Salı, Aralık 24, 2019

The Addams Family


Her ne kadar temeli 60'larda yayınlanmış bir çizgi film serisine dayansa da Barry Sonnenfeld'in yönetmenliğini yaptığı iki film sağolsun herşeyiyle 90'lara ait bir popüler kültür öğesi "Addams Ailesi". Zaten 90'ların sonunda yayımlanıp bir sezon ancak dayanabilen bir sit-com denemesinden sonra kimse de elini sürmemişti. 2010'da hakların el değiştirmesiyle yeni bir film çalışmalarına başlanmıştı ama onun prodüksiyon aşamasına gelmesi de 2017'yi buldu ve uzun bir aradan sonra bu garabet aile ile yeniden bir aradayız.


"Sausage Party" ile tanınan Conrad Vernon ve Greg Tiernan ikilisinin yönettiği film, düğünleri esnasında kızgın ahali tarafından köylerinden kovulan Addams'ların kendilerini kimsenin rahatsız etmeyeceğini düşündükleri New Jersey'ye taşınmalarıyla başlıyor. Yıllar geçtikçe genişleyen Addams'lar kusursuz bir muhit yaratma hedefiyle yola çıkmış bir reality tv sunucusunun ahaliyi galeyana getirmesiyle tekrar başladıkları noktaya gelme tehlikesiyle yüzyüze kalıyorlar.


Doğası itibariyle Burtonesk bir materyal olması sebebiyle "Corpse Bride" ve "Nightmare Before Chrsitmas"ı referans aldığı aşikar olan film ekibi, esinlenmeyi yaratıcılığa dönüştürmeyi becerememişler ne yazık ki. Yönetmen Vernon'un Dreamworks kökenli olmasının bir yan etkisi belki de bu, zira mevzubahis stüdyo işe yarayan formüllere dayalı basmakalıplığı yenilikçiliğe tercih etmesiyle bilinir oldu, ortaya koydukları filmlerin kalitelerindeki düşüşten bunu görebilmek de mümkün zaten. Bahsi geçen Burton filmlerindeki karakterler grotesk görüntülerine rağmen seyircide yeri geldiğinde sempati yeri geldiğinde de hüzün duygusu uyandırmayı başarıyorlardı, "Addams Family"deki karakterler iri gözleri ve devasa alınları ile sadece garip duruyorlar, bir sevimlilikleri yok. Gerçi karakterlerin tasarımında Addams'ların yaratıcısı Charles Addams'ın çizimleri doğrudan baz alınmış ama o kadar da doğrudan almasalar da olurmuş.
 

 
Bu algının oluşmasında senaryonun da katkısı var gerçi. Tim Burton'ın filmleri farklı olanın dışlanması üzerine bir şeyler söylemenin yanı sıra seyirciyi eğlendirmeyi de birlikte kotarabilen filmler olagelmiştir hep. "The Addams Family"  de aynı doğrultuda bir iki kelam etme potansiyeli varken değerlendirilmeyip tümüyle geyiğe odaklanılmış. Tercih olarak bunda bir anormallik yok esasında, hatta öncülü filmler ve diziler de düşünülünce daha ideal olduğu bile söylenebilir fakat film eğlendirmeyi de çok beceremiyor. Espriler ve komik olmaya yeltenen anlar çoğunlukla beklenen etkiyi uyandırmaktan uzak, havada kalan hamleler. Seslendirme kadrosunun başını çeken Oscar Isaac ve Charlize Theron'un performansları bana biraz fazla yapay geldi açıkçası ama Isaac'in Theron'a kıyasla daha kifayetli bir iş çıkardığı söylenebilir. Kadroda karakterine sesini en iyi veren Chloe Grace Moretz olmuş ki seslendirme konusunda artık ustalaşmış bir isim denebilir kendisi için. Bunun dışında söylenecek çok bir şey de yok, iyi kötü izlenen, izlendikten 10 dakika sonra da unutulması muhtemel bir yapım "The Addams Family".

Perşembe, Aralık 05, 2019

A Rainy Day in New York

 
Daha bir kaç yıl öncesine kadar Hollywood'un en saygın yönetmenlerinden biriyken bugün istenmeyen adam konumuna düşürüldü Woody Allen. Daha önce iki kez soruşturulup sonuca bağlandığı halde "metoo" yaygarası vesilesiyle tekrar pişirilip fırına sürülen üvey kızı Dylan Farrow'a yönelik taciz iddiaları yönetmenin kendisine ABD'de finansör bulamamasına, çektiği filmleri de gösterime sokamamasına neden oldu. Eski eşi Mia Farrow'un psikolojik sorunlarla dolu geçmişi ve Allen'ın üvey oğlu Moses Farrow'un Allen'ı aklayan açıklamalarına rağmen kimsenin madalyonun diğer yüzüne bakmaya gönlü yok. Bu sürecin kurbanlarından biri de Allen'ın sondan bir önceki filmi "A Rainy Day in New York".
 

