Çarşamba, Eylül 26, 2018

TB20: Godzilla - Roland Emmerich


Roland Emmerich'in "Godzilla"sı çoğu kimsenin hatırlamadığı, hatırlayanların da hayırla yad etmediği bir film. Filmin kendini sevdirmek için çok da uğraşmadığını düşününce bu durumun pek şaşkınlık uyandıran bir tarafı yok. "Godzilla", Japonların atom bombasına yönelik travmalarının bir dışa vurumu olan, 50'li yıllardan bu yana çekilen sayısız filmle belli bir miras oluşturmuş bir figür. Terazinin diğer tarafında ise Roland Emmerich var, "Independence Day" ile tüm zamanların gişe rekorunu alt üst etmiş bir filme imza attıktan sonra her stüdyonun eline tüm imkanları vermekten imtina etmeyeceği bir isim. Sorun şu ki Emmerich'in Godzilla kültüne karşı en ufak bir ilgisi yok ve kendisine sunulan teklife evet dediğindeki temel şartı Godzilla'yı sıfırdan yeniden tasarlamak. 

 
"Godzilla"nın bu güne kadarki kötü şöhretinin en temel noktası bu radikal karar oldu zira serinin hayranları bu filmde yer alan canavarı külliyatın bir parçası bile görmeyi reddettiler. Kendi deyimleriyle bu "tuna eating piece of shit"in Gojira'ları ile uzaktan yakından alakası yoktu, bu yüzden kendisine GINO(Godzilla in name only) ya da Zilla diyorlar. Emmerich'le Devlin'in radikal değişimleri burayla da sınırlı kalmamıştı. Dünya tarihinde atom bombasını kullanan yegane ülke ABD olmasına rağmen bu filmde Godzilla'nın yaratılma sebebi Fransızların yaptığı nükleer deneyler olarak gösterilmişti. Emmerich'in bu cüretkarlığında dönemin dünya düzeninin payını yadsımak mümkün olmasa da- ne de olsa 1998'den bahsediyoruz, soğuk savaş biteli yıllar olmuş ve ufukta 11 eylül'ün esamesinin olmadığı, ABD'nin kendisini dünyanın zirvesinde hissettiği zamanlar- kendisinin bir Alman olarak kraldan çok kralcı kesilebildiğini "Independence Day"deki 4 temmuz sahnesini izleyen herkes bilir. 20 yıl önce sinemada izlediğimde de beni rahatsız eden filmin bu özelliği hala aynı vıcık vıcıklığını muhafaza ediyor. Filmlerdeki mantıksızlıklara çok takılan birisi olmasam da gökdelen ebatlı bir yaratığın şehrin kanalizasyonunda kaybolması gibi hikayedeki akla ziyan detaylar da filmin kötü şöhretinin üzerine tuz biber ekiyor.


Diğer taraftan son yıllarda çıkan "Jurassic World", "Pacific Rim", 2014 model "Godzilla" gibi bir çok canavar filmini izlemiş biri olarak bunlara nispetle Emmerich'in filminin çok daha eğlenceli olduğunu da söylemem lazım. Bir kere Emmerich'in Godzilla fikri mülküne olan küçümser ve kayıtsız tavrından herhalde, kendini zerre ciddiye alan bir film değil. Serinin hayranlarının gücüne gitse de mevzu radyasyonla devasalaşmış bir kertenkele olunca filme en uygun ton da bu bence, yukarıda saydığımız çoğu canavar filminin sahip olmadığı bir erdem bu. Filmin eski usul görselliği de şimdinin CGI şovlarına on basar. Filmin başından sonuna dinmeyen yağmur dolu şahane atmosferi özellikle canavarın şehre kafa göz daldığı sahnelere müthiş gidiyor. Efektleri de dönemine göre gayet iyi ve hiç sırıtmıyor. Görsellik eskiden Emmerich'in çok iyi becerdiği bir şeydi, 2 yıl önceki "ID:Resurgence" faciasına bakılırsa kendisinin zamanla yitirdiği bir nitelik bu. Filmin Matthew Broderick, Maria Pitillo, Kevin Dunn, Jean Reno ve "Simpsons"ın seslendirme kadrosundan (Hank Azaria,Harry Shearer, Nancy Cartwright) müteşekkil kastı da ne tarz bir filmde yer aldıklarının gayet farkındalar ve bunun keyfini çıkarır bir halleri de var. Filme seyre yeltenen birinin de yapması gereken tam olarak bu, bir canavar filmi izlediğinin farkında olup tadını çıkarmak

Pazar, Eylül 23, 2018

Telltale Games (2004-...)


Dün oyun dünyası episodik oyun kavramını hayatımıza sokan Telltale Games'in çalışanlarının büyük çoğunluğunu işten çıkardığı haberiyle çalkalandı. "Stranger Things", "Guardians of The Galaxy" gibi bir çok fikri mülkün oyunlarını yapmak üzere anlaşma yapan, büyüdükçe büyüyor gibi görünen bir firmanın nasıl kepenklerini indirme noktasına geldiği merak konusu oldu. Üstelik geçen ay ilk bölümü yayınlanan "Walking Dead"in son sezonunun kalan bölümlerinin tamamlanıp tamamlanmayacağı da muğlaklığını koruyor.

