Cuma, Mart 30, 2018

1951 - Levent Cantek & Sefa Sofuoğlu


Levent Cantek'in önceki çizgi romanlarını okumaya yeltenmişliğim olsa da bir türlü denk getirememiştim, kısmet "1951"eymiş. Bilmeyenler için Cantek çizgi-roman üzerine yazdığı "Türkiye'de Çizgi Roman" isimli çalışmasının yanı sıra "Dumankara", "Emanet Şehir" gibi çizgi romanlarıyla da tanınıyor. "1951" ismini aldığı yılın Ankara'sında geçen bir hikaye. Kardeşinin intihar etmesi üzerine İstanbul'dan Ankara'ya gelen Vedat'ın kardeşinin ölümünün arkasındaki gizemi çözmeye çalışırken dönemin siyasi ortamı, yeraltı kültürü vs. ile cebelleşmesinin öyküsü. Cantek'in dialog yazımı hem dönemin dilini iyi yakalamış hem de kulağa doğal geliyor, yapmacıklıktan ve zorlamadan uzak. Sofuoğlu'nun çizimleri 50'li yılların Ankara'sından enstantaneler izliyormuşsunuz hissini vermeyi başarıyor, siyah-beyaz kullanımı da hikayeyle uyumlu bir yerli film-noir havası oluşmasına yardımcı olmuş. Gelgelelim Cantek'in iyi başlayıp gelişen hikayesi finale doğru gücünü yitiriyor, yavan bir şekilde nihayete eriyor, dönemin ideolojik bağrışmalarından beslenen politik göndermeleri de havada kalıyor. Gene de bir solukta okunan dolayısıyla keşke buna harcadığım zamanı başka bir şeye verseydim demeyeceğiniz, onun yerine keşke biraz daha üzerine olunsaymış dedirtse de emek verildiği belli olan ilgiye mazhar bir çizgi-romancağız. Okuyunuz, okutunuz ki memlekette çizgi roman yayıncılığı gelişsin.

Perşembe, Mart 29, 2018

Waco Soundtrack - Jeff Russo & Jordan Gagne


"Fargo" ve "The Night Of"un müzikleriyle bir hayli beğeni ve takdir toplamış olsa da her iki diziyi de izlememiş olmam hasebiyle Jeff Russo ile tanışmam "Waco" vesilesiyle olmuş oldu.  Gerçi tanıştığım kişi o mu yoksa Jordan Gagne mi -ki kendisinin soundtrack camiasında yeni bir isim- onu da bilmiyorum zira müziğin altında ikisinin birden imzası var. Kurduğu rock grubu Tonic ile çıkış yapan Russo 2010'dan itibaren film müziğine yoğunlaşmış  ve yukarıda saydığımız örneklerin başını çektiği bir çok dizinin müziklerinde onun imzası var. Russo'yla birlikte çalıştığı "Fargo" ve "The Night of"un yanı sıra birçok kısa filmin müzikleriniş yapmış Gagne"nin ilk büyük işi ise "Waco". Prodüksiyon süreci nasıl gelişti, beraber mi çalışıldı yoksa birinin yetişemediği yeri diğeri mi tamamladı bir fikrim yok ama üretim aşaması nasıl olursa olsun diziyi, özellikle finalinde yükselten faktörlerden biri müzikleriydi.

Aşağıda da görüleceği üzere oldukça kısa süreli bir albüm bu. Zaten dizinin son bölümüne gelene kadar da müzik kendisini çok belli etmiyor, az ama öz çalışılmış yani. İlk parça  olan dizinin jenerik müziği muhtemelen albümün de en zayıf halkası. İlginçtir, bestede sadece Russo'nun yer aldığı yegane parça da bu. Parçaların sırasında kronolojik bir kaygı güdülmediği belli zira dizide finale doğru duyduğumuz "Tear Gas"le birlikte damardan giriş yapıyor albüm. Sade ve insanın içine işleyen bir piyano tınısıyla başlayan parça sonradan yaylıların desteğiyle zirve yapıp gene sessiz, son nefesini veren bir insan edasındaki aynı piyano tınısıyla son buluyor.  Burdaki temayı albümün sonlarına doğru "Survivor List"in girişinde de duyuyoruz. "Sniper at Ruby Ridge" gitar-yaylı kombinasyonuna dayalı, albümün gerilimli müziklerinden ama, çok da vurucu sayılmaz. Bu parçanın bir başka versiyonu olan  "Out for Blood" da ileride karşımıza çıkıyor. "Rachel Dies" dizinin bana göre en vurucu sahnelerinden birine eşlik eden bir parça, mevcut durumun vahametini burgulayan sert yaylılarla başlayıp sonradan drama dozunu arttırsa da çok ani sonlanıp, biraz hayal kırıklığı yaratarak nihayete eriyor. "Incendiary" gene dramatik yönü ağır basan, yaylılar üzerinden ilerleyen başarılı bir parça ama biraz fazla kısa.  Bunun biraz daha ağırdan ve sessizden ileryen versiyonu "Burning Compound", "Survivor List"in ikinci yarısını da oluşturuyor aynı zamanda. Kapanışı yapan "McLellan Prison" aynı zamanda dizinin de son sahnesinde yer alıp, kaybolup giden yaşamları yadeder gibi sakin ve hüzünlü bir parça.

