Perşembe, Şubat 28, 2019

Rise of The Tomb Raider (2015)


Geçtiğimiz yıl çıkan "Shadow..." ile son bulan Tomb Raider üçlemesinin ikinci oyununu ziyaret etmek için bundan daha ideal bir zaman olamaz diye düşündüm. Cepheden bakınca biraz saçma bir düşünce, ilk oyundan başlamak varken neden 2.oyun yani?.. Sebebi şu ki,ilk oyunu zaten iki kere oynamışlığım var. Yani problem değil, bir kere daha oynayabilirim büyük bir keyifle, benim için tüm zamanların en iyi oyunlarından biridir "Tomb Raider". Ama gel gör ki zaman denilen mefhum sınırlı bir kaynak ve idareli kullanılması gerekiyor, dolayısıyla ben de daha önce 2 kere oynadığım oyunu değil de bir kere oynadığım oyunu tekrar oynamaya karar verdim. Etkin zaman kullanımı benden sorulur.

"Rise of The Tomb Raider" malum, Lara'nın Sibirya illerinde bir "ilahi kaynak" peşinde koşmasının hikayesi.. İstanbul menşeli bir peygamberden yadigar, ölümsüzlük bahşeden bir şey bu "kaynak". Trinity denen örgüt de aynı şeyin peşinde, Konstantin ismindeki ele başları bu cismi ele geçirip ölümün eşiğindeki kız kardeşi Ana'ya yardım etmek istiyor. Bu Ana, aynı zamanda Lara'nın analığı; zamanında Lord Croft'a sokulup Trinity'ye casusluk yapmış bu kaynağın keşfi için. Croft da böyle bir araştırması olduğundan dünya kamuoyuna bahsettiğinde dalga konusu olduğu için intihar etti diye biliyor Lara, ama Ana vesilesiyle kazın ayağının öyle olmadığını da görmüş oluyoruz. Her halükarda ister babasının ölümünün gizemini çözmek olsun ister babasının adını aklamak olsun, bu kaynağı bulmak için yeterince kişisel nedeni var Lara'nın. Bu süreçte Trinity'yle mücadele halinde olan bölge halkı ve liderleri Jacob'la müşerref oluyoruz,vesaire vesaire.. Belli bir hikaye kaynağı var, kurmuşlar dünyayı bir şekilde, özellikle sağda solda bulduğumuz tarihi yazıtları falan okumak hem keyifli hem de oyunun mitolojisini zenginleştiriyor ama Tomb Raider serisine dair kayda değer olmayan bir yön varsa o da karakter tasarımı. Hepsi o kadar boyutsuz, sıkıcı karakterler ki,özellikle de Lara... Tüm oyun tarihinin en ikonik karakterlerinden birinden bahsediyoruz ama en ufak bir akılda kalan kişilik özelliğini göremiyoruz seri boyunca. Eski oyunlarda seks sembolü hüviyetindeydi, yeni oyunu yapanlar yaklaşımlarını bunun tam tersi yöne oturttular eyvallah ama öyle ya da böyle eskiden Lara'yı Lara yapan bir şey vardı, şimdi türlü akrobatik yeteneğe sahip bir dişi süpermenden öte bir hüviyeti yok. Camille Luddington'ın performansı durumu bir nebze toparlıyor olsa da ufak tefek kişilik özellikleri eklemek suretiyle unutulmaz hale getirilmiş o kadar oyun karakterinin arasında Lara gibi anlı şanlı bir karakterin iyi ele alınamamış olması yazık ve de ziyan resmen. Üstelik elde böylesine iyi yapılmış bir oyun varken.