Uzun yıllardır oyun üretiyor olsalar da 2012'de çıkan "Walking Dead" oyunu ile patlama yapmıştı Telltale, malum. Çıktığı dönem itibariyle oyun dünyasına üflenmiş yeni bir soluk gibiydi "Walking Dead". Basit QTE(quick-time-events) ve diyalog seçimlerinden muhtelif oyun  mekanikleri karakterin tercihlerine yön verdiğimiz hissini bize verirken arka planda şahane bir öykü izlemeye koyuluyorduk. Çoğu Telltale oyununun interaktif film olarak atfedilmelerinin sebebi de bu özelliğiydi zaten. Bunlar zar zor oyun kabul edilebilecek animasyon filmleriydi son tahlilde. Sonraki oyunlarda daha bir idrak ettik ki yaptığımız diyalog seçimlerinin hikayenin gidişine en ufak bir etkisi yoktu. Oyunu bir önceki kayıt noktasından başlatıp farklı bir tercihte bulunsanız bile hikaye aynı şekilde devam ediyordu. Bir David Cage oyununda olduğu gibi yaptığımız tercihlerin oyun üzerinde bir kalıcı etkisi olduğunu görmek istiyordu oyuncular. "Heavy Rain"i ilk oynayışında yaptığı hatalar yüzünden tüm ana karakterlerin ölümüne sebep olmuş biri olarak bunun nasıl etkileyici bir his olduğunu biliyorum. Telltale hiç bu yönde gelişme göstermek gayretine gitmedi. Tutmuş bir formül bulup lisansını aldıkları tüm fikri mülklerin üstüne giydirdiler; GOT, Borderlands, Minecraft, Batman...Bu durum zamanla oyuncuların mesafeyle yaklaşmasına sebep oldu tabii. Şahsen son oynadığım oyunları Tales From Borderlands"ti, onu da 3 bölüm sonra bıraktım. "Game of Thrones"un ilk bölümden sonrasını oynadım mı hatırlamıyorum. Tüm bölümlerini oynadığım son oyunları ya "The Wolf Among Us"tı ya da "Walking Dead"in 2.sezonu. Oyuncuların koydukları mesafe zamanla satışlara da yansımış demek ki üzerlerine aldıkları oyun yükü de kadar bir gelir akışı olmamış olacak, iflasa kadar geldiler. Çalışanlarını her daim fazla mesai çalıştırıp kıdem tazminatlarını ödemeden işten çıkarmalarının ahları tutmuş da olabilir tabi, bilemiyorum.

Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim, her ne kadar oyun olarak nitelikleri düşük olsa da çok iyi hikayeler anlatıyordu Telltale Games. "Walking Dead" 1.sezon bu noktada zirvedir zaten, oyunu oynayıp da ağlamadan bitiren yoktur herhalde. "Borderlands"in full geyik havasını çok başarılı bir şekilde uyarlayan Tales.."deki yazım kalitesi de on numaradır. Tam da bu özellikleri yüzünden insan kızmadan edemiyor, bu kadar güzel hikaye anlatabiliyorken aynı ölçekte iyi de oyunlar yapabilseydiler tarihe altın harflernen geçeceklerdi muhtemelen. Şimdi ise gözünü hırs bürüyerek kontrolsüz büyüyen, büyüdüğü oranda gelişmeyi de beceremediği için yitip giden bir oyun şirketi olarak hafızalarda kalacak.

Cumartesi, Eylül 22, 2018

This Is The Police 2


Fazla ses getirmemiş olsa da "This Is The Police" 2016 'nın iyi oyunlarından biriydi. Kahramanımız Jack Boyd idaresindeki bir polis istasyonundaki günlük vakalarla ilgilendiğimiz bir çeşit karakol simülatörüydü. Elimizdeki belli sayıda personeli idareli kullanmamız gerekiyordu zira aynı anda bir kaç ile birden ilgilenmek gerekiyordu. İlgilendiğimiz mevzular kedileri ağaçtan indirmekten tutun da bir psikopatın rehin aldığı bir kızı kurtarmak arasında gidip gelen her çeşitten görevdi, oyunun ilgi çekici taraflarından biri de bu suç çeşitliliğiydi. Aynı zamanda arka planda süre giden dedektiflik gerektiren soruşturmalarda ip uçlarını topladıkça bunların çözümüne ulaşıyorduk. Oyunun günlük olarak bu şekilde ilerlerken aralarda Jack Boyd'un yozlaşmış politikacılarla ve mafyayla yüzgöz olduğu James Ellroy esintili bir hikaye de akıp gidiyordu. 