Russo-Gagne ikilisi ellerindeki malzemenin ruhunu yakalayıp dizinin kalitesini bir tık yukarıya taşımayı başaran müziklere imza atmışlar. Şimdiye kadar işlerini takip etmemiş olsak da bundan sonrakiler mutlaka bir göz atacak krediyi kazanmış oldular benim gözümde.


1. "Waco (Main Title Theme)" 0:34
2. "Tear Gas" 2:43
3. "David's Theme" 1:48
4. "Sniper at Ruby Ridge" 1:35
5. "Rachel Dies" 2:14
6. "Incendiary" 1:39
7. "Satellite Response" 1:13
8. "Burning Compound" 1:17
9. "Out for Blood" 1:41
10. "Survivor List" 2:33
11. "McLellan Prison" 4:05
Total: 21:23 

Pazartesi, Mart 26, 2018

Mindfuck Beklerken Uyuyakalmak: Annihilation


Meteorumsu bir cisim dünyaya çarpıyor ve çarptığı bölgede bilim insanlarının "shimmer" diye adlandırdıkları bir alan oluşuyor. Burası bir yasak alan ilan ediliyor ve incelemek üzere askeri birlikler içeri yollanıyor. Ama giden kimse geri gelmiyor, Kane (Oscar Isaac) dışında. O da gittiğiyle aynı değil, bedeni çöküş halinde, gelir gelmez hastaneye kaldırılıyor. Kane'den bir yıldır haber alamayan, asker eskisi biyolog eşi Lena (Natalie Portman) da Kane'e ne olduğunu anlamak için bölgeye gidecek bir sonraki gruba katılmaya karar veriyor.



Bir roman uyarlaması olan "Annihilation" bilim-kurguya tutkusu aşina olan Alex Garland'ın yeni filmi. Bir önceki filmi "Ex Machina" gibi "Annihilaton"da birçoklarınca yere göğe sığdırılamadı desek yeri. Ama içinde bulunduğumuz dönemde göklere çıkarılan birçok filmde olduğu gibi bunun da bütününden ziyade sahip olduğu parçalardan ötürü övgüye mazhar olduğunu söylemek mümkün. "Stalker" ile "The Thing" arasında bir şey olmaya öykünen film ikisini de tam beceremiyor. Bir hayli açık uçlu olan "Annihilation", cevaplardan çok sorularla daha çok ilgili ki birçok iyi bilim kurgu filminin de taşıdığı bir özellik bu, buraya kadar bir sıkıntı yok. "Annihilation"ın becermekte zorlandığı şey soru sormaktaki beceriksizliği. Shimmer bulunduğu zemini ve üzerindekileri değişip dönüştüren, daha iyi ya da daha kötüden öte daha farklı bir şey olabilme ihtimallerini sorgulayan bir varoluş. Dolayısıyla insanlar da bu muameleden nasibini alıyorlar. Fakat dönüşüm ihtimalinin olası etkileri üzerine kafa yorabilmek için elimizdeki malzemeyi, yani esas karakterleri iyi tanıyıp anlayabilmemiz gerekiyor ve filmin tökezlediği yer de burası. 5 kadın karakterden oluşan grubun her bir üyesinin bir defosu var, dolayısıyla bu yolculuk bir nevi kendileriyle yüzleşme sürecine dönüşüyor ama bu bireysel yolculukların hiçbiri bende bir izleyici olarak ilgi uyandırmadı çünkü Garland'ın karakterlerini ele alışı öyle klinik ve soğuk, aktörlerin performansları da o kadar mesafeli  ki herhangi birini umursamak çok zor, dolayısıyla başlarına gelen ya da gelecek olan şeylerle de çok ilgilenmiyorsunuz. Bu insanların pişmanlıkları ya da paranoyaları daha derinlikli işlenebilse, onları oldukları şey yapan özün ne olduğuna dair bir izlenim, bir fikir kırıntısı edinebilmiş olsak bu malzemeyle nereye gidebiliriz, buradan ötesi ne olabilir gibi sorular da daha anlam kazanabilir ama film bunu bize veremiyor maalesef. Haliyle geriye kalan genetiği değişen hayvanlardan ya da grubun kendi bedenlerindeki kontrol edemedikleri değişimlerden kaynaklanan terör duygusu oluyor ki aslında bu bile tek başına filmi taşıyabilir aslında ama bu yönüyle de film sınıfta kalıyor. Hem gerilim duygusu uyandıran sahne sayısı çok az, hem de yönetmenin bu sahnelerdeki kurgulama kifayetsizliği herhangi bir dehşet hissetmenize mani oluyor. Halbuki Ron Hardy'nin görüntü yönetimi o kadar başarılı ki bir bakıma harcanmış diye düşünmemek elde değil, keşke film elindeki hikaye fırsatlarını yerinde kullanabilseymiş.