Hikayeciliğe dönük eleştiriler bir yana ilk "Tomb Raider"ı oynarken de akılda kalan şey Lara ve serüveni değil şahane mekanikleriydi, bu oyunda da durum değişmiyor. İlk oynadığım zaman beklediğimi bulamama gibi bir hissiyata gark olmuştum ama muhtemelen ilk oyunun beklenmedik bir şekilde insanı afallatan iyiliğinden ileri gelen bir durummuş zira ilki kadar olmasa da ona yaklaşan derece şahane bir oyun deneyimi sunan bir oyunla karşılaştım ikinci seferde. Tomb Raider'ların en sevdiğim yönü türlü maceraya gebe şahane güzellikte doğal ortamlarda serüvenden serüvene atlama duygusu. Ok, pompalı, makineli tüfek ve tabancayla çeşit çeşit aksiyon sahnesinin içinde yer alıp türlü akrobatik hareketle yükseklik korkumu depreştirmesi hissine hastayım diyebilirim. Sibirya'nın soğuğu yerine daha sıcak iklimlerde takılmayı tercih ettiğimi görmek ilginç oldu zira Lara titredikçe onun yerine bn üşüyordum resmen. Neyse ki oyunun ileriki bölümlerinde kara batıp çıkmadığımız ortamlarda daha çok takılıyoruz, ama buz oyunun her daim önemli bir parçası. 


Öncülü ve ardılında olduğu kadar soluk soluğa koşarak canımızı kurtardığımız bir felaket filmi sahnesi yok bu oyunda, QTE'ler zaten komple terk edilmiş, tek tük vardıysa da hatırlamıyorum. Boss dövüşleri de görece daha kolay diğerlerine göre, özellikle final boss. Tomb'ların hepsine uğramadım ama keşfettiklerim de çoğunlukla keyif veren bulmacalardı, vakti boşa harcıyorum bir an önce hikayeye döneyim hissini vermediler hiç. Combat mekanikleri bu oyunda da canavar, ama Lara'nın böyle eğilip bükülerek yürümesi sağa sola atlayıp zıplarken yer yer sinir bozucu olmuyor da değil. Oyunu düşük ayarlarda rahatlıkla oynayabildim, bilgisayarımın yaşı ve oyunun yaşı arasında çok fark olmadığı düşünülünce gönül isterdi ki yüksek kalitede oynayabileyim ama neredeyse hiçbir Assassin's Creed oyununu rahatça oynamayı başaramadığımı düşününce buna da şükür diyebiliyorum ancak. Muhtemelen benim beceriksizliğimden ileri gelen bir durum da şu ki gamepadle oynarken nişan almakta bir hayli zorlandım ve birkaç denemenin akabinde pes edip mouse-klavye ikilisinin kollarına bıraktım kendimi. 


"Baba Yaga: Temple of The Witch" DLC'si oyunu gerçekçiliğine meydan okur gibi yapan saykedelik bir deneyim sunup yer yer korku filmi sularına seyrediyor ama sonunda kökü Gulag'lara uzanan ilginç bir öykücük de sunuyor. "Blood Ties" ise Lara'nin doğup büyüdüğü köşk içerisinde bilmediği aile sırlarını keşfettiği ufak bir hikaye eşliğinde bir tomb bulmacası,herhangi bir combat yok, combat için expeditions bölümünde aynı hikayenin ucubeli versiyonuna gitmeniz lazım, bana vakit kaybı gibi göründü, baktım geçtim. Expedition'lar içinde yer alan "Cold Darkness Awakened" ise Tomb Raider içine yedirilmiş bir walking dead deneyimi sunuyor bir nevi ama o da çok üzerine vakit harcanacak bir bölüm değil.


Eklemeleri ve kaplamalarıyla doyurucu bir oyun deneyimi sunmayı başarabilmiş bir oyun "Rise.." son tahlilde, bunu ikinci oynaşımda daha net görmüş oldum. Hikayedeki keşif duygusuna gösterilen özeni aynı ölçüde karakterlerini daha kanlı canlı hale getirmeye de uğraşsaymış mükemmel ötesi bir işe imza atacakmış Crystal Dynamics ama geçti gitti tabi. Sonrasında bayrağı Eidos Montreal'e teslim ettiler zaten. Gene de oyuncu alemine ilk muhteşem "Tomb Raider" oyununu armağan ederek bu güzel seriye kapı araladıkları kendilerine şükranlarımı da sunuyorum naçizane. 

Perşembe, Şubat 21, 2019

Creed II



"Rocky 4"ü sevmem bile aslında. Çok sevdiğim ve izleyerek büyüdüğüm bir serinin en zayıf halkasıdır bence. Bill Conti bile yok, "Rocky V"ten bile daha zayıf bir film. Tüm o cıvık cıvık hamasiliğinden bahsetmiyorum bile. Ama diğer yandan seveni de çok ve "Creed"e bir devam filmi çekilecekse gidilebilecek ilk referans noktası olacak film de o, bunu idrak etmek zor değil. Rocky 4"ün bir gün kendisinden daha iyi bir filme temel teşkil edeceğini görmek de varmış kaderde.