Oyun yeterli ilgiyi toplamış demek ki geliştirici firma Weappy Studio geçtiğimiz ay ikinci oyunla çıkageldi. İlk oyunu hikayenin sonunu görene kadar oynamamıştım ama anlaşılan başına ördüğü çoraplar Jack Boyd'u bir kaçak statüsüne düşürmüş ve hem FBI hem de mafya peşinde. O da gözden ırak bir kasabada saklanarak günlerini geçiriyor. Ta ki başı yerel polisle derde girene kadar. Ondan sonrası Boyd'un bir şekilde polis istasyonunun idaresini ezik şerif Lilly'den devralması gene ilk oyundaki gibi günlerimizi suçlu peşinde geçirmemizle geçiyor. Ara sahnelerde gene ilk oyunda olduğu üzere basit çizimlerin üstüne dublaj bindirme şeklindeki bütçe dostu yönteme devam edilmiş, arada beliren bir iki kaba animasyonu saymazsak. Bu bölümlerin ilk oyundan en büyük farklılığı,lüzumsuz derece uzun olmaları. Diyalog da diyalog, diyalog da diyalog, bir ara dedim oyun hiç başlamayacak herhalde. Hoş, başladıktan sonra da her günün sonunda aynı rutin devam etti ki bir noktadan sonra artık sardırmaya başladım. Geliştirici ekip elindeki noir hikayeyi çok seviyor orası aşikar, ki esin kaynakları itibariyle belli bir çekiciliği de var ama görsellikte benimsedikleri rafine yaklaşımı konuşmalara da yansıtmaları gerekliymiş. Hikaye anlatmaya çalışırken hikayeden soğutmak başarması zor bir şey. 


Bu kısımları sardırdıktan sonra ilk oyundaki konseptte günlük vakalarla ilgilenmeye başlıyoruz. İlk oyuna nispetle burada da yenilikler söz konusu. Bunların en büyüğü mekan basmak ya da rehine kurtarmak gibi senaryolar üzerinde ilerleyen sıra tabanlı strateji bölümleri. Bilmiyorum,belki meraklıları bu kısımlardan keyif almıştır ama ben bir kez daha strateji oyuncusu olmadığımı anladım. Hem oyunun temposuna zarar verecek derecede uzun hem de hata yaptığınızda bedeli ağır olan bölümler ki bu noktada ya gidip tekrar bu kısımları oynamak durumunda kalıyorsunuz ya da hiç bulaşmıyorsunuz ki bu noktada da size ciddi puan kaybettiriyor. Gün sonunda yakaladığınız suçlular, yakalayamadıklarınız, ölümüne sebep olduğunuz siviller vesaire üzerinden puan kazanıyorsunuz ve bu strateji bölümlerini ihmal etmek bu puanlar üzerinde ciddi düşüşe yol açıyor. Her polisin belli bir puan düzeyi var ve becerdikleri görevler arttıkça bu puanlar yükseliyor, aynı zamanda  silahşörlük, gizlilik, kuvvet vs. alanlarda çeşitli perk'ler de edinerek karakterler gelişimine de yer açılmış. Bunun yanı sıra her polisin üzerinde taşıyacağı ekipmana da karar verebiliyorsunuz ki gittikleri vakada üzerlerinde nasıl silahlar olduğu yer yer bir hayli önem taşıyor. Her vakanın da gerektirdiği bir puan düzeyi var ve bazen elinizdeki polis gücü buna yetmeyebiliyor, bu nedenle elinizdeki kıt kaynakları ekonomik kullanarak idame ettirmeniz gerekiyor. Oyunun en zevkli kısmı bu yanı zaten ama şahsen ilk oyuna kıyasla daha zorlaştırılmış buldum zira yukarıda bahsettiğim mekan basma bölümlerinin etkisiyle gün sonunda puan toplamak bir hayli zorlaşmış ve ben ilk oyunumda 3 hafta gibi sürede yakayı ele verdim.

Buraya kadar anlattıklarım dışında da oyun bir hayli genişletilmiş, personelin tripleriyle uğraşmalar, yerel para babalarının istekleriyle ilgilenmeler, arkada gene süre giden çeşitli soruşturmalar falan derken içine dalmaya vakti olanları oyalamaya yetecek bir sürü detayla doldurulmuş. Oyun zenginleşmiş zenginleşmesine de şahsen ben ilk oyunun daha sade,daha basit ve rafine yapısını bir hayli aradım devam oyununu oynarken o yüzden "This Is The Police 2"yu selefinin üstüne çıkabilen bir gelişme olarak benimseyemedim maalesef. Demek diyenlerin bir bildiği varmış: "Less is better". Belki her zaman değil ama bazen,özellikle bu oyun için kesinlikle.

Cuma, Eylül 21, 2018

The 2000s


Geçen yıl sonu değerlendirmesinde "The Nineties"den sonra 2000'lere eğilen bir serinin gelmeyeceği öngörüsünde bulunmuştum ama yanılmışım; Tom Hanks ve Gary Goetzman ikilisinin kurucusu olduğu Playtone, üzerinden çok da vakit geçmedi falan demeyip kolları sıvamış ve "The 2000s"ı önümüze koymuşlar. Aynı zamanda Mayıs sonunda "1968:The Year That Changed America" isimli 4 bölümlük bir seriyle gene CNN'de boy göstermişlerdi. Tarihi belgeselcilik konusunda iddialı bir ekip olduğu kesin, her ne kadar bu yılki işleri geçmiş yapımlarının kalitesine ulaşamasa da...