Perşembe, Mart 22, 2018

Josie


Küçük bir kasabada yaşayan, geçmişi hakkında kimsenin pek bişey bilmediği içine kapanık bir adam. İkamet ettiği motele taşınan, yanında herhangi bir aile ferdi bulunmayan, daha büyük göstermesine rağmen hala liseye giden genç ve güzel bir kız. Kız bu herhangi bir ilgi çekici tarafı olmayan adama alaka göstermeye başlayınca sadece seyirci olarak biz değil adamın kendisi de durumu yadırgıyor ama gene de gururu okşanmıyor da değil. Tabii bu durum motelin diğer sakinlerinin de gözünden kaçmıyor ve hadise belli bir doğrultuda ilerleyecekmiş gibi olurken mevzu bambaşka bir yere bağlanıyor.


Mevzu liseli kız-orta yaş üstü erkek insan münasebeti olunca ilk elden insanın aklına "Lolita" ya da "Poison Ivy" gibi örnekleri getiriyor "Josie". Başkarakterlerin yakınlaşmaları, araya giren kızın yaşıtı harici bir karakter ve adamın bu karakteri kıskanması vs. hikaye böylesi bir anlatıdan beklenecek salvoları burada da bir bir görüyoruz. Yönetmenin kamerayı Sophie Turner'ın vücudu üzerinde salyalarını akıta akıta gezmesinin de bu intibanın oluşumunda payı tartışılmaz. Gel gör ki filmin ortasında karakterler arası bir diyalog filmin güya büyük sürprizini aşikar hale getirdiği için ne zaman o noktaya varacaklar diye beklerken buluyorsunuz kendinizi. Oraya varışı da olabilecek en bayat ve şaşırtıcı derecede sıradan bir şekilde yapıyor yönetmen. Hadi şu sahneyi halledelim de eve gidelim denilmiş gibi bir izlenim ediniyorsunuz akabinde. Bu filmi Sophie Turner'ın varlığı dışında normal sinemaseverin radarına sokacak bir özellik yok, muhtemelen kimsenin ruhu duymadan da görünüp kaybolacak. Filme dahil olan herkes de muhtemelen dağları devirmeyeceklerinin farkında bir şekilde bu yapımda yer almışlardır muhtemelen. Tüm bu saydığımız hususlara rağmen insanı "ya ben niye bir film çekmiyorum" hissine gark eden filmlerden biri "Josie". Sonuçta birileri bu senaryoyu okuyup üstüne az buz da olsa para koymuşlarsa ve Sophie Turner, Dylan McDermott gibi belli bir tanınırlığı olan isimler filmde rol almaya evet demişlerse, düşük profil müşük profil hepimizin ya bu kadarını ben de yaparım deyip film işine girmememiz için bir neden yok. Bu filmin izleyene yapabileceği yegane olumlu katkı bu.

Pazartesi, Mart 19, 2018

Şeyh,Mürit,Devlet: Waco


Bizim buralarda çok da bilinen bir hadise değil muhtemelen ama 1993 deyince ABD tarihinde ilk akla gelen olaylardan birisi Waco kuşatması. Özetle, David Koresh önderliğindeki bir cemaat kampına yasadışı silah bulundurma sebebiyle gerçekleştirilen baskın önce silahlı çatışmaya, akabinde de 51 gün süren bir kuşatmaya dönüşmüş, en nihayetinde kampta yer alan müritlerin büyük bir çoğunun çıkan bir yangında hayatlarını kaybetmesiyle sonuçlanmış, ki bunların 20'den fazlası çocuk. Geçen yılın akılda kalan belgesellerinden biri olan "Oklahoma City" başta olmak üzere birçok yapıma konu olmuş hadise, bu sefer 6 bölümden oluşan bir miniseriyle karşımızda.

İnsana her ne kadar yaşlandığını hissettirse de artık 90'ların da bir nostalji ya da muhasebe malzemesine dönüşmeye başladığı bir gerçek. "Waco" da bu hissiyatın son mahsullerinden birisi ve "The People v. O.J. Simpson: American Crime Story" gibi ses getirmiş bir yapımın ardından bu hadiseye de birilerinin el atması an meselesiydi. Elini çabuk tutanlar John Eric Dowdle ve Drew Dowdle kardeşler oldu. Kendileri "Rec"in birebir yeniden çevrimi olan "Quarantine", "As Above, So Below", "The Poughkeepsie Tapes" gibi birbirinin peşi sıra çekilmiş found footage filmleri ve bunların yanında başyapıt gibi duran "Devil" ile bilinen bir ikili. Filmogrofileri itibariyle böylesi güçlü bir hikayeyi teslim etmek için hiç de ideal bir seçim görüntüsü vermedikleri aşikar olan Dowdle'lar dizi bittiğinde hem haklarındaki önyargıları tescillemeyi hem de kırmayı başarıyorlar bir şekilde.