Zengin aile çocuğu Gatsby'nin (Timothee Chamelet) gene bir zengin aile kızı olan Ashleigh (Elle Fanning) ile birlikte Manhattan'a bir günlük yolculuklarının hikayesini anlatıyor film. Gatsby'nin niyeti hastası olduğu şehrin güzelliklerini New York'un yabancısı olan kız arkadaşına gösterebilmek, romantik bir gün planlamış durumda. Ashleigh'nin gündemi ise çok farklı. Üniversite gazetesi için ünlü yönetmen Roland Pollard (Liev Schreiber) ile bir röportaj ayarlamış durumda. Fakat yeni filminden hiç de memnun olmayan yönetmenle röportaj hiç de iyi gitmiyor ve akabinde bir çok Hollywood figürü ile yolunun kesişeceği bir durum için de buluyor kendini Ashleigh . Kız arkadaşıyla hayal ettiği günü geçiremenin hayal kırıklığını yaşayan Gatsby'nin karşısına ise geçmişten bir arkadaşı (Selena Gomez) çıkageliyor ve olaylar müstehzi bir edayla gelişiyor.


50 yıllık kariyerine muhtemelen bir o kadar film sığdırmış olan Allen'ın her filmi aynı kaliteyi tutturamıyor, hatta bir çok kötü filme imza attığı da iddia edilebilir. Bu kadar geniş bir kariyer söz konu olunca çok da şaşılacak bir şey değil. Diğer taraftan şurası da bir gerçek ki yönetmenin iyi film yağtığında onun "iyi"si bir çok iyi filmden daha başka bir seviyede oluyor, bkz. "Midnight In Paris". "A Rainy Day.." o derece iyi bir değil ama yönetmenin son yıllardaki en başarılı işi muhtemelen, o yüzden çok fazla insan tarafından görülmesine imkan verilmeden geçip gitmiş olması üzücü. Filmde yer almış omurgasız Timothee Chamelet ve Rebecca Hall gibilerinin Allen'la çalışmış olmaktan duydukları pişmanlığı dillendirmeleri de işin tuzu  biberi.
 

Düşününce aslında hiçbirşey hakkında bir film "A Rainy Day". Esas oğlan Gatsby içinde büyüdüğü çevrenin ritüellerinden ve kendisine yönelik beklentilerinden yılmış durumda. Annesi nezdinde temsil edilen bu süperegoyla mücadelesinde isyan biçimi olarak kumarbazlığı ve annesinin partisinden kaçmak için gösterdiği türlü cambazlıkları seçen bir karakter. Fakat dünyadaki türlü problem ile kıyaslandığında o kadar tırıvırı sıkıntıları var ki çocuğu tokatlayasınız geliyor izlerken.  Filmin bir noktasında Selena Gomez'in karakteri tarafından söylenen "madem o kadar şikayetçisin, ailenin servetini reddet, kendi yolunu bul" minvalindeki sözlerine ebleh ebleh bakışını görünce bu his daha da pekişiyor. Diğer taraftan şunu da idrak etmek mümkün, hoşumuza gitse de gitmese de Gatsby'nin gerçekliği bu ve problemleri de bu gerçeklik dahilinde problemler. Ait olmadığı dünyaların sıkıntılarına duyar kasıp vicdanlarını rahatlamya çalışan zengin liberallere nispetle daha samimi ve net bir duruşu var, Holden Caulfield'ın Timothee Chamelet bünyesinde tecessüm etmiş daha sempatik versiyonu gibi. Woody Allen filmlerinde kendisinin önceki filmlerinde hayat verdiği bir çok karakterin izlerini de görmek mümkün. Filmin başarısı, benim nezdimde en azından, parçası olmadığım bir dünyaya ait bir karakterin varoluşsal sıkıntılarını bana izletirken irrite etmeksizin kendi gerçekliğimden keyifli bir kaçış imkanı sunarken aynı zamanda bambaşka mevkilerin insanı olduğum bu karakterle yer yer özdeşleşme yapmamı da sağlayabilmesi. Neticede ait olduğumuz toplumsal tabakanın bizden beklentilerinin yarattığı boğulma hissinin neye benzediğini bilmek için Manhattanlı zengin bir ailenin çocuğu olmaya gerek yok. 