Format itibariyle serinin öncüllerinden bir farkı yok. Gene ilk bölüm mevzu bahis 10 yılın televizyonculuğuna ayrılmış; "The Platinum Age of Television". 2000'lerde izlediğimiz dizileri bir zirve olarak gelen ve o dönemin kreatif patlamasına tanık olma şansına erişmiş birisi olarak bu bölüm dizinin en keyifle izlediğim bölümü oldu muhtemelen ki diğer serilerde o dönemin dizilerine çok aşina olmadığım için ilk bölümleri hep es geçmiştim çoğunlukla. Hoş, dönemin bence bir çok kalbur üstü dizisine ya hiç değinilmez ya da üstün körü bahsedilirken, Playtone'un elinden çıkma "John Adams" gibi çok da namı duyulmamış yapımlara rast gelmek yada dönemin reality programlarının gelişimine maruz kalmak gibi durumlar yaşamış olsam da gene de keyifliydi televizyonculuğun altın çağını yadetmek. 


7 bölümden müteşekkil serinin 3 bölümü dönemin başkanlarına, daha doğrusu başkanlık dönemlerine eğilirken aynı zamanda 2000'ler ABD politik yaşantısına da ayna tutmuş oluyor. Bunları daha kompres bir biçimde bir bölüme sığdırıp başka mevzular üstüne eğilen episodlar çıkarmalarını yeğlerdim şahsen, fazla politika ağırlıklı olmuş seri. 3 ay önceki "1968"in de temel sorunu buydu; böylesine dönüşümlerle dolu bir yıla dair sadece politik arena, başkanlık yarışı, iki parti arası çekişmeler ve suikastlerle sınırlı kalarak potansiyelini değerlendiremeyen bir seri olmuştu. "The 2000s"in politika bölümleri neyse ki dönemin olaylarının global boyutu itibariyle aynı sıkıcılıktan muzdarip değiller. "Mission Accomplished" Bush'un Al Gore'a karşı ilk seçimini kazanışı, daha koltuğun tadına varamadan patlak veren 11 Eylül hadisesi ve akabinde gelen Teröre Karşı Savaş hadiselerinin ele alındığı bir bölüm. Ben 11 Eylül'e biraz daha yer verilerek bir nevi anma bölümüne de dönüştürürler diye bekliyordum ama daha kısa değindiler. "Quagmire: Bush's Second Term", adı üstünde Bush'un ikinci dönemine damga vuran Irak'taki savaş sonrası iç kaosa, Katrina kasırgasına ve son olarak 2008 ekonomik krizine değiniyor. Bu iki bölümü izledikten sonra adamın başkanlığının bir hayli fırtınalı geçtiğini idrak edip, hatırlandığı kadar şapşal bir herif değilmiş galiba diye düşünmemizi istiyor yapımcılar. Diğer taraftan 40'ar dakikalık iki bölümle koca bir 8 yılın portresinin çıkarılamayacağı da aşikar,dolayısıyla bir çok meselenin üzerinden bir fırça darbesiyle geçiliyor, ama genel anlamda hafıza tazeleyen bölümler. Politik episodlardan sonuncusu Obama'nın iktidara gelişini ve bir nevi 8 yıl sonra Trump'un seçilmesinin temellerinin nasıl oluştuğunu anlatan "Yes We Can".

"The iDecade" 2000'lerde internetin yaşadığı ve yaşattığı dönüşümleri, sosyal medyanın nasıl belirip palazlandığını, dönemin belli başlı teknolojik dönüm noktaları üzerinden işleyen bir episod. Çok teknoloji delisi bir adam olmasam da tekno bağımlılığımızın nasıl zuhur ettiğini gözlemlemek adına faydalı bir deneyimdi. "The Financial Crisis", adı üstünde yaşanan krizin öncesini ve sonrasını ele alan bir bölüm. Gene formata uygun olarak son bölüm dönemin müzik dünyasına ayrılmış. Cd'lerin yavaşca tarih sahnesinden silinerek download etmenin yaygınlaşması, hiphopun yükselişi vs.nin işlendiği "I Want My MP3" rock ve metal tutkunlarına kesinlikle hitap etmiyor ama tahammülfersa da değil. Bu bölümle birlikte CNN'in Decades serisine veda ediyoruz diyebiliriz herhalde, seneye 2010'ların ilk 5 senesini anlatmak gibi bir niyetleri yoksa şayet. Geride kalan 39 bölüm sonrası eksik ve gediklerine rağmen hem öğretici hem de keyif verici bir deneyim yaşattıkları için hem yapımcı ekibin hem de CNN'in hakkını teslim etmek lazım. Benzeri kalite ve içerikte işlerle tekrar karşımıza çıkarlar diye umuyorum.

Sicario 2: Soldado


Denis Villeneuve'in "Sicario"su her ne kadar beni birçokları kadar etkilememiş olsa da sonuçta Meksika'nın kanayan yarası uyuşturucu kartelleri üzerine ilgi çekici bir filmdi. Emily Blunt'ın hadiselerin ortasında yer alıp ne olup bittiğini anlamayan karakteri seyirci için özdeşleşmesi kolay bir ana figür yaratırken filmin esas bombası Benicio Del Toro'nun müthiş bir soğukkanlılıkla hayat verdiği Gillick karakteri oluyor, filmin sonunda ailesine dair öğrendiğimiz gerçekle taşlar yerine oturuyordu. Açıkçası "Sicario"yu izleyen kimsenin devam filmlerine yol açacak bir potansiyel gördüğünü zannetmesem de Gillick karakterini canlandıran Del Toro'nun izleyen herkeste bir hayranlık bıraktığı da aşikardı. Yapımcı tayfası da bunu değerlendirerek Gillick karakterine yoğunlaşan bir film yapmaya karar vermişler, zaten ele aldığınız mesele karteller gibi ucu bucağı olmayan bir mevzu olunca bir kaç filmlik bir mevzuya otomatik olarak sahip oluyorsunuz zaten.