Hikaye akılcı bir tercihle usülsüz silah bulundurmadan yola çıkıp alakasız insanların ölümüyle sonuçlanan Ruby Ridge hadisesiyle giriş yapıyor. Burda arabulucu Gary Noesner (Michael Shannon) ve FBI rehine kurtarma timinin başı Mitch (Shae Wigham) ile ilk kez tanışıyor ve aralarında ileride Waco başında iyice şiddetlenecek görüş ayrılıklarının ilk kıvılcımlarını da görüyoruz. Diğre taraftan Koresh (Taylor Kitsch) ve yakın kurmayları Steve Schneider'ın (Paul Sparks) grubun önemli bir parçası haline gelecek olan David Thibodeau (Rory Culkin) ile tanışmalarına şahit oluyoruz. Hadiselerin patlak vermesinden 8-9 ay öncesini anlatarak başlasa da aradaki süreyi hızlıca geçiyor dizi ama gene de bu karakterleri tanıyıp anlamaya yetiyor ayrılan vakit. Curcuna başladığında herkesin nerde durduğu hakkında net bir fikrimiz oluyor.


"Waco"  iki ayrı kaynak baz alınarak tasarlanmış. Bunlardan birisi hadisede görev alan FBI arabulucularından Gary Noesner'ın yazdığı "Stalling for Time: My Life as an FBI Hostage Negotiator", diğeri de olaydan sağ çıkmayı başaran birkaç insandan biri olan David Thibodeau'nun "A Place Called Waco: A Survivor's Story" isimli kitabı. Bunlardan özellikle ikincisi Dowdle kardeşleri diziyi yapmaya yöneltmiş zira klasik resmi anlatının dışında, hadiseye diğer tarafın bakış açısıyla yaklaşan bir eser olması itibariyle daha ilginç bir kaynak neticede. Olaylara içeriden bakma gayreti dizinin en özgün yanı zira kampta yer alan insanlar inandıkları bir adamın etrafında toplanmış, hayatlarından memnun işlerinde güçlerinde insanlar olarak resmediliyorlar. Bu arada bahsini ettiğimiz cemaatin lideri David Koresh, kendi ifadesiyle cinselliğin günah yükünü cemaatinden almak için kendi üstlenmiş, dolayısıyla müritlerinden bazılarını kendilerine eş almış, hatta onlardan çocuk sahibi olmuş bir adam. Bunlardan birisi kendi resmi karısının 14 yaşındaki kız kardeşi. Yani cepheden bakılınca çok da sempati duyulacak bir durum yok ortada, ki o dönem resmi kaynakların en çok başvurduğu iddialardan biri de çocuk istismarı olmuş. Dizi bu noktaları görmezden gelmiyor, yer yer müritlerin bu durumu kendi zihinlerinde nasıl makulleştirdiklerini gösteriyor, yer yer de mahkemede başları derde girmesin diye reşit olmayan eşlerinden birini nikahladığı Thibodeau ve karısını kendi eşleri arasına aldığı kurmaylarından Steve karakterleri üzerinden bu olguların üstüne gidiyor. Melissa Benoist ve Andrea Riseborough'un canlandırdığı eşler arası bir çekişme de alttan alta filizleniyor hikayede. Ama bu yaklaşım belli bir noktadan öteye de götürülemiyor çünkü sonuçta kimsenin kimseyi zorlamadığı herkesin kendi iradesiyle bu yola girdiği bir ortam söz konusu, en azından dizinin bakış açısı o yönde. Ayrıca gerçekleşen silahlı müdahele bu tarz cinsel gerilimlerin filizlenmesinin de önünü kesiyor. Belki müdahele edilmeseydi bu tarz iç çatışmalar cemaati kendi kendine çökertecekti. Bunu şu aşamada bilmek imkansız elbette ki ama şurası kesin,  David Thibodeau'nun bakış açısından görülen Koresh cemaati herkesçe anlaşılamaycak inançları olsa da özlerinde kötü insanlar değiller. Koresh de kıyameti müjdeleyen konuşmalar yapmadığı zamanlarda eline gitarı alıp grubuyla barlarda müzik yapan, kafa dengi bir adam. Özünde tam olarak böyle biri olmasa da, esasında mesih kompleksi olan benmerkezcil bir adam dahi olsa -ki dizi buna dair kimi göndermeler yapmıyor da değil- neticede Thibodeau'nun ve müritlerinin gözünden nasıl görünüyorsa öyle de bir izlenim veriyor dizide Koresh.

