Çarşamba, Şubat 28, 2018

Subnautica Soundtrack - Simon Chylinski


"Subnautica" geçen ay çıkmış deniz altında geçen bir hayatta kalma oyunu, imiş. Çok dikkatimi çekmemişti ama sonra bakınca fena bir oyuna da benzemediğini farkettim, eleştirileri de iyi sayılır, vakit bulunursa dalınabilir. Oyunun müziklerini yapan şahıs aynı zamanda ses tasarımına da imza atan Simon Chylinski. Oyun gibi müziklerin de cepheden bakınca çok dikkat çeken bir tarafı yok, neredeyse tamamı textural dediğimiz, doldurmalık atmosfer müzikleri. Lüzumsuz derecede de uzun, 1 saat 39 dakika. Fakat bu sürenin belki de bir 10 dakikasına tekabül eden birkaç tekno parça var ki gerçekten başarılı. Geri kalanlar atlanarak sadece bunlar dinlense başarılı bir elektronik müzik örneğiyle karşılaştığınızı varsaymanız olası ama dediğim gibi bütünün içinde küçük bir yer işgal eden kısa parçalar maalesef. Gene de ilgilisi olan listeden "Abandon Ship", "Infected", "Red Alert", "Rock It!", "Seamoth" ve  "Lift Off"a bir göz atabilir.

Pazartesi, Şubat 26, 2018

Bir Auteur Müsveddesi olarak Brian Taylor ve Happy!


Happy"nin açılış sahnesinde beynini dağıtan baş karakter kafasının üstünden tazyikli bir şekilde kan fışkırtır halde etrafında yarı çıplak kızlarla bir dans pistinde döktürüyor. Elbette bu bir rüya sahnesi, ama dizinin genel tonu ve izleyiciyi neler beklediğine dair net bir fikir vermesi itibariyle çok yerinde bir girizgah.

Dizinin fikir babalarından Brian Taylor, ortağı Mark Neveldine ile birlikte çektikleri "Crank"le piyasaya bomba gibi girdiğinde yıl 2006 idi. Bu edepsiz, deli, kafası güzel filmin ardından stüdyoların kapıları kendilerine ardına kadar açılmıştı ama irtifalarını biraz hızlı kaybettiler. "Crank: High Voltage" ilk filmin çatlaklık çıtasını tavan yaptırdı; cinsellik, şiddet ve absürdlükte porno seviyesine yaklaştı. İzledikten sonra yönetmenlerin cüretkarlığına şapka çıkartsak da -ki bir daha böyle bir stüdyo filmi görmek çok zor- sevmesi neredeyse imkansız bir filmdi, hatta hayatımda gördüğüm en kötü filmlerden biri olabilir. Aynı yıl çıkan "Gamer" ve bir iki yıl sonra gelen çektikleri "Ghost Rider" devam filmi her ne kadar hatırlandıkları kadar kötü filmler olmasalar da zamanında ne gişede ne de eleştirel düzlemde olumlu tepkiler aldılar. Kalite itibariyle düzeyleri değişen filmlerle ortaya çıkmış olsalar da hem içerik hem de görsellik itibariyle benzerlerinden ayrılmaya gayret eden, kendi tarzlarını oluşturmaya çalışan ve bunu başaran bir ekipti Neveldine ve Taylor. Solo olarak yollarına devam etmeye karar veren ikiliden Mark Neveldine 2015'te ne duyduğum ne de izlediğim "Vatican Tapes" diye bir filme imza atmış olsa da Brian Taylor'dan 4-5 yıldır herhangi bir şey görememiştik. Demek ki 2017 sonuna saklıyormuş kendini, hem dizi hem filmle geldi. Hoş gelmiş sefa gelmiş Taylor tarzı haylazlığı özlemişiz.

 
Mevzu bahis 8 bölümlük dizimiz "Happy" Grant Morrison'ın 4 sayılık bir çizgi romanından uyarlama. Morrison çizgi-roman aleminin en saygı duyulan isimlerinden olsa da "New X-Men" dışında benim bir türlü yazdıklarını bitiremediğim bir yazar olageldi bugüne değin, belki de bu yüzden "Happy" gözümden kaçmış olabilir zira çizer Darrick Robertson'ın "The Boys"dan beri hayranıyım, piyasaya sürdüğü her işi takip etmeye çalışıyorum. Diziyi izledikten sonra artık Morrison'a da bir şans daha verip bir klasik kabul edilen "The Invisibles"a tekrar bir göz atmalıyım belki de.
 