Film ilginç bir şekilde İslami terörden giriş yapıyor ve bir intihar bombacısının bir marketi patlatmasını izliyoruz. Bunların Meksika sınırından insan kaçakçıları vesilesiyle girdiklerinden emin olan ABD hükümeti cevap olarak Graver'a (Josh Brolin) rakip cartelleri birbirine düşürerek iti ite kırdırma görevi veriyor. Bu operasyon için tekrar Gillick'in yardımına başvuran Graver, planın bir parçası olarak kartel patronlarından birinin kızını (Isabela Moner) kaçırmış süsü veriyorlar. Fakat bir noktasında illa ki ihanetle yüzleşen operasyon karakterleri beklenmedik yerlere sürüklüyor.
 

Öncülü gibi bu filmin de yazar hanesinde yer alan Taylor Sheridan Hollywood'un son yıllardaki gözdelerinden. Normalde akılda kalıcı karakterler üzerinden giden senaryolara imza atan yazar burada farklı bir yaklaşım sergilemiş. İlk filmde Del Toro, Brolin ve Blunt'ın karakter izlekleri hikayeye yön vererek organik bir akışa sebep olurken burada senaryodaki olaylar kişilerin önüne geçiyor. Gillick ile genç kızın birlikte sınırı geçmeye çalıştıkları süre zarfında aralarındaki baba-kız dinamiği üzerinden bu karaktere dair yeni bir şeyler söylenmeye çalışılmışsa da ilk filmin üzerine çok da bir şey konulamamış, kendi var oluş sebebine ihanet ediyor film bir nevi. Ayrıca Don Winslow gibi yazarları okumuş herkes bilir ki kartelleri merkezine alan, özellikle birbiriyle çatıştırma amaçlı operasyonları konu edinen soluk kesici hikayeler anlatmak mümkün. Böyle olunca filmin olay örgüsü ve ritmi ister istemez bir hayal kırıklığına sebep oluyor. Memleketi İtalya'da çektiği suç filmleriyle tanınan yönetmen Stefano Sollima eli yüzü düzgün bir hikaye anlatma yetisine sahip olsa da fazla ahım şahım bir yönetmeliği yok ama belli ki Sheridan performansından  memnun kalmış, senaryosunu yazdığı yeni filmi "Without Remorse"un iplerini de gene Sollima'ya teslim etmiş. 


"Sicario 2: Day of Soldado"nun öncülünden geri kalmayan bir tarafı varsa o da oyuncu kadrosunun performansları. Serinin emektarları Josh Brolin ve Benicio Del Toro gerçekten bir arada izlemesi keyifli bir ikili. Del Toro ile iyi bir dinamik kuran genç oyuncu Isabela Moner ve insan kaçakçılarından birini oynayan David Castaneda da izleyende olumlu bir intiba bırakıyorlar. Neticede izleyenden çok bir şey götürmüyor olsa da biraz kerameti biraz kendinden menkul bir film bu.
 

Salı, Eylül 18, 2018

Throwback Twenty: Saving Private Ryan+The Thin Red Line


"Er Ryan'ı Kurtarmak" 98'in Eylül ayında Türkiye'de gösterime girmişti, ABD'de gösterime girdikten 2 ay sonra. "İnce Kırmızı Hat"ın gösterime girişi ise bir sonraki yılın Şubat ayını bulmuştu, gene 2 ay kadar farkla.  O yılın ödüllerinde ikisi bir hayli kapışmıştı. Çoğu eleştirmen geriye dönüp baktığında 1998 yılına damga vurmuş bu iki savaş filmi içinden -"SPR"ın kalitesini de teslim ederek tabii- "The Thin Red Line"ın muadilinden üstün olduğunu iddia etmekte. Şahsi kanaatim ise bunun tam aksi yönünde.


Terence Malick 70'lerde çektiği 2 filmle efsane olmuş, sonrasında ise 20 yıl süren bir sessizliğe bürünmüş bir yönetmen. O sebeple "İnce Kırmızı Hat"ın çekileceğini duyan çoğu yıldızın Malick'le çalışmak için sıraya girdikleri bilinen bir gerçek. Seyirciler için bu ayrıntının önemi ise Malick'in önceki filmlerine yetişmemiş, başka mecralarda da izleme olanağı bulamamış bizim gibi o dönemin genç sinemaseverlerinin Malick sinemasıyla tanışmalarının ilk bu filmle gerçekleşmiş olması. O yüzden bir çoğumuz John Toll'un muhteşem görüntüleri eşliğinde savaşın ortasında sıkışıp kalmış askerlerin iç geçirişlerine, düşüncelerine tanıklık etmekten büyük keyif almıştık vakti zamanında, daha önce görmediğimiz bir şeydi bu. Fakat Malick'in kariyerinin "İnce Kırmızı Hat"tan sonra aldığı şekle tanıklık etmiş birinin bu yokuş aşağı gidişinin ayak izlerini bu filmde görmemesi imkansız.  İlk dinlendiğinde etkileyici gelen felsefik sorgulamaların bugün kulağa kasıntı ve gösterişçi gelmesinden tutun da Ben Chaplin'in karakterinin karısına dair flashbacklerde olduğu gibi nerede duracağını bilemeyen bir kamera kullanımı ve oyuncuların birbirlerine boş boş jest ve mimikler yapması gibi nice ayrıntının sonraki yıllarda Malick'in filmleri istila edip çekilmez kılan noktalar olduğu bir çok sinemaseverin gözünden kaçmayacaktır.  Gerçi bugün Malick'i modern sinema filozof-ozanı olarak gören de çok ama yakın zamanda katıldığı bir söyleşide sıradaki filminde bugüne kadar benimsemiş olduğu tarzını değiştireceğini ve daha senaryoya sadık bir yaklaşım güdeceğini düşünürsek kendisinin de gidişatından çok memnun olmadığı sonucuna varılabilir herhalde.