Ryan Coogler'ın şahane filminin kaldığı yerden sazı eline alıyor "Creed 2". Adonis Creed ağır siklet şampiyonluğuna oynuyor, kız arkadaşıyla işleri ciddileştirme aşamasında, her şey yolunda yani. Ta ki geçmişin gölgesi üzerilerine düşene kadar. Rocky'ye maç kaybettikten bir daha eski haline gelememiş Ivan Drago yegane oğlu olan Victor'u bu hayal kırıklığının gazıyla bir boksör olarak yetiştirmiş ve hiç ummadıkları bir şekilde ortaya çıkan Creed Jr.'ı kendisinin oğlu vesilesiyle eski günlerine dönmesi için altın tepside sunulmuş bir fırsat olarak görüyor. Creed için de yetim çocukluğunun acısını çıkarabilecek bir başka hedef oluyor Victor. Aslında hem "Rocky 2" hem de "Rocky 3"ün hikaye yapısına fena halde yaslanan ama yaptığı ufak dokunuşlarla dramatik derinliğini arttırabilmiş bir senaryo var karşımızda. Drago ailesi filmin en başarılı tarafı; yenilmesinin ardından sadece saygınlığını kaybetmekle kalmamış karısı tarafından da terk edilmiş Ivan Drago tüm bu hayal kırıklıkları, yüz üstü bırakılmışlık duygusu içerisinde oğlunu tek başına yetiştirmiş, onun kendisinin yaptığı hataları yapmayan, kaybetmeyen bir dövüşçü olması için uğraşmış, bir nevi tüm anne babaların yaptığı gibi çocuğunu kendisinin olamadığı şeyleri kovalasın diye programlamış. Oğlu Victor'un hayatı da kendisinin bir parçası olmadığı bir müsabaka yüzünden dağılmış, hem annesiz kalmış hem de babasının yenik psikolojisiyle muhatap olarak büyümüş. İkisi de kanlı canlı, elle tutulur problemleri, travmaları olan, derinlikli karakterler haline dönüşmüşler. 30 yıl önce tam bir robot gibi sunulmuş bir karakterin bu halde portrelenmiş olması nereden bakarsanız bakın ilginç bir deneyim, o kadar ki keşke film bu karakterlerle daha fazla zaman harcasaydı diye düşünüyorsunuz film bittiğinde. Bu durumun oluşmasında oyuncuların katkısı da büyük. Dolph Lundgren yıllanmış bir şarap gibi, yaşıyla orantılı ve boyutları olan karakterlere büründüğünde ne kadar etkileyici olabileceğini gösteriyor. Geçtiğimiz yıl "Aquaman"de de rol alarak belli bir sükse yaptı,inşallah bu ivmesini kaybetmez. Ama filmin esas yıldızı Florian Munteanu. Hem fiziksel olarak resmen perdeyi kaplayan bir görselliğe sahip hem de yukarıda bahsettiğimiz yetim ve buruk çocukluğun izlerini bakışlarına yansıtabilmeyi başarmış, etkileyici bir oyunculuk performansına da. 


Creed cephesi de psikolojik olarak iyi ele alınmış, en azından erkekleri. Adonis hem intikam hırsıyla tutuşuyor hem de aynı akıbete maruz kalıp kalmayacağının şüphesiyle cebelleşmekte,özellikle yeni kurmakta olduğu çekirdek ailesini düşününce. Rocky zaten aynı travmayı yeniden yaşamamak için tümüyle muhalif bu karşılaşmaya. İkisinin de içine düştükleri çelişkileri idrak edip hak vermenizi sağlıyor film. Creed'in kız arkadaşı ve annesi için aynı yönde bir gayret gösterilmemiş maalesef. Kocasını bir boks maçında kaybetmiş bir kadının oğlunun da benzer bir yolda ilerlediğini görürken biraz daha tedirgin olmasını bekliyor insan. Hakeza Tessa Thompson'ın karakteri de tüm o maç draması ve üstüne yeni bebeğin gelişinin arasında yeterince iyi işlenememiş. Ama gerek Phylicia Rashad gerek Thompson ellerindeki malzemeyle iyi iş çıkarmışlar. Michael B.Jordan da artık bu filmle star kumaşına sahip sahip olduğunu tescillemiş, en azından benim gözümde. Çok devasa batırmadığı müddetçe geleceğin Denzel'ı gibi duruyor desem abartmış olmam herhalde. Milo Ventimiglia ve Bridgette Nielsen'in cameoları da hoş birer dokunuş filme dair.