Allen'ın önceki filmlerine nazaran daha genç oyunculardan müteşekkil oyuncu kadrosunun merkezindeki Chamelet-Fanning-Gomez üçlüsünün içinde ilginç bir şekilde en sırıtan Elle Fanning. Normalde büründüğü rolün hakkını fazlasıyla verebilen bir aktris olmasına rağmen buradaki oyunculuğu biraz fazla manik, içine düştüğü durumlara gereğinden fazla eli kolu havada tepkiler veren bir performans. Karakterinin yazılımıyla da alakalı bir sorun tabii bu, ordan oraya kendini sürükletip herkese mavi boncuk dağıtan itici bir tipe hayat veriyor. Chamelet bu filme kadar lüzumundan fazla abartıldığını düşündüğüm bir oyuncuydu ama hakkını yediğimi gördüm, yetenekli kerata.  Kastın emektar isimleri Jude Law, Liev Schreiber, Cherry Jones her zamanki gibi çok iyiler, özellikle Jude Law yaşı ilerledikçe daha olgun bir oyuncuya dönüşüyor. Allen'ın son 2 filminde beraber çalıştığı usta görüntü yönetmeni Vittorio Storaro (Apocalypse Now, Last Tango In Paris) filmin dünyasını daha da renkli hale getirerek filmin sıcaklığına katkıda bulunmuş ve kasta destek çıkmış. Son tahlilde hakettiği ilgiyi görmemesine takılmayıp şans verilmesi gereken bir yapıt "A Rainy Day In New York".
 
 

Perşembe, Kasım 21, 2019

Mindhunter Sezon 2


Sinema tarihinin en sevdiği türlerden olan seri katil filmlerine Se7en gibi bir klasik eklemekle yetinmeyip gene türün en sıra dışı ve kalburüstü örneklerinden biri olan Zodiac’a da imza atmış olan David Fincher’ın anlatacağı bir başka seri katil hikâyesine hayır demek hayli güç. Öte yandan Mindhunter projesi ilk duyurulduğunda ünlü yönetmen acaba kendini tekrar ediyor olabilir mi düşüncesini de birçok sinemasever dillendirmişti. 2017 yılında Netflix’te yayınlanan ilk sezonu bitirdikten sonra herkes idrak etti ki Mindhunter, “Se7en”dan çok “Zodiac”a yakın; hatta “Zodiac”ın daha uzun süreli ve daha yavaş akan bir türeviydi.


Seri katillerin kafa yapısını çözmeye çalışarak suçun doğasına dair net bir fikir edinmeye çalışan iki FBI ajanının hikâyesi neredeyse tamamıyla diyaloglardan kuruluydu. Genelde de aynı ya da birbirinin benzeri mekânlarda (FBI binası, hapishaneler, oteller, karakterlerin evleri vs…) geçiyordu. Seri katil lafını duyunca gerilim dolu dakikalar geçirmeyi bekleyenleri hayal kırıklığına uğratan dizi, tek beklentisi bu olmayan izleyiciler içinse ilginç bir seyir deneyim sunmuştu. Mevzu seri katiller olduğu için diyalog ağırlıklı işleyiş seyirciyi sıkmıyordu, üstelik diğer Netflix serilerine kıyasla bölüm sayısı da makuldü.


Ağustos 2019 içerisinde izleme imkânına kavuştuğumuz ikinci sezonda gene Fincher’ın bilfiil elini taşa koyduğunu görmek güzel. Acaba House of Cards’ta olduğu gibi ilk sezondan sonra projeyi birilerine devredip gider mi diye düşünenleri yanıltarak diziye desteğini sürdüren yönetmenin beyanatlarına bakılırsa 5 sezona kadar hikâyeyi götürme niyeti var. Amerika’daki seri katil bolluğunu göz önüne alınca bunu gerçekleştirmekte çok zorlanacaklarını düşünmek zor olsa da bir noktada diziye değişik hikâye katmanları eklemeleri gerekiyordu. Ki bu sezon genelde bunun temelini atmakla geçmiş gibi duruyor. Bu gayrette ne derece başarılı olunduğu ise ayrı bir konu.