Filmlerini senaryoya sadık kalarak değil de çekim ve kurgu esnasında ortaya çıkarmasıyla bilinen -ki filmlerinin lüzumsuz derecede uzun olması da bunun yan ürünlerinden biri-, bu yüzden çoğu yıldız ismin çekimlere iştirak etmesine rağmen filmlerinde yer almaması ya da cameo statüsüne düşmesiyle ünlü Malick'in, burada başta uyarlanan kitabın yazarı James Joyce temel alınarak oluşturulmuş, Adrian Brody'nin canlandırdığı karakter üzerinden filmi şekillendireceği düşünülürken, sonrasında hikaye çatısını Jim Caveziel'in canlandırdığı karakter üzerinden kurduğu çokça anlatılan bir anektod filme dair. Geçenlerde youtube'da filmden kesilen aktörlerden Mickey Rourke'un Caveziel'le olan kısacık sahnesini izledikten sonra söyleyebilirim ki, Rourke'un o 2 dakika içerisinde sergilediği oyunculuğu tüm filme yayılmış halini görememek büyük bir hayal kırıklığı, zira canlandırdığı keskin nişancı karakterinin hikayesi şahsen filmde gördüğüm çoğu karakterden daha fazla merak uyandırdı bende. Ama ne yazık ki şu aşamada bunları izleme imkanımız yok. Malick'in ilgi çekici bulduğu kişi ve hikayelerin seyirci olarak bende karşılık bulmama olasılığı yüksek, kim bilir sonraki filmlerinde de daha böyle nice performanslar ve karakter çalışmaları heba oldu. 


Buraya kadar yazdıklarımdan sanki filmi komple gömüyormuşum gibi anlaşılabilir, öyle bir niyetim yok. John Toll'un görüntü yönetimi her zaman olduğu gibi üst düzey. Başta Elias Koteas, Nick Nolte ve Sean Penn olmak üzere filmde görünebilmeyi başaran çoğu aktör kalbur üstü iş çıkarmışlar. Savaş fonunda aktörlerin varoluşlarını sorguladıklarını görmenin 20 yıl sonra etkisi azalmış olsa da tümüyle ortadan kalkmış değil, belli bir şiirsellik düzeyini hala koruyor film ki Malick'in hakkını teslim etmek lazım o noktada. Söylemeye çalıştığım filmin kötü olduğu falan değil zaten, sadece hatırlığımız bir çok iyi özelliğinin yönetmenin sonraki filmlerini izlemiş bir izleyici için aynı etkileyiciliklerini muhafaza etmesinin zor olabileceği.