Stallone Rocky rolünde her zaman olduğu gibi bilge ve sevecen, her "Rocky" filminden sonra olduğu gibi burada da keşke daha fazla vakit geçirebilsek denilen bir performans sergilemiş. Yarattığı karakterin 40 yılı aşkın bir süre sonra yeni bir serini oluşumuna yol verdiğinin gururu ve bilinciyle bir nevi farewell moduna sokmuşlar karakteri ki kendi de geçenlerde artık bunun son rodeosu olacağı yönünde bazı ifadeler kullandı. Zirvedeyken bırakmak en iyisi tabi. Ama oğlu ile olan ilişkisinin kopuk tasvir edilmesi kötü bir hikaye hamlesi. "Rocky Balboa"da zaten iki karakterin tekrar bir araya gelişleri güzel bir şekilde tasvir edilmişti, "Creed" tüm o kanser muhabbeti esnasında Rocky Jr.'a yer vermeyerek bunu yerle bir etmişti, bu film iyice tüy dikmiş. Tamam Creed filmlerinin süre giden baba-oğul temasına uygun hale getirmek istemişler ama olmamış.



Hikaye yapısının iyi kurulduğunu düşünsem de filmin yumuşak karnı olan kaptan koltuğu bu artıları biraz gölgede bırakıyor. Şöyle ki Steven Caple bir Ryan Coogler değil. Dövüş sahneleri ve antrenman montajları bir Rocky filminin olmazsa olmazlarıdır ve ilk filmde Coogler müthiş kotardığı bölümlerdi bu sekanslar ama devam filmi bu alanda insanın hevesini kursağında bırakıyor. Başta kendi yöneteceği duyurulan Stallone hiç ipi elden bırakmasaymış keşke dedirtmedi değil. Hadi dövüşler bir şekilde idare etse de antrenman kısımları resmen hayal kırıklığı. Bu noktada suç ortağı da filmin müziklerini yapan Ludwig Goransson. İlk filmde "Fighting Strong" gibi parçalarla izleyicinin kanın kaynatmayı başarmıştı ama burada sahnelerin gücünü azaltma başarısına imza atmış. Ve ilk filmde arada bir şekilde iyi kaynayabilmiş Hiphop ve R&B dokunuşları bu filmde kulak tırmalar hale gelmiş. Final maçında Adonis'in önünde şarkı söyleyerek ringe giren Tessa Thompson'ın filme eklediği rüküşlük ve amelelik hissiyatına hiç girmeyelim zaten.


Ama gene de hemen hemen her alanda öncülünün gerisinde kalmayı başarsa da ayaklarının üstünde durabilen ve seriyi olumlu yönde ileriye taşıyabilen bir film "Creed 2". Özellikle final maçının neticesi dokunaklı ve anlamlı olmuş. Dolph Lungren'in geçenlerde bir röportajında bahsettiği bir kesilen sahne var ki keşke çıkarılmasaymış dedim okurken. Herhalde Drago'ya dair uzun vadeli bazı planlar söz konusu ki eklememeyi tercih etmişler. "Rocky" de nemesis ini dosta dönüştürerek hikayesini kan eklemeyi başarmıştı. Bakalım "Creed" ne yönde bir seyir izleyecek.

