Cuma, Mart 29, 2019

Project Blue Book


Robert Zemeckis'in yapımcısı olduğu History Channel menşeli "Project Blue Book", 50'li yıllarda geçen UFO fenomeni üzerine bir dizi. Gönüllerin "Littlefinger"ı Aidan Gillen tarafından canlandırılan Allen Hynek gerçek bir karakter, aynı zamanda Project Blue Book da soğuk savaş döneminde uygulamaya konulmuş gerçek bir program. Hynek'in bu projenin içince yer aldığı dönemden kalan hatıralarından uyarlanan dizinin nereye kadar olan kısmı gerçek, kurmacası nerede başlıyor bilmiyorum açıkçası, araştırmasını yapmadım. Ama dizinin kronolojisine göre Hynek ve Yüzbaşı Quinn (Michael Malarkey) projeyi yürüten iki görevli. Uzaylılarla temas hadiselerini araştırıp makul bir açıklama getirmekle yükümlüler zira soğuk savaşın en heyheyli günlerinde Amerikan ordusunun istediği en son şey uzaylı paniği. Tabi hikaye ilerledikçe mızrağın çuvala sığmadığı noktalara ulaşıyoruz ve işler çetrefilleşiyor. Sezonun ilk yarısı itibariyle her hafta gerçekten yaşanmış bir hadisenin üzerinden ilerleyen, bir nevi "monster of the week" şemasını benimsemiş görünen dizi ikinci yarısı itibariyle ordu, sovyet ajanları ve gizli örgütleri de içine alan daha genel bir komploya yöneliyor. Açıkçası dizinin başlarda iyi tutturduğu gizem ve gerilim duygusunun sonlara doğru bocalamasına da
sebep oluyor bu durum. Karakterlerin motivasyonları çok flu ve oluşan paranoya atmosferine pek de olumlu yönde hizmet etmiyor. Ayrıca neredeyse hiçbiri hakkında umursamamızı gerektirecek özelliklere sahip değiller. Hynek ve ailesi için endişelenmemiz gerekir normalde ama Gillen'ın GOT'taki karakterinden kalan izlenimin tazeliğinden midir yoksa performans tercihlerinden kaynaklı bir durum mu bilmiyorum ama hiç bir şekilde bir aile babası hissiyatı uyandıramadı ben de. Acaba gerçek hayatta çocuksuz, ailesiz bir insan da o mu oyunculuğuna sirayet etti diye düşündüm ama varmış çocukları, gayet de seviyor. İlginç bir durum; karakteri meczup, kendi halinde bir bilim adamı şeklinde portreleseler daha iyi olurdu diye düşündüm çoğu yerde. Hynek'in eşi karakterine hiç girmesek daha iyi bile olabilir çünkü hem birbiri ardına aptal tercihler yapıp insanı delirtiyor hem de seçilen oyuncunun Gillen'la zerre kimyası yok. Yüzbaşıyı oynayan Malarkey de karakterine belli bir karizma katmayı başarmakla birlikte bazen çok kasıntı bir görüntü de veriyor, Yüzbaşı da ihtiraslarının peşinde bir savaş gazisi olduğu için salınımlı, gelgitleri çok bir arkadaş, nerede duracağını bilemeyen bir yapısı var. Velhasılı, kasting sıkıntılı. Dizinin yönetmenleri Pete Travis, Alex Graves, Robert Stromberg gibi televizyon dünyasının emektar isimlerinden müteşekkil ama, hikayeye hizmet eden onun dışında çok da göze batmayan bir bir yönetmenlik var genel olarak, görüntü  ve sanat yönetmenliğinin kurduğu görsel dünyanın üzerine çok da bir şey ekleyememişler. Bu noktada keşke biraz daha siyah beyaza yakın, ya da en azından gri bir renk paleti seçilseymiş dönemin dünyasının iki kutupluluğu ve paranoya duygusunun seyirciye aktarımına görsel bir aroma katılmış olurdu, bence.