Madalyonun diğer tarafında yer alan FBI ve ATF nezdinde ABD hükümeti, Michael Shannon'ın canlandırdığı Noesner dışında daha antipatik bir şekilde portreleniyor. Ruby Ridge fiyaskosundan sonra tasfiye tehlikesiyle yüzleşen ATF kurmaylarının gözünü Koresh'in silahlarına dikmesi olayı tetikleyen başat faktör. Bu noktada Koresh ve yanındakilerin ne amaçla o kadar silaha ihtiyaç duyduklarına dair makul bir açıklama hiç duymuyoruz ve bu bir eksiklik ama  son tahlilde ABD hükümeti kendi topraklarında kendi vatandaşlarına silah doğrultan bir güç olarak resmediliyor dizide. Zaten dönemin tarihsel arka planı düşünüldüğünde algının da o yönde olduğunu görmek mümkün.


Waco hadisesinin tam bir yıl öncesinde Los Angeles ayaklanmalarının patlak verdiğini hatırlamak lazım bu noktada. Rodney King ismindeki bir siyahı haklı bir gerekçeleri olmaksızın öldüresiye döven polislerin görüntüleri 90'ların başına damga vuran imajlardandı, bilen bilir. Bu polislerin mahkemece suçsuz bulunmaları siyahi toplumu çılgına çevirmiş, 3 gün boyunca Los Angeles'ın altını üstüne getirmeleriyle sonuçlanmıştı. Siyahların kendilerini saldırı altında hissetmeleri ve buna ayaklanmayla karşılık vermeleri ABD için yeni bir olgu olmasa da 60'lardaki sivil hak mücadelesinin üzerinden neredeyse 30 yıl geçmişken halen ilerleme kaydedilmediği duygusu bu seferki tepkilerini daha bir görünür ve hissedilir kılan faktörlerden olmuş. Bunu hissedenlerden biri de Amerika'nın beyazları haliyle. Clinton başkanlığındaki demokratların yönetiminde bir ABD'nin kendi özüne, kendilerinden olana uzaklaştığı duygusu, ki burada kastedilen beyazlar oluyor, L.A. ayaklanmalarından önce de beyaz ırkın üstünlüğüne inanan militan grupların oluşumu ve çoğalmasıyla baş vermeye başlamıştı. 92 yazında gerçekleşen Ruby Ridge hadisesi bu noktada ilk kıvılcımı ateşleyen hadise olmuş, Waco ile birlikte bu kıvılcım aleve dönüşmüştü. Bunun iki yıl sonrasında Oklahoma'da gerçekleşen patlama ise bu öfkenin en şiddetli dışa vurumu oldu.

Görüleceği üzere zengin bir tarihsel bir arka planı var "Waco"nun, ama maalesef çok değerlendirilememiş. 6 bölümde kapsayabileceğiniz alan belli, artık bütçeden ileri gelen bir durum mu yoksa hikayecilerin kendi tercihleri miydi dizinin uzunluğu bilemiyorum ama keşke daha uzun tutup olayları biraz daha geniş perspektifden ele alsalarmış. Olaya yakınen şahit iki insanın hatıralarından hareket etmek dizinin otantikliğine katkı yapmış olsa da aynı zamanda bazen fazla lüzumsuz bir belgesellik boyutu da katıyor ki kimi sahneler olaya dair haber görüntülerinin neredeyse birebir kopyası. Karakterlerin etkileşimleri fazla bilgi aktarmaya odaklı, yer yer çok yavanlaşıyorlar. Ama dizinin güçlü oyuncu kadrosu bunu seyirciye hissettirmeden  işlerini layıkıyle yapıyorlar. Son bölüme kadar hadiseye dair genel hatları görsek de daha detaylara inilmediği duygusunu üzerinizden atamıyorsunuz. Bu materyalin Dowdle'la dışında daha yetenekli bir ekibin elinde ne şekil alacağını düşünmeden edemiyor insan.


Diğer taraftan neresinden tutarsanız tutun insanı sarsan bir trajedi var ortada ve Dowdle'lar da bu damarı kullanmayı gayet iyi beceriyorlar, özellikle de son bölümde. (Spoiler alarmı!) İnsanların sıkışıp kalarak can vermelerini özellikle de ebeveynlerinin günahlarını çeken çocukların ölümlerini seyretmek çok içe dokunan, kolay kolay akıldan çıkmayan hadiseler (Spoiler finish!) İlk 5 bölümde çok da kulağa gelemeyen müzikler de, final bölümünde şaha kalkarak dizinin tesirini ikiye katlamayı başarıyorlar. Finale kadar olan süreçte de olayların açılımı ve tutturulan tempo gayet başarılı, yönetmenliğin hakkını teslim etmek lazım. Yaklaşan kötü bir şeyler olacağına dair o uğursuzluk atmosferini seyirciye geçirmekte çok başarılı dizi.

Pek gürültü patırtı koparmadan yayın hayatını sonlandıran, eksikleri göze batan, mükemmellikten uzak bir yapım "Waco". Ama aynı zamanda vakit ayıran seyirciyi ödüllendiren duygusal bir deneyim, etkileyen ve sürükleyen bir öykü.