Morrison aynı zamanda dizinin de yazar kadrosunda yer almış. Hatta Taylor'la ikisi daha projeyi hiç bir kanal sahiplenmemişken ilk bölümün senaryosunu yazmışlar beraber. Kaynak esere yakın bir uyarlama olsa da 4 sayılık bir çizgi romandan 8 bölüm dizi çıkarmak için olaylar ve karakterler daha genişletilmiş haliyle. Chris Meloni'nin canlandırdığı eskinin namlı polisi, şimdinin kimselerce sevilmeyen kiralık katili Nick Sax'in, sipariş üzere birkaç mafya prensini temizlemesinin üstüne kalp krizi geçirmesiyle başlıyor hikaye. Sax uyandığında tepesinde uçuşup duran küçük kanatlı mavi bir eşek buluyor, Happy'yi. Bu eşeğin derdi kadrolu hayali arkadaşı olduğu Hailey isimli küçük bir kızın kaçırılmış olması ve bu konuda kendisine yardımcı olabilecek tek kişinin Sax olması, en azından Happy'ye göre. Sax'in ise daha önemli problemleri var zira mafya alemi önemli bir servete açılan bir şifreye vakıf yegane kişinin Sax olduğu fikrinde ve haliyle ensesinde bitiyorlar. Olaylar bundan sonra mafya çekişmeleri, doğaüstü hadiseler, hikayeye dahil olan eski kapanmamış hesaplar üzerinden çorba kıvamında ilerliyor ama tüm bu hengameyi sürükleyen kafası güzellik hali dizinin en çekici yanı oluyor.

Yönetmenin manyaklığını dizginleme hali "Happy!"de daha az belirgin. Bunda en az Taylor'ınki kadar çarpık bir yaratıcılığa sahip Morrison'la işbirliği yapmış olmasının etkisi de olabilir. Happy'nin kendisi gibi hayali arkadaşlarla rus ruleti oynaması ya da Nick Sax'in öldürdüğü mafya prenslerinden birinin dirilmesi gibi absürd hadiseler Taylor ve Morrison'ın kurduğu dünya içinde hiç yadırganmıyor. Aynı zamanda "Crank"in DNA'sında bulunan çiğlik ve özellikle bizdeki kadın programlarının benzeri bir setup kullanan 2.bölümdeki hayal sahneleri gibi avam tabakasının eğlencelerinden hınzır bir keyif alma haline burada da rastlayabiliyorsunuz. Tek farkı Taylor'ın önceki filmlerinde bu durum başlarda sizi gülümsetip sonradan "bu ne lan!" noktasına sürüklüyorken burada tutturmayı başardıkları bokunu çıkarmama gayreti sayesinde sadece gülümsetiyor, öğürtmüyor.


8 bölümden 4'ünü yöneten Taylor'ın elinden çıkan bölümler diğerlerinden bariz daha iyi ve oluşturduğu görsel yapı dizinin bütününe hakim. İyi bir Brian Taylor filmi için gerekli en önemli ögelerden olan, hikayedeki tüm manyaklıkları keyifle canlandıracak bir kasta sahip olma yönünden de dizi çok kısmetli çünkü Chris Meloni'nin başını çektiği ekip resmen döktürüyor, özellikle Scaramucci kardeşleri canlandıran Debi Mazar ve Ritchie Coster'a dikkat. Oynamış olduğu yan rollerle herkesin zihnine iyi kötü kazınmış olan Meloni eline geçen bu fırsatı iyi değerlendirip son yılların en başarılı anti kahramanlarından birini yaratmış. Happy'nin seslendirmesinde Patton Oswalt da abartıldığı kadar iyi olmasa da Meloni'ye güzel bir tezat oluşturuyor sesiyle.

Dizinin ikinci sezonu nasıl olur, aynı tadı verir mi bilinmez ama onayı çıktı. Şu an halihazırda var olan materyal üzerinden hareket edip evreni genişletmeyi başarmış durumdalar, devam sezonunda kendileri üste bir şeyler koymaları gerekecek, dolayısıyla ne çıkacak bilmiyoruz. Ama şurası bir gerçek, Brian Taylor, imzasını attığı işleri görmeyi, daha sık görmeyi istediğimiz, özgün bir yönetmen. Bundan sonra arayı bu kadar açmaz diye umuyoruz.