Öte yandan Spielberg'in filmini 20 yıl önce şahane yapan tüm hususiyetleri bugün hiç eskimemiş olarak yerindeler. Zamanında beraber izlediğim arkadaşlarımı ve beni film arasında "o neydi ya öyle" dedirten Omaha çıkışı sahneleri bugün ilk kez filmi izleyen biri için de aynı vuruculuklarını koruyorlar. Hatta bu sahnelerdeki yönetmenlik gösterinin son 20 yılda bir çok kez taklit edilmeye çalışıldığını ama henüz aşılamadığını söylemek mümkün. Filmin basit ve kolay  takip edilebilir hikayesini fona alan, makul bir çoğunluğu çatışma sahnelerinden müteşekkil uzun bir muharebe filmi olması filme bir sadelik ve yalınlık katıyor. Silahların patlamadığı sessiz sakin anları da karakterlere ayırarak, her birine özenle ışıldayabilecekleri bir süre vermeyi ihmal etmiyor Spielberg. Bu sebeple bu adamlarla takılmak, aralarındaki geyiklere ortak olmak istiyor, başlarına bir şey gelir diye endişeleniyor, sağ salim evlerine dönebilsinler istiyoruz. Tam da bu noktada bir çok hayatın sebil gibi yitip gittiği bir ortamda bir adamın hayatı için bir tabur askeri riske atmanın değip değmeyeceği sorusunu da kafamıza başarıyla kazımayı beceriyor film. Janusz Kaminski'nin görüntüleri ve renk paletleri bugün 2.dünya savaşı deyince aklımıza beliren imajlar için bir veri noktası olmuş durumda. Ve oyunculuklar... Tom Hanks kariyeri boyunca bir çok unutulmaz role büründü ama Captain Miller benim gözümde canlandırdığı en unutulmaz karakter olarak kalacak muhtemelen. Taburundaki askerlere bir abi, bir baba ve bir lider olabilen, etrafındaki bataklıktan kurtulmanın yegane yolunun gerekirse daha fazla çamura bulanmaktan geçtiği gerçeğiyle yüzleşebilecek olgunlukta, ama aynı zamanda bunun getirdiği sonuçların getirdiği yükün altında da yer yer ezilen, son derece ince oluşturulmuş, şahane bir oyunculuk gösterisi. Hanks dışındaki oyuncular da karşılarındaki üstadın kalibresine ulaşabilmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Kariyeri uyuşturucu belasına çöpe gitmiş Tom Sizemore istediğinde ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu gösterebiliyor. Edward Burns'ün ne öncesinde ne de sonrasında bir daha böyle bir kaliteli işe imza attığını sanmıyorum. Her zaman ilgi çekici olmayı başarabilmiş karakter aktörleri Barry Pepper, Adam Goldberg, Giovanni Ribisi ve özellikle Jeremy Davies; kariyerlerinin başında olan bugünün yıldızları Vin Diesel ve Matt Damon, her biri filmin seyir kalitesini arttırıyorlar performanslarıyla. Bugün izlediğimde filmde bana yegane batan nokta, en can alıcı muharebe anlarında patlak veren komik anlar oldu. Bunlara komik demek ne kadar doğru, bunları filme dahil ederken seyircinin gülmesi mi amaçlanıyordu tam emin değilim ama  başına isabet eden kurşundan miğferi sayesinde kurtulan askerin şaşkınlıktan miğferini çıkarır çıkarmaz başından vurulması; Mellish'in Alman askeriyle canı için mücadele ederken odadaki ölümle can çekişen bir başka askerin üzerinde güreşmeleri gibi sahneler, filmin genel havasına bütünüyle zarar vermeseler de pek de oturmuyorlar. Kim bilir, belki de Spielberg tüm bu kan revanın ortasında Coenvari bir kara mizah yakalamaya uğraştı belki de..


"İnce Kırmızı Hat"ın "Er Ryan'ı Kurtarmak"tan üstün olduğu yegane nokta olan Hans Zimmer'in müziklerine de değinmeden yazı bitmesin. John Williams'ın "SPR" müziklerine dair akılda hiç bir iz kalmazken  "TTRL"ın seyirci üstünde oluşturmaya çalıştığı buğulu havayı belli ölçüde tutturabilmesinde en büyük pay Zimmer'e ait desek yanlış yapmış olmayız. Albüm bütün olarak Zimmer'in en iyi işlerinden sayılmaz, parçalar bir hayli uzun ve yer yer kendini tekrar eder mahiyetteler ama artık bugün bir klasik haline gelmiş "Journey To The Line" ve "Silence", belli ölçekte de "Lagoon" ve "Light" albümün hem büyük bir çoğunluğunu oluşturuyor, hem de unutulmaz kılıyorlar.

Çarşamba, Eylül 05, 2018

Mary Shelley


"Frankenstein"ı lisedeyken okuduğum hala aklımda. Korku romanı beklerken baya bildiğin trajediyle karşılaşınca hem şaşırmış hem de hoşlaştığımı hatırlıyorum. O zamandan bu yana romanı tekrar
okuma şansım olmadı ama sanmıyorum ki gücünden bir şey kaybetmiş olsun. Bu ölümsüz eserin yazılış öyküsü de en az roman kadar meşhurdur ve bir kaç filme konu olmuştur ama bu yazının konusu olan "Mary Shelley" tümüyle yazarın hayatına odaklanan ilk film olma özelliğini taşıyor muhtemelen. 

Film evlenmeden önceki adıyla Mary Wollstonecraft Godwin'in (Elle Fanning) gençlik yıllarından başlayarak Percy Shelley (Douglas Booth) ile tanışması ve çalkantılıklarla dolu birliktelikleri üzerinden ilerleyip "Frankenstein"ın yazılması ile son buluyor. Filmde izlediğimiz
Mary, feminizmin öncülerinden kabul edilen annesiyle hiç tanışamamış ama babası tarafından iyi yetiştirilmiş, içinde yazmaya dair bir tutku olsa da hala edebi sesini arayan bir karakter başlarda. Bu kendini bulma süreci Percy ile ilişkisi çerçevesinde gelişip nihayete eriyor ve Mary'nin etrafındaki sorumsuz ve narsist erkekler ekseninde yaşadığı hayal kırıklıkları ve trajedilerin "Frankenstein"ın yazımını temellendirdiği yönünde bir tasvire gidiyor film. 
 