Cuma, Mart 09, 2018

Accident Man


"Expendables 2"de görmeden önce Scott Adkins'in ne adını duymuşluğum vardı ne de herhangi bir filmini izlemişliğim. Halbuki o zamana değin direk video piyasası için yapılan B sınıfı aksiyon filmlerinin kralı olmuştu bile. Filmogrofisinde "Undisputed" serisi ve "Day of Reckoning" gibi belli bir düzeyin üstünde filmler de vardı "Assasination Games" gibi komple çöp filmler de. Hala olmayan şeyse A sınıfı filmlerde bir başrol. Bu noktada aktörün payına düşen "Zero Dark Thirty", "Doctor Strange" gibi filmlerde figüratif düzeyde yan roller ya da "Wolverine" örneğinde olduğu gibi baş aktörün dublörlüğü. Can alıcı nokta ise, eskinin Chuck Norris'lerinin Van Damme'larının Seagal'lerinin günümüz muadili olan bu adamın saydığımız isimlerden en büyük farkının hakikaten bir oyunculuk yeteneğinin olması. Neredeyse 70 yaşına gelmiş Liam Neeson aksiyon adamı olarak keyif sürüyorken Adkins'e aynı düzeyde bir şans verilmemiş olması suç bence.


Neyse, konumuz "Accident Man"e dönersek, daha önce duymadığım bir çizgi romanın bizzat  Adkins tarafından yapılmış film uyarlaması. Yönetmen koltuğunda ise Jesse V.Johnson diye bir arkadaş oturuyor. Adkins tarafından canlandırılan Mike Fallon isminde bir suikastçinin eski kız arkadaşı suikaste kurban gidince sektörden arkadaşlarına savaş açmasının öyküsü  kabaca. Filmin ismi de başkarakterin işlediği cürümlere kaza süsü vermesinden geliyor. 
 

Hikaye son derece düz bir şekilde ilerliyor, herhangi bir twist, şaşırtıcılık falan söz konusu değil. Artık filmlerde çok da sık rastlamadığımız dış ses kullanımı da bir hayli talihsiz olmuş. Diğer taraftan diyalog yazımı ve karakter çalışması bu çapta bir filmden beklenmeyecek derecede başarılı. Film Fallon'ın dahil olduğu suikast klübünün her bir karakterine, eski sevgilisine, eski sevgilisinin yeni sevgilisine (Ashley Greene) vs. herkese belli ölçüde zaman ayırıyor, onları bize tanıtmaya erinmiyor. Çoğu büyük bütçeli Hollywood filminin artık unuttuğu bir hassasiyet bu. Karakterler arası dialoglar da bu vesileyle daha bir kulağa hoş geliyor, filmin bir dövüş filminden ziyade ağzı kalabalık bir kara komedi olmaya öykündüğünü görüyorsunuz. Başta Adkins ve Ray Stevenson olmak üzere aktörler de bunun tadını çıkarıyorlar zaten. "Undisputed 2"den sonra Michael Jai White ve Adkins'i tekrar tepişirken görmek de eğlenceliydi.


Kadronun en zayıf halkası yönetmen Johnson. Her ne kadar B filmi estetiğini aşmayı başarmış olsa da dövüş sahnelerinde bir Isaac Florentine yeterliliğine haiz olmadığı da aşikar. Zaten bu dövüş sahnelerini slow-mo çekmeyi akıl edenin yatacak yeri yok. Aksiyon dışında filmin orta yerinde upuzun bir flashback yapmak gibi garip kurgu tercihleri de filmin temposuna zarar veriyor. Adkins'in sıradaki filmi "Triple Threat"de daha başarılı bir iş çıkarmıştır inşallah. Zira o filmin kadrosu harcamak için fazla iyi. 
 

 

Punisher: The Platoon (Garth Ennis & Goran Parlov)



Garth Ennis 2000'lerin başında devraldığında Punisher satış performansı çok iyi olmaması sebebiyle rafa kaldırılmak üzere olan bir karakterdi. Ennis'in "Preacher" yol arkadaşı rahmetli Steve Dillon'ı da yanına alarak ortaya çıkardığı 12 sayılık Punisher serisi, yazarın hiç hazzetmediği süper kahraman alemiyle de dalga geçebilmesine alan açan bir kara komedi oldu ve Frank Castle küllerinden yeniden doğmasına vesile oldu. Bu başarının üstüne 37 sayı daha aynı tarzda devam ettirdi "Punisher"ı Ennis ama 2000'lerin ortasında rotayı değiştirdi. Marvel'ın daha yetişkin içerikli MAX serilerinin ilk örneklerinden biri olan "Punisher MAX" ile karakteri -ara ara gözüken Nick Fury dışında- tüm Marvel evreninden soyutladı ve komedi dozajını da neredeyse sıfıra indirdi. Bu serinin Frank Castle'ı ailesi öldürülmüş bir Vietnam gazisi, ilerleyen yaşında hayatını suçlulara emdikleri sütü burnundan getirmek dışında hiç bir yaşama amacı kalmamış bir ölüm makinesiydi. Ennis zaten suç hikayelerinde çok etkili bir yazardı ama "Punisher MAX" serisi bu alandaki en başarılı işi oldu. "Preacher"dan sonraki en başarılı yapıtıdır benim gözümde.