Cumartesi, Şubat 24, 2018

500 Days of Summer (2009) - Marc Webb


Tom (Joseph Gordon-Levitt) mimarlık mezunu olsa da okulunu okuduğu işte tutunamamış, geçimini tebrik kartlarının üzerine klişe sözlerin yazıldığı bir şirkette çalışarak kazanan bir genç insan. Bir gün patronunun yeni asistanı Summer (Zooey Deschanel) ile tanışıyor ama nasıl tanışma! İkisi de asansördeyken Summer, Tom'un kulaklığından The Smith isimli grubu dinlediğini işitiyor ve anında anlıyor ki hayal gücü geniş ve duyarlı bir erkek insan bu Tom, onlar ancak böyle müzikler dinler zira! İkisi arasındaki romantik yakınlaşma tam da bu damar üzerinden yeşeriyor zaten, bu ikisinin etraflarını çevreleyen sahte ve aptalca olarak algıladıkları şeylere karşı duydukları üstünlük hissiyatı, bir kendini beğenmişlik, bir ben herkeslerden daha modernim, daha hipim havaları. Aynı şeyi filmin izleyici, daha ziyade hayran kitlesi için de söylemek mümkün ama buna ileride değinicez. 


Gel gör ki, ikili arasında tam olarak 500 gün süren bu ilişki yitip gitmeye mahkum  ve Tom'un hafızasından ilişkinin tüm seyrini, kronoloji kaygısı gütmeden bir başından bir sonundan, iyi günüyle kötü günüyle seyretme imkanı buluyoruz. Sorun şu ki Tom tüm kalbiyle aşka inanan bir adamken Summer da böyle bir durum söz konusu değil, ya da Summer alenen Tom'a aşık değil. O yüzden ilişkiyi bitirip erkek egosunun ezeli düşmanlarından "arkadaş kalalım" cümlesini sarfettiğinde Tom'un dünyası da başına yıkılıyor.


Bu noktada Summer'a bir nebze eğilmekte fayda var. Son yıllarda film ortamlarında sıkla anılır hale gelmiş yeni bir klişe söz konusu; Manic Pixie Dream Girl. Zach Braff'ın zamanla ilk çıktığı zamanki kadar beğenilmez bir hale gelen "Garden State"inin mimarı olduğu söylenebilecek bu klişe kabaca mutsuz erkek karakterin hayatına girip onun hayatını hizaya sokmasına yardımcı olmak dışında hikayeye bir katkısı ya da herhangi bir karakter derinliği olmayan, özgür ruhlu, güzel mi güzel kadın karakterleri temsil ediyor. Summer da Tom için tam böyle bir muğlak arzu nesnesi. Tom'un kaderinde yazılı olduğuna emin olduğu romantik aşk hususlarında tamamiyle zıt şekildeki sakin ve coşkusuz tavrı daha en başında Tom'la arasındaki görünüş itibariyle ciddileşmekte olan bağı bir romantik ilişki olarak nitelemekten imtina etmesinde kendini gösteriyor. Film bilinçli bir şekilde Tom'un bakış açısını benimsediği için Summer'ın bu görece yüzeyselliğini Tom'un kendisine karşı olan saplantısına bağlamamızı beklediği söylenebilir film ekibinin.


İlişki kaçınılmaz bir şekilde sona erdiğinde film bu 500 günlük süre zarfındaki iyi günler ve kötü günler arasında  serbestçe bir ileri bir geri dolaşıyor, böylelikle Tom nerede hata yaptığını ve bunları düzelterek Summer'ı geri nasıl kazanabileceğini anlamaya çalışıyor. Bu noktada en yakın müttefikleri şaşkın yakın arkadaş ve büyümüş de küçülmüş, herkesi herşeyden daha çok biliyor gibi duran küçük üvey kız kardeşi (Chloe Grace Moretz). Bu ikisi filmin ait olduğa türe dair en klişe taraflarından olsa da bana birçokları kadar batmadı ve Moretz'in roldeki performansı geleceğinin parlak olacağının habercilerinden.


Marc Webb iyi bir yönetmen ve Bollywood tarzı dans sahnesi olsun, bölünmüş ekran yöntemiyle Tom'un Summer ile tekrar birleşme hayallerinin realiteyle eş zamanlı gösterildiği sahneler olsun, parlak yönetmenlik hamleleri ile romantik aşk kavramının anlaşılmazlığı üzerine bir iki kelam etmeyi başarıyor. Öte yandan film Nora Ephron filmlerine burun kıvırıp romantik komediden de uzak kalamayan modern izleyici kitlesi için olduğunu agresif bir şekilde vurgulamaya  çalışıyor ki söz konusu örneklerden çok da uzağa gidemediği düşünülünce biraz yersiz kaçıyor bu.