Salı, Şubat 12, 2019

No Sleep Til Christmas


Genelde mevzusu çok ilgimi çekmedikçe televizyon filmlerini çok izlemem ama bazen beklenmedik sürprizlere de gebe olabiliyorlar. Odette ve Dave Annable çiftinin sosyal medya hesaplarından haberdar olduğum Freeform filmi "No Sleep Till Christmas"  da benim için böylesi tatlı bir sürpriz oldu. Evlenmek üzere olan ve bunun gerginliğinden ötürü uykusuzluk sıkıntısı çeken bir kadınla bir gece arabasıyla çarptığı ve kendisiyle aynı uyku problemlerinden muzdarip bir adamın birbirlerinin yanında uykuya dalabildiklerini keşfetmeleri üzerine kurulu tatlı bir romantik komedi. Filmin öncülü saçma ve tamamen "sleep" kelimesinin cinsel anlamdaki kullanımından da faydalanmak üzere tasarlanmış ama bu durum yarattığı komedi hissiyatını da baltalamıyor. Annable çifti izlemesi bir hayli keyifli bir ikili ve gerçek hayattaki kimyalarını filme başarıyla yansıtmayı başarmışlar, özellik le Odette'in komedi zamanlaması çok iyi, daha üst düzey profili olan projelerde yer almayı hak ettiği aşikar. Yan rollerdeki oyuncular gayet başarılı, senaristlerin kalemi bir hayli kıvrak, kurgu akıp gidiyor, yani filmin hiç bir noktasında ikinci sınıf bir tv filmi izlediğiniz hissine kapılmadığınız gibi teatral gösterime giren bir çok muadilinden çok daha eğlenceli ve sürükleyici bir deneyim yaşatıyor seyirciye. Bi nebze 90'ların romantik komedilerini andıran,onlara öykünen süresini nasıl geçtiğini hissetmeyeceğiniz çerezlik bir film, boş vaktini öldürecek film arayanlara tavsiye olunur.

Çarşamba, Şubat 06, 2019

Conversations with a Killer: The Ted Bundy Tapes


70'ler, hakkında okuyup bir şeyler izlemesi son derece keyifli bir dönem, özellikle Amerikan tarihi açısından. 60'lar ve 80'ler ABD'nin küresel sahnedeki lider konumunu öne çıkaran dönemler ama 70'ler ülkenin politik, ekonomik ve ahlaki bir çok açıdan dibe vurduğu bir fetret devri niteliği taşıyor denilebilir herhalde. Bahsi geçen ahlaki çöküşün bir izdüşümünü bu yıllarda mantar gibi çoğalmış olan seri katil olgusu üzerinden takip etmek de mümkün.  John Wayne Gacy, Dean Corll, Son of Sam ve Zodiac gibi nam salmış bir çok isim söz konusu ama hiç birisi Ted Bundy kadar sansasyonel olabilmiş değil. 

Bundy'yi diğerlerinden ayıran en önemli özelliği cani deyince insanın aklına gelecek her türlü imajdan bir hayli uzak bir görüntüye sahip olması, ingilizce tabirle ifade etmek gerekirse bir "weirdo" olmaması. Yukarıda saydığımız Gacy, Corll gibilerinin sıfatını görünce "tipinden belliymiş zaten" diye gayri ihtiyari bir tepki vermek çok kolay ama Bundy bunun tam zıttı; eli yüzü düzgün,iki lafı bir araya getirebilen, çevresinde yer alanlara kendini bir hayli sevdirebilmeyi başarmış bir adam. Ama aynı zamanda 12 ila 24 yaş arası 30'dan fazla genç kadını öldürme, tecavüz, ölüsevicilik gibi farklı suçlardan yargılanıp elektrikli sandalyeyi boylamış da bir manyak. Bir çok uzmana göre "psikopat" kelimesinin tam karşılığı Bundy; empati duygusundan nasipsiz, kurbanlarını sahip olunacak bir nesne olarak gören ama aynı zamanda dış dünyaya iç suretinden bambaşka imaj sunabilmeyi başaran bir bukalemun. Bunun temelinde yatan neden olarak kimileri gayrı meşru olarak dünyaya gelmesi ve çok geç yaşlara kadar annesini ablası, dedesini de babası olarak bilmesini gösteriyor ki cürümlerinin kadın düşmanı hüviyeti göz önüne alındığında hiç de akla uzak bir teori değil. Dedesinin öz babası olduğunu ve çocukluğu boyunca Bundy'yi hırpaladığını iddia edenler de olmuş ama bir önceki cümledeki belirttiklerimizle birlikte bunların hepsi birer varsayım ve Bundy'nin ısrarla inkar ettiği şeyler; doğruyu söylüyorsa tabii. Kesin olan şey muhtemelen çok erken yaşlarda bir şeylerin ters gittiği ve bu adamın sonradan dönüştüğü şeye yönelmesine yardımcı olduğu. 