Gene o yıllarda karakterin savaş yıllarına eğilen "Born" gibi kısa hikayeler de çıkardı Ennis. Frank Castle'ın ailesi öldürülmeden önce de psikolojik olarak çok sağlam bir karakter olmadığını, ailesinin öldürülmesiyle artık önünde hiç bir bariyer kalmamış bu içsel kötülüğün daha savaş zamanında alttan alta belirmeye başladığını ima eden bir hikaye olmasıyla başarılı bir yapıttı ama şahsen ben Frank Castle'ın şehre inmiş versiyonunu her zaman daha üstün bulmuşumdur.

Geçtiğimiz sonbaharda çıkmaya başlayan 6 sayılık "Punisher: The Platoon" da benzeri bir deneme. Castle'ın savaştaki ilk dönemlerini, beraber görev yaptığı kişiler üzerinden anlatıyor. Çizimlere imza atan isim Ennis'le daha önce Punisher da dahil olmak üzere birçok kereler çalışmış olan Goran Parlov. Garth Ennis'i az buçuk tanıyan herkes savaş tarihine ne kadar meraklı olduğunu bilir. Bu özelliği "The Platoon" ya da "War Stories" gibi yapıtlarında savaş jargonunu ve teknik detayları hikayesine çok iyi yedirmesine yardımcı oluyor. Ama aynı zamanda teknik detaylarda boğularak olayın hikaye yönünü ıskalamasına da vesile olabiliyor ki Ennis'in çoğu savaş öyküsü bu durumdan muzdarip, hakeza Platoon da öyle. Aralara serpiştirilen Vietnam Savaşına dair askeri ayrıntılar otantiklik hissini destekliyorlar desteklemesine ama hikayedeki karakterler ve bunlar arası ilişkiler arasında akılda kalıcı birşeyler olmayınca sıkıcı olmaktan öteye de gidemiyorlar. Öykünün en temel noktası Castle'ın içinde bulunulan savaşın anlamsızlığından ya da vatansever saçmalıklardan ziyade bir şekilde kendini savaş meydanında bulan müfrezesini sağ salim burdan çıkarmak dışında bir önceliği olmayan istisnai bir asker olduğu. Çok özgün bir tema sayılmaz ama etrafı biraz yeşillendirilse gene de iş görür. Castle'ın karşısında yer alan, ailesi Amerikan askerlerince katledilmiş Vietnam ordusundaki kadın savaşçı üzerinden Castle ve vigilante olgusu üzerine bir şeyler söyler gibi yapıp tam da bunu yapacakmış gibi bir izlenim veriyorlar başta ama maalesef o yan hikayenin sonu son derece yavan bir yere çıkıyor. Neticede elde Castle'ın başrolde olduğu dialog ağırlıklı bir bir Vietnam öyküsü kalıyor geriye. Parlov'un ortalama çizimlerinin seviyesinin kötü renklendirme ile bir tık daha alta indirilmiş olması da hikayenin akılda çok yer etmeyişini perçinliyor.

Final sayısının sonunda Ennis, Punisher ile yollarının kesişmeye devam edeceğini, biri gene Vietnam döneminde geçen biri de ileriki zamanlarda şehirde geçen iki ayrı Punisher hikayesi üzerinde çalıştığını belirtmiş. İlkini olmasa da ikincisini dört gözle beklediğimi söyleyebilirim.

Cuma, Mart 02, 2018

3 Days to Kill (2014) - McG


Bu blogu az biraz okuyan herkes Hollywood'un journeyman diye tabir edebileceğimiz, stüdyo filmlerinin kiralık yönetmenlerine ekstra bir ilgim olduğunu bilir. Öte yandan bu kategoriye sokulabilecek isimlerden biri olan McG istisnai bir örnek olan "Babysitter" dışında ortaya koyduğu filmografisiyle çok da olumlu bir intiba bırakamadı bende bugüne kadar. "3 Days to Kill"le birlikte 9 filmlik külliyatının üçte ikisini izlemiş biri olarak söylüyorum bunu.