Pazartesi, Şubat 19, 2018

Inside


Bu oyun 2016'nın son çeyreğinde piyasaya sürüldüğünde neden oynamadım hatırlamıyorum. Fragman ya da görsellere çok göz atmadım heralde, yoksa oyunun resmen kendini içine çeken bir görsel yapısı var. Belki de geliştirici firma Playdead'in bir önceki oyunu olan "Limbo"yu gezegenin geri kalanı kadar beğenmemiş olduğumdan bu oyuna ihtiyatlı yaklaşmış da olabilirm. "Limbo" siyah-beyaz estetiğini etkili bir şekilde kullanan, başarılı puzzlelarla dolu bir oyundu kabul, ama aynı zamanda lüzumsuz derecede de zordu, bir noktadan sonra da yıldırıyordu. Ayrıca küçük bir çocuğun her hata yapışımızda devasa örümceklerce ya da başka feci yollarla can verişini görmek de rahatsız ediciydi.

"Inside" da "Limbo" nun birçok özelliğini bünyesinde taşıyor. Gene etkileyici bir atmosfer var, gene küçük bir çocuğu yönlendiriyoruz ve gene her hatamızda çocuk ya köpekler tarafından parçalanıyor, ya tepeden atılan tel gibi bir zımbırtıyla yakalanıyor ya da "The Ring"deki Samara'ya benzer bir kız tarafından boğularak ölüyor vesaire... Başkarakterin çocuk oluşu ve ölümlerin grafikliği ilginç bir ayrıntı ama üzerinde keyif kaçırmaya yetecek kadar değil çünkü daha ilk sahnesinden "Inside" oyuncuyu dünyasına hapsetmeyi başarıyor. Cepheden bakınca distopik bir gelecekte insanların köle olarak çalıştırıldığı bir tesisten kaçma hikayesi bu. Bu tesiste ilerledikçe zombi gibi şuursuzca hareket eden insanlar görüyoruz. Bunlar bu mekanın yöneticilerince ağır bir gözetim altındalar, muhtemelen çeşitli deneylere tabi tutuluyorlar. Tabii hiç dialoğun olmadığı oyuna dair edindiğimiz tüm fikirler karşılaştığımız imajlar üzerinden oluşuyor. Dolayısıyla hikayeye ve olaylara ilişkin tam resmi görmek mümkün olmuyor. Zaten oyun ilerledikçe pek de beklediğiniz yönde gitmediğine şahit oluyorsunuz, en azından benim deneyimim ve çıkardığım sonuç o yöndeydi. Özellikle (spoiler alarmı!) sonlara doğru huddle ile hercümerc olduktan sonra çocuğu yakalamak için uğraşanların huddle ın kaçmasına resmen yardımcı olmaları mevzunun bir özgürlüğe kaçıştan ziyade bir deney olduğu intibaını güçlendiriyor. Hele oyun bittikten sonra alternatif bir finalin olduğunu, oyun içinde güç adaptörlerinin fişlerini çekme yan görevlerinin hepsi tamamlandığında oyunun sonlanarak çocuğun zombi figürlerinden biri gibi bir duruşla oyunu bitirdiğini öğrendiğimde bu kanaatim pekişti (spoiler finiş!). Bu kimilerince hayal kırıklığı gibi görülür belki ama ben klişeden uzak olması itibariyle hikayeyi sevdim. Ki sadece görsel olarak hikayeyi anlatmaya çalışmak bile başlı başına bir başarı, geçen yılın favori oyunlarından "Hob"un en çekici yanlarından biri de buydu, ama "Hob" bu alanda "Inside" kadar başarılı değildi. 


Oynanış itibariyle klasik platform öğelerine sahip oyun; ileri geri gitme, zıplama eşyaları oynatıp üstlerine çıkma vesaire. Yenilikçi mekanik olarak ya da benim ilk defa gördüğüm bir mekanik en azından, kafaya takılan bir aparat sayesinde oyun içindeki zombileri yönlendirmekti. Birçok bulmacanın çözümünde bu yolu kullanmak durumunda kalıyorsunuz ve çok başarılı, zhini açıcı bir özellik oyun adına. Oyunun 2.5 boyutlu oluşu da çok işlevsel olmamakla birlikte oyuna güzel bir aroma katmış.


