billy (Dacre Montgomery) ve Joyce'un yeni erkek arkadaşı Bob (Sean Astin). Shawn Lewy tarafından yönetilen 3 ve 4 üncü bölümlerle birlikte karakterlerin gruplanarak farklı düğümlere odaklanmaya başlamalarını izliyoruz ki dizinin seyir zevkinin giderek arttığı noktalar bunlar. Nancy Jonathan ile bir olup Barb'ın akibetini herkesin bilmesini sağlamak için harekete geçiyor. Hopper kabak tarlalarındaki garip hadiselerin peşine düşerken Dustin'in çöpünde bulduğu garip yaratığın da menşeini öğreniyoruz. Sezonun kanaatimce en iyi bölümü olan "The Pollywog"un en vurucu sahnesinde Will Bob'un tavsiyesini dinleme gafletinde bulunup kabuslarıyla yüzleşmeye çalışıyor ama sonunda bedeninin işgal edildiği ile kalıyor. Öte yandan Eleven de geçmişine dair izler bulup annesinin peşine düşüyor.


Andrew Stanton tarafından yönetilen 5 ve 6 ıncı bölümlerle birlikte işler iyice kızışmaya başlarken sezonun en pozitif yönlerinden biri devreye giriyor; Steve. Joe Keery'nin canlandırdığı ve esasında kötü ve yüzeysel bit karakter olarak başlamış Steve'in Keery'nin sempatik petformansının yazarları etkilemesi sayesinde çocuk karakterlere abilik yapan dizinin en cool karakterlerinden birine dönüşmesini izlemek gerçekten çok keyifli. Dustin ile ouşturdukları ikili uyum ve sonrasında ekibin diğer üyelerinin de onlara katılarak yaratıklarla mücadelelerini izlemek sezonun en başarılı hikaye adımı kanaatimce.


Stanton'ın yönettiği bölümler aynı zamanda farklı düğümlerin Hawkins laboratuvarında toplanarak tüm grupların bir araya gelip gerilimin tavan yaptığı bölümler aynı zamanda. Tam da bu yüzden Rebecca Thomas'ın yönettiği 7 inci bölüm "Lost Sister" garip bir episod. Eleven'ın kendisi gibi laboratuvarda denek olarak kullanılmış Kali ile takıldığı ve yasadışı aykırı hareketlere girdiği bölüme kötü demek zor olsa da Eleven'ın bu maceralarına tüm bir episodu ayırıp sezonun en gaz noktasında reklam arası gibi sokmak yerine diğer bölümlerin içerisine yedirilse daha iyi olurmuş, orası kesin. Tüm tempoyu öldürüyor çünkü.

Duffer'ların sazı ellerine aldıkları son iki bölüm kötü ve oturmayan espri denemelerini bir yana bırakırsak genel olarak 2 sezonun tüm hikaye bağlarını manalı bir şekilde çözüme bağlayıp güzel bir şekilde noktalıyor. Dizinin görkem ve sinemasallık bağlamında kendini aştığını söylemek mümkün. Yeni ve eski karakterlerde kasting iyibariyle turnayı gözünden vurduklarını da. Özellikle Astin, Sink Montgomery ve Reiser damgalarını vuruyorlar sezona. Millie Bobby Brown her zaman olduğu gibi dizinin ruhu ve kalbi, geleceğinin çok parlak olduğunu görmek zor değil. Gaten Matarezzo dörtlünün gene en başarılısı ve bu sezon Keery ile olan dinamikleri ekstra başarılı. Geçen sezon bende çok da olumlu intüba bırakamamış Natalia Dyer ve Charlie Heaton'ın bu dönem bu imajı bir hayli düzelttiklerini söylemem lazım. Aynı şeyi Noah Schnapp ve Winona Ryder için belirtmek mümkün değil maalesef, diğer oyuncuların performansları yanında oyunculukları çok eğreti duruyor.
 

"Stranger Things" ilk sezonuyla fenomen hale gelmiş olsa da beğenileri abartılı bulanlar da olmuştu benim gibi. 80'ler nostaljisi, dönemin klasiklerine göndermelerle dolu hikayesi ilgi çekici olsa da  dizideki gizemler ifşa olduğunda çok da tatmin edici gelmemişti. O yüzden yeni sezona biraz daha temkinli yaklaştım ama beni feci şekilde ters köşe eden bir sezon oldu. Daha ilk bölümden izleyiciyi avucuna alan, akışı ciddi biçimde bozan 7.bölüme kadar da yağ gibi akan dizinin hem aksiyon hem de komedi itibariyle geçen yılın üstüne birkaç kat eklediği aşikar. Steve ve Dustin'in daha ön planda olacağını umduğumuz yeni sezonu dört gözle beklesek de çocukların artık ergen sularda yüzmeleri dizinin cazibesinden alır götürür mü onu da merak etmiyor değilim.