Kevin Costner'ın canlandırdığı acar ajan Ethan'ın çok da iyi gitmeyen bir operasyon sonrası yığılıp kalmasıyla başlıyor "3 Days to Kill" (buradan sonra kısaca "3TDK"). Kanser olup üç ayı kaldığını öğrenen Ethan artık işe yaramayacağı için CIA tarafından dehlendikten sonra arasının çok da iyi olmadığı eski eşi (Connie Nielsen) ve kızı (Hailee Steinfeld) ile geçirmeye karar veriyor kalan vaktini. Öte yandan CIA'in derinliklerinden gelen bir Vivi (Amber Heard) isimli bir figür Ethan'ın son operasyonunda elinden kaçırdığı Wolf namıyla bilinen bir silah kaçakçısını yakalaması için Ethan'la bağlantı kuruyor. Görevi becerebilirse CIA'in elindeki deneysel bir ilacı Ethan'ın kullanmasına izin verilecek. İlaç feci şekilde halüsinasyonlara sebebiyet veren, ağır alkol alınmadıkça etkileri geçmeyen, işe yarayıp yaramadığının bilinmediği bir mamül olsa da diğer seçenek yavaş yavaş ölmek olunca Ethan da paşa paşa kabul ediyor teklifi. Hastalandığı belli olur olmaz CIA'in varlığını unuttuğu Ethan her ne kadar yaptığı işte yetenekli olsa da öyle herkesin adını sanını bildiği süper bir ajan değil anladığımız kadarıyla. Hal böyleyken CIA neden ellerinde bolca bulunmadığını varsaydığımız bir deneysel ilacı Ethan üzerinde harcamayı tercih ediyor bilmiyoruz.


Luc Besson'un senaryosunu Adi Hassak'la birlikte yazdığı bir film bu. Daha önceki müşterek ortaklıkları çok da iyi olmayan "From Paris With Love" ile sonuçlanmıştı. Besson yönetmen olarak başyapıt çıkarabilecek kapasiteye sahip olsa da 2000'lerden sonra benimsediği yazar-yapımcı kimliğiyle Roger Corman'dan hallice bir kalibreye sahip olduğu söylenebilir. Burada da "Taken" benzeri bir ailesiyle arasını tekrar düzeltmeye çalışırken kendisine verilen son görevi de halletmeye çalışan bir gizli ajan hikayesi anlatılmaya çalışılan. Kızıyla olan ilişkisi hikayenin ajanlık bölümünden daha ilgi çekici, o kısmına daha fazla yoğunlaşılsa iyiymiş. Gerçi orada da çok yürümüyor film ya. Operasyonun ortasında kızının doğumgününü kutlamak için ankesörlü telefondan arıyor Ethan. Aradığında da kızı "mutlu yıllar" şarkısını söylemesini istiyor Ethan'dan. Babasına adıyla hitap eden kız bu, nerden geliyor bu cıvıklık merak ediyoruz. Ondan sonrası klasik beraber vakit geçirdikçe birbirine yakınlaşan baba-kız mevzusu ama orada da son derece hantal bir yazım ve yönetim söz konusu. Bir bisiklet öğretme sahnesi var ki evlere şenlik. Hailee Steinfeld'in ilk işiyle oscara aday olup sonrasında kariyerini koyacak yer aradığı dönemin bir ürünü "3TDK", kendisine dair umutlar abartıldı mı diye sorguluyor insan.


Bir de göçmenlerle ilgili bir yan hikaye var sahi. Ethan Paris'e geri döndüğünde evinin afrikalı göçmen bir aile tarafından mesken tutulduğunu görüyor. Fransa'da sık karşılaşılan bir durummuş belli ki, Ethan polise başvurduğunda kendisinden izinsiz evini mesken tutan bu aileyi dışarı atma hakkı olmadığını öğreniyor kanunen. Gerekçe ney? Kış mevsimindeler çünkü, bahara kadar beklemesi lazım. İşgalci ailenin babası sempatik bir adam, ailesine sahip çıkışı Ethan'ı etkiliyor da. Silah zoruyla evden çıkarmak yerine kalmalarına izin vermeye karar veriyor. Ayrıca Vivi'nin kendisine verdiği görevi yaparken yakaladığı adamlara işkence etmek için de uygun bir mekan. Ethan'ın işkencesine maruz kalan elemanlar da sempatik mi sempatik, bir yandan elektrik şoku verirken bir yandan da babalık tavsiyesi aldığı çoluk çocuk sahibi kişiler. Dediğim gibi, hikayede garabet faktörü bir hayli fazla.

 
McG elindeki senaryonun aile draması, aksiyon ve kara komediyi bir arada harmanlamaya çalıştığının farkında ama filmin bu tonlar arasında organik bir geçiş yapabilmesini sağlamak konusunda kifayetsiz. En azından iş aksiyona gelince CGI'a çok da yaslanmadığını görmek güzel, ama gene de filmin aksiyonun çok da doyurucu olduğunu söylemek güç. Costner filmde cool mu takılıyor yoksa işi sırf para için mi kabul etmiş oyunculuğuna bakarak bir kanaate varmak zor. Adamda bir yıldız tozu var, öyle ya da böyle filmi sırtlıyor ama hikayenin ne kara komedi ne de ailevi kısımlarında çok da iyi durmuyor açıkçası. Bir Liam Neeson değil kendisi orası kesin. 28 milyon dolara mal olan "3TDK" bütçesinin iki katı gişe yapmayı becermiş dünya çapında, böylesine kusurlu bir film için bu da bir başarı.