Keşke oynamak için bu kadar beklememiş olsaydım dediğim bir güzellik "Inside". Bu sebepten kısa süreli oluşu beni bir nevi hayal kırıklığına uğrattı, oyunun dünyasında biraz daha vakit geçirmek isterdim doğrusu. Diğer taraftan kısalığı çok da sarkmamasına ve daha rafine bir deneyim olmasına da yol açmış. Oynayın oynatın efenim.

Salı, Şubat 06, 2018

Batman: Gotham by Gaslight




DC Comics ve Warner Bros Animation işbiriliğiyle üretilegelen DC Evreni animasyon filmleri, teatral olarak gösterilmeyip direkt home media olarak seyirciyle buluştukları için çok anaakım değiller. Ki benimsenen animasyon tarzı ve popüler animasyon filmlerine kıyasla ilkel kalan görsellikleriyle anaakım olmaya çok da müsait filmler oldukları söylenemez. Fakat belli bir fan grubu da var ve ara ara çıkardıkları başarılı filmlerle dikkat çekmeyi başarıyorlar. Çoğunlukla belli bir isim yapmış, klasik kabul edilen çizgi romanların uyarlamalarından oluşan bu filmlerde çoğunlukla aynı aktörlerin seslendirmelerine başvuruluyor ve tümüyle çocuklara hitap eden seriler değiller, çok grafik olmasa da cinsel imalara, küfüre rastlayabiliyorsunuz. Suicide Squad filmi "Assault on Arkham", Alan Moore'un klasiğinden uyarlanan "The Killing Joke",  "Dark Knight" ve Tim Burton'ın "Batman"inden sonra en başarılı Joker tiplemesine sahip "Under The Red Hood" ve geçen yıl çıkan "Batman and Harley Quinn" bu serinin akla ilk gelen başarılı örnekleri.

 "Gotham By Gaslight" 1989 tarihli Brian Augustyn'in yazıp Mike Mignola tarafından çizilen aynı isimli çizgi romanın uyarlaması. Hep okumaya niyetlenmiş olsam da bir türlü fırsat bulamadığım kitaplardandı. Mignola sonradan "Hellboy"u yaratarak bir hayli ün yapmış bir isim. Augustyn'inse hiç bir kitabını okumadım, bu kitap dışında çok da kayda değer bir işi olmamış zati gördüğüm kadarıyla. "Gotham by Gaslight" DC'nin Elseworlds, yani süper kahramanları alternatif zaman dilimlerinde ve gerçekliklerde kurgulayan hikayelerinin ilki kabul ediliyor. Sonradan gene Augustyn tarafından yazılmış "Master of The Future" isimli bir devam kitabı da mevcut.



Hem kitap hem de film Viktoria devrini kendine fon ediniyor. İngiltere'nin süper güç olduğu 1837-1901 arasına tekabül eden bu dönem sanayi devriminin zirve yaptığı, gotik edebiyatın ve stampunkın en önemli esin kaynaklarından, tam bir hikaye cenneti. "Gotham by Gaslight"ı en çekici kılan da bu yanı zaten, dönemin gotik atmosferini iyi yansıtıp belli bir dereceye kadar steampunk öğelere de hikayesinde yer vermesi. Bahsini ettiğimiz periyodun en ilgi çekici ve iz bırakmış olaylarından olan "Karındeşen Jack" cinayetleri de hikayemizin bel kemiğini oluşturmakta. Bruce Wayne Viktorya dönemi bir Gotham şehrinde Jack'i yakalamaya çalışırken Müfettiş Gordon, Selina Kyle, Harvey Dent, Hugo Strange gibi aşina olduğumuz birçok karakterle de karşılaşıyoruz. Kitabın zaman-mekan kurulumunu benimsese de hikayenin ilerleyişi itibariyle film kitaptan bir hayli farklılaşmış. Özellikle sürprizleri itibariyle tartışmalı seçimler yaptığı bile söylenebilir ama birebir kopyalanmasındansa kitabın ruhunu koruyarak özgün bir yola gidilmiş olması filmi başarılı bir uyarlama kılıyor. Batman'in seslendirmesi artık bu işle özdeşlemiş Kevin Conroy'a değil tanınmış karakter aktörlerinden Bruce Greenwood'a verilmiş, ki sesleri de birbirine benziyor zaten. Batman'in hep böyle davudi sesli, orta yaşın üstünde adamlardan çıkan bir sese sahip olması gerektiği şeklinde bir anlayış var galiba, halbuki burdaki Bruce Wayne daha genç yaşlarda bir görüntüye sahip, ona uygun bir ses seçilebilirmiş. Seslendirme kadrosunun en dikkat çeken ismi Selina Kyla'ı dillendiren "Dexter"ın Deb'i Jennifer Carpenter olmuş, biraz zorlamayla da olsa aristokrat bir tını tutturmayı başarmış. Kendisini "Dexter"dan hatırlayanlar için tanıması zor bir performans. 