 
 
Nette okuduğum kadarıyla bir çok tarihçinin bu noktada filme itirazları söz konusu zira filmde anlatıldığı gibi karısını, çocuğunu bırakarak Mary ile birlikte olan, sadakatten ziyade açık ilişkiye önem veren ve birliktelikleri süresince bir çok kadınla ilişki yaşamış birisi olan Percy Shelley aynı zamanda romanın yazılışı sürecinde Mary'ye en çok destek olan isim olmuş ve ikisi arasındaki ilişki filmde kurgulandığının aksine çok daha kompleks. Mary her ne kadar Percy'nin açık ilişkilerini tasvip etmemiş ve bu durum kendisinde elem ve kedere sebebiyet vermiş olsa da hiç bir zaman Percy'nin yanı başından ayrılmamış ve erken yaşta ölen şairin vefatının ardından eserlerinin basımıyla bizzat ilgilenerek kendisinin mirasını yaşatma uğraşı vermiş. Ha keza Percy de tüm kaçamaklarına ve parasal sıkıntılarına rağmen ölümüne değin Mary'nin yanı başında yer almış. Hayat hikayelerini okuyunca edinilen intiba yaşadıkları, yaşattıkları tüm acılara rağmen birbirlerine tutkuyla bağlı kalmış ve birbirlerinden hiç kopamamış iki insanın öyküsü oluyor. Öte yandan Suudi Arabistan'tan çıkan ilk kadın yönetmen olan Hayfa El-Mansur ve senarist Emma Jensen feminist bir yaklaşım gayesiyle Percy'yi komple gömerek Mary'yi etrafındaki erkeklere rağmen kendi kaderini çizen biri olarak resmetme yoluna gitmişler ama en nihayetinde kendi ayaklarına sıkmaktan da geri duramamışlar zira finali itibariyle filmin kadın karakterini kendisine acıdan başka çok az şey getirmiş bir erkekle tekrar birleşirken göstermenin kadınlar hakkında çok da olumlu bir mesaj verdiğini söylemek güç.  
 

Yönetmen El-Mansur yer yer gerekliliği tartışmalı kurgu numaralarına başvursa da elindeki materyali sarkıtıp ekşitmeden seyirciye aktarabiliyor ve eksikleri, yanlışları olsa da bu önemli tarihi kişilik hakkında akılda kalıcı bir portre oluşturduğu söylenebilir. Gotik bir romanın yazarı hakkındaki depresif bir hikayenin sahip olması gerektiği üzere karanlık bir renk paletine sahip filmin dönem tasarımı ve görüntü yönetmenliği de gayet başarılı fakat karakterlerin görünümleri fazla temiz,
fazla düzgün. Erkek karakterler tüm filmi saçlarında jöleyle geçiriyorlar neredeyse ve bu durum ister istemez seyirciyi hikayeden uzaklaştırıyor. Her rolüne enigmatik bir çekicilik katmayı başaran Fanning ve her zaman izlemesi keyif veren Stephen Dillane dışında oyuncu kadrosunun da akılda kalıcı bir iş çıkardıklarını söylemek güç. Yapım ekibinde beklentilerin üstüne çıkmayı başaran isimse filmin müziklerine imza atan Amelia Warner olmuş. Aktrislikten film müziğine geçiş yapmış nadir isimlerden olan Warner, filmin tonu ve duygusuna katkı yapabilen, kulak okşayan müziklere imza atmayı başarmış (soundtrack albümünde özellikle Mary's Decision, King's Cross, The Book ve Lost in Darkness dinlenilesi).
 
 

Shelley ve "Frankenstein"a dair ilgi alakası olan herkesin izlemesi gereken bir film olsa da anlatılanların tarihi arka planını az biraz okuyup incelediklten sonra filme o gözle bakmanın daha sağlıklı bir deneyim olacağını söylerek yazıyı noktalamak lazım. 
 

Pazar, Eylül 02, 2018

Film Çekmek:Yönetmenler İlk Filmini Anlatıyor


Yıllar önce İnkılap Yayınevi'nden çıkan "Ünlü Yönetmenlerden Sinema Dersleri" diye bir kitap vardı. Tim Burton, David Lynch, Woody Allen ve daha nicelerinin yönetmenlik zanaatı üzerine fikirlerini beyan ettikleri, okuması keyifli bir kitaptı. Hatta bunun yerli yönetmenler versiyonu da çıkmıştı Türk sinemasının duayenlerini barındıran. Onu okuma fırsatı bulamamıştım gerçi. Kitapçıda gezinirken rafta "Yönetmenler İlk Filmini Anlatıyor" ibareli bir kapak görünce aklım direk bu saydığım kitaplara gitti, benzeri bir şey herhalde diyerekten. Değilmiş. Yönetmenlerle Gazete Duvar kapsamında yapılmış söyleşilerin derlenmiş haliymiş karşımızdaki. Listedeki en tanınmış ve bence en uyumsuz isim Ezel Akay, zira yılların reklamcısı adam, halihazırda sektörün içinde yıllardır yer almış birisi, kendi de diyor zaten röportajında ilk film gerginliği diye bir şeyim olmadı diye. Akay dışında Emin Alper, Tolga Karaçelik, Hüseyin Karabey, Kazım Öz, Orhan Eskiköy diğer dikkat çeken isimler. Her biri geçmişleri, ilk filmlerine giden süreç, sinemasal esin kaynaklı vs. üzerine genelde etraflıca veaplar vermişler. Neredeyse her yönetmene sorulan sorular aynı, bir çoğu da sol tandanslılığı insanın gözüne sokan türden, bayıcı sorular ama gene de her yönetmenin bu sorulara farklı cevaplarını okumak ilginç. Bunun dışında Türk sinemasının sektörel durumu, belli türlerde film yapmanın mali külfetleri, finansman zorlukları üzerine edilmiş kayda değer kelamlar da mevcut. Film çekme utkusu olan herkesin ülkedeki sinema sektörü üzerine fikir sahibi olmasına yardımcı olabilecek türden faideli bir kitap.