Ben yetişememiş olduğum için tam fikir beyan edemesem de "Project Blue Book" izleyen çoğu kişinin referans noktası "X-Files" olmuş dolayısıyla o diziyi seven birisinin -buraya kadar çoğunlukla gömmüş gibi olsak da-,  PBB"den de keyif almaması için bir neden göremiyorum. 50'li yıllar, UFOlar, soğuk savaş, her biri benim sevdiğim temalar olduğu için kusurlarına rağmen ben izlerken genel olarak keyif aldım, özellikle ilk bölümlerde. İkinci sezon onayını geçenlerde aldı dizi, dolayısıyla hikayede ucu açık kalan yerleri önümüzdeki yıl daha tatmin edici bir şekilde bağlarlar belki, bekleyip göreceğiz.

Salı, Mart 26, 2019

Dead or Alive 6


Dövüş oyunlarında uzman sayılmam ama her çıkan oyunu da bilgisayarım el verdiğince takip etmeye çalışırım. En favorim oyunum da "Dead or Alive 5:Last Round" olmuştur bugüne kadar (Serinin PC'ye çıkan ilk oyunu buydu, haliyle benim de ilk oynadığım). Hem bir dövüş oyunu olarak çok keyifliydi hem de oyunun fanservice mevzusundaki aymazlıklarını gitgide daha boğucu hale gelen günümüz politik doğruculuk ortamında çok tatlı ve ferahlatıcı bulmuştum. Doğruya doğru, iş sadece dövüşse muhtemelen çok daha iyi oyunlar var ama biz DOA'yı anime/hentaiden fırlayıp çıkmış karakterlerin birbirlerini patakladıklarına şahit olmak için oynuyoruz. 



Altıncı oyunun yolunu gözlerken de beklentimiz aşağı yukarı bu yöndeydi ama geliştiricilerin kafasında başka şeylerin olduğu geçen yıldan belli olmuştu. Artık gitgide daha etkin bir faktör haline gelen e-sports arenasında söz sahibi olmak isteyen geliştirici firma Team Ninja bunun yolunun fanservice kısmında vites düşürmekten geçtiğine karar vermiş. Bana saçma geldi, oynayacak olan gene oynar ama herhalde fan tayfasından ötesine de hitap etmek istediklerinden oyunun "göze batan" taraflarını biraz törpülemek istemişler. Ekonomik açıdan mantıklı bir karar olabilir olmasına da DOA'yı DOA yapan şeylere de bir nevi ihanet etmişler bu şekilde. Gerçi komple bir terk de söz konusu değil, oyunda gene her tür kostüm mevcut ama kilitliler. Kilidi açmanın yolu da DOA Quest'ten geçiyor. Oyunun en büyük yeniliği ve en keyifli tarafı olan bu yeni ekleme, farklı karakterlerin üzerinden ilerleyen bir maç serisi. Her bir maçta yapmanız gereken üç görev var ve bunların en az birini belli bir komboyu gerçekleştirebilmek oluşturuyor. Bu 3 görevi de başardığınız takdirde hem yeni dövüşleri hem de yeni kostüm vs. oyun aparatlarını açabiliyorsunuz. Dediğim gibi oyunun en keyifli kısmı ve
gayet başarılı bir ekleme, her kazandığınız maçla elde ettiğiniz kazanım ve ilerleme duygusu bağımlılık yapıcı, bir sonraki oyuna atlıyorsunuz hemen. Ama aynı zamanda bir grinding niteliği de taşıyor çünkü kıyafetleri bu yolla açmaya çalışmak çok ama çok vakit isteyen bir şey. İstediğimiz karakteri istediğimiz gibi oynatabilmek için bu kadar uğraşmam gerektiğini düşünmüyorum.



Quest'ten sonra en çok vakit ayırdığım bölüm survival, time, vs gibi kategorilerden müteşekkil "Fight" kısmı oldu, burası daha özgür seçimler yapabildiğiniz ve oyunun daha az muhafazakar takıldığı yerler. Gerçi DOA5'e göre burada da bir gerileme var gibi geldi bana