Nereden bakılırsa bakılsın ilginç bir karakter Bundy ve şahsen "Some Kind of Monster" ile tanıyıp saygı duyduğumuz yönetmen Joe Berlinger'in kendisi üzerine biri belgesel biri kurmaca iki ayrı proje geliştirmiş olmasına şaşırmak mümkün olmuyor. Geçtiğimiz ay Sundance'te görücüye çıkan "Extremely Wicked, Shockingly Evil and Vile" bu yılın son çeyreğinde Netflix'te gösterilecek, 4 bölümlük belgesel "The Ted Bundy Tapes" ise geçtiğimiz haftalarda gene Netflix'te seyirciyle buluştu. İkisinin arası biraz daha yakın olsa birlikte izlemek daha keyifli olabilirdi belki ama Sundance ile aynı dönemde diziyi gösterime çıkarmaktaki gaye de buydu belki. 80'lerde kendisi hakkında yazılan bir kitaba ilişkin olarak tutulan ses kayıtlarının bir nevi anlatıcı hüviyeti gördüğü film cinayetlerin (görünürde) başladığı 74'ten Bundy'nin idam edildiği 89'a kadar olan aralıkta yaptığı faaliyetler, yakalanışı, iki kere hapisten kaçmayı başarması, tekrar yakalanışı, esas savunmasını kendisinin yaptığı dava süreci ve hapiste geçirdiği yılları Bundy ile tanışmış olan, onu yakalayan, cinayet soruşturmalarında ve dava sürecinde görev almış olan bir çok farklı insanın tanıklığından faydalanarak anlatıyor. Arşiv görüntülerinden etkili bir şekilde faydalanıp gayet dinamik bir kurguyla kendisini bir solukta izletmeyi başaran dizi, belgesel sinemanın ne kadar etkileyici olabileceğini gösteren yetkin bir örnek. Gerçi bölüm sayısı arttırılarak biraz daha geniş kapsamlı anlatılsaydı daha iyi olmaz mıydı sorusu da sorulabilir. Şahsen çocukluk yıllarına ve ebeveynlerine daha fazla bilgi görmek isterdim, aynı şekilde evlenip çocuk sahibi olduğu ama aynı zamanda mahkumların toplu tecavüzüne maruz kaldığı hapis yıllarına dair de. Ama bence en önemli eksiklik Ted Bundy'nin hayatına giren kadınlara ilişkin bölümlerin geçiştirilmiş olması. Gerçi kurmaca filmin tam olarak bunu anlattığı düşünülürse eksiklikten ziyade bir nevi bilinçli olarak dışarıda bırakılmış gibi görünüyor ama gene de belgeselde de bu konuya eğilinmesini yeğlerdim şahsen. Çünkü ders kitaplarına girecek bir psikopattan bahsediyoruz, kurbanlarına karşı en ufak bir acıması olmamış birisi ama bir şekilde tanıştığı ya da hayatına dahil olduğu hiç bir kadına ilişmemiş, hatta uzun yıllar sevgilisi olduğu Liz Kendall'ın yanındayken öldürmeye "aşermeye" başlarsa bilinçli olarak kendisinden uzaklaştığını ifade etmiş bir keresinde. Herhangi bir merhamet ya da empati duygusundan nasipsiz birisi niçin bu insanlara zarar vermemek için özen göstermiş sorusu şahsen benim çok ilgimi çekti ve belki Berlinger'in diğer filmi de benimle aynı merakın peşinden giden, belgesel serisiyle yan yana izlenmek birbirlerini tamamlamak için tasarlanmış bir film olmuştur, bakalım sonbaharda izleyip göreceğiz. Ama o zamana kadar iyi bir belgesel, iyi bir suç draması, iyi bir psikolojik gerilim izlemek isteyen herkese tavsiye edilir "Conversations with a Killer".