"Batman: Gotham by Gaslight" gözleri Pixar'ın şaşaalı görselliğine aşina izleyiciler için biraz kaba bir görünüme sahip. Batman çizgi romanlarına ve karakterlerine aşina olmayanlar da filmin referanslarını yakalayamayacaklardır haliyle. Fakat tüm bunlara rağmen ilgi çekici bir fona ve atmosfere sahip, eli yüzü düzgün bir gotik-steampunk bir gerilim hikayesi izlemek isteyen herkesi tatmin edecek kalitede de bir yapım. Saydığımız motiflere ilgisi olanlar filme bir göz atabilir.


Cuma, Şubat 02, 2018

Mahalleden Arkadaşlar + Liseden Arkadaşlar - Selçuk Aydemir


Komedi, karikatür ve sinema gibi görsel yollarla anlatmak için daha müsait bir tür. Safi yazıyla karşıdakini güldürmek çok daha zor ve nadir becerilen bir iş, ama yapılınca keyfi de başka hiç bir şeye benzemiyor. Bu alandaki en başarılı yapıtlardan olan "Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar"ın üstüne bir tiyatro bir de film kotaran Yılmaz Erdoğan'ın bu eserinini ekmeğini yemelere doyamaması biraz da bu nadir bulunurluktan. Emrah Serbes'in "Erken Kaybedenler"i ve Murat Menteş'in "Dublörün Dilemması" da diğer akla gelen ve okurken gülmeyi seven okurların kaçırmaması gereken diğer örnekler. "İşler Güçler", "Düğün Dernek" gibi izleyici rekortmeni yapımların yönetmeni Selçuk Aydemir'in 2 yıl arayla piyasaya sürdüğü iki kitabı ise komedi dozunda çıtayı bu saydıklarımız örneklerden bir tık daha yukarı çekmeyi başarıyor. 

"Mahalleden Arkadaşlar", Aydemir'in 9 yaşındayken arkadaşlarıyla çete kurma maceralarına odaklanırken devamı niteliğindeki "Liseden Arkadaşlar" yazarın bu sefer lise 1 yıllarında hem ergenlikle hem de bir başka çeteyle mücadelesini konu ediniyor. Anlatılanların ne kadarının otobiyografik ne kadarının kendi geçmişinden esinlenerek yazıldığını bilemesek de Selçuk-Serkan-Mete üçlüsünün bol miktarda kavga gürültü ve zıpırlık içeren maceralarını takip etmek için  bu ayrıntının bir önemi olmuyor. Ben son çıkan kitabı önce okuyup sonra diğerine geçmiştim ama ilk kitabı bitirince dayanamayıp diğer kitabı tekrar okudum ve pek hızlı bir okuyucu sayılamayacak ben bu kitapları çerez gibi yuttum. Okurken gülmemek için kendinizi zorlamak durumunda kalmak (özellikle toplu taşıma araçlarındayken okunmaması tavsiye edilir) ve kitabı elinizden bırakamamak her zaman başınıza gelecek şeyler değil ama Aydemir'in üslubu sayesinde eşi menendi olmayan bir keyif veriyor her iki kitap da. Kendisinin son yılların en başarılı komedi yönetmeni olmasının bir tesadüf olmadığının da bir diğer ispatı aynı zamanda bu eserler. Filmderindeki ritmik kurgunun sadece sinemaya özgü bir üslup olmadığı, kaleminin de kısa net adımlarla ilerlediği kitapların sürükleyiciliğinin en temel kaynaklarından biri de bu. Aynı zamanda endisi de 1982 doğumlu olan Aydemir'in zaman yolculuğu 80'lerin ilk yarısında doğmuş bizim nesil için de bir nevi nostalji trenine dönüşerek kendi çocukluğumuz ve ilk gençliğimizi yadetmemize de vesile oluyor. Kendisinin sıradaki işi artık "Üniversiteden Arkadaşlar" mı olur "Sektörden Arkadaşlar" mı olur bilemiyoruz ama inşallah arayı uzun tutmaz da biz de yarıla yarıla gülerek okuma keyfinden çok da uzak kalmayız.