İlk sezonun bittiği noktadan hikâyeyi devam ettiren dizi Jonathan Groff’un canlandırdığı başkarakter Holden’ın kendini bulduğu pozisyon ve Holden, Bill Tench (Holt McCallany), Wendy (Anna Torv) üçlüsünden müteşekkil merkez grubun kendi içindeki çekişmeler gibi ilk sezon finalinde ucu açık kalmış noktaları; ilk bölüm itibariyle bağlayıp bir daha da değinmiyor. Yazar grubunun bunların üzerinde fazla durmayarak hikâyeyi başka noktalara sürüklemek istemeleri anlaşılabilir olsa da seyirciye karakterlerin yolculuğuna etki edecekmiş gibi yansıtılan bu bağlantıların üstünkörü geçiştirilerek noktalandırılması bir hayli garip kaçmış.


Bahsettiğimiz ana üçlünün içinde Holden’ın özel hayatı ilk sezonun önemli bir parçası olmuş. İkinci sezonda spot ışıkları ise Bill ve Wendy’nin üzerine döndürülmüş. İlginç bir şekilde Holden’ı sadece eldeki vakalarla alakalı olarak görüyoruz, başkaca da hayatında olup biten bir şey yok. Hikâyenin merkezi olarak takip etmemiz beklenen biri için garip bir tercih. Wendy ile alakalı kısımlar son derece sıradan bir özel ilişkiden öteye gidememiş. Bill Tench bölümleri ise karakterinin evlatlık oğlu bazında yaşadığı ailevi sıkıntılar sezonun en parlak öğesi olmayı başarmış.


Sezonun ilk yarısı öncülü gibi ünlü katillerin mülakatlarıyla geçiyor ki dizinin başarısını sürdürdüğü bölümler buralar. İlk sezonda hayranların favorilerinden biri haline gelen Edmund Kemper (Cameron Britton) ile sadece bir kez muhatap olabilsek de Son of Jack, Elmer Weyne Henley, Tex Watson ve Charlie Manson gibi iz bırakmış katillerle ilgili sahneler, müthiş oyuncu seçimleri sayesinde gene dört dörtlük olmuş. Tarantino’nun filmi “Once Upon A Time In Hollywood”da da Manson’ı canlandırmasıyla ses getiren Damon Herriman; o filmdeki diyalogsuzluğunun acısını “Mindhunter ”da çıkarmış. Amiyane tabirle döktürmüş.


70’lerin ikinci yarısında ülkeyi bir hayli meşgul eden “Atlanta çocuk cinayetleri” sezonun ikinci yarısını kapsıyor. Bu kısım itibarıyla dizi seri katiller üzerine bir fikir teatisinden daha ziyade bir “whodunnit”e dönüşüyor. Olayların tarihe mal olmuşluğunu düşününce bu da garip bir tercih olarak geldi bana. Çünkü mevzuya hakim birçok izleyici hâlihazırda katilin kimliği, olayın sonuçlanışı hakkında fikre sahip. Hal böyleyken vakanın etrafına bir gizem perdesi örmeye çalışarak sezonun yarısını buna vakfetmek biraz zaman kaybı olmuş kanaatindeyim.

Mindhunter 2. Sezon

9 bölümlük sezonun ilk 3 bölümüne imza atan Fincher sonrasında bayrağı sırasıyla “The Assassination of Jesse James” ile Oscar adayı olmuş Andrew Dominik ve Denzel Washington filmi “Out of Time” ile hatırlayabileceğiniz Carl Franklin’e devretmiş. Onlar da Fincher’ın dizide tutturduğu yetkin ama fazla göze batmayan sade üslubunu sürdürmüşler. Tiyatroculuğuyla ün yapmış, Conrad McCarthy’nin romanından uyarlanan 2009 yapımı “The Road”un senaryosuna imza atarak sinema dünyasında da ses getirmiş Joe Penhall dizinin showrunner pozisyonunda. Charlize Theron’un kurucusu olduğu Denver & Delilah Productions dizinin yapım şirketi ve Fincher ile birlikte Theron da dizinin sorumlu yapımcıları arasında yer almakta.


Her ne kadar ilkinin gerisinde kaldığını düşünsem de piyasadaki birçok yapımdan çok daha kaliteli bir dizi Mindhunter. Şu ana kadarki pozisyonu Fincher’ın ismi sayesinde kazanmış gibi bir duruşu var. Ne ödül törenlerinde ne de ne internet mecrasında çok ses getirebilmiş durumda. Ama bu ilgiden çok daha fazlasını hak ettiği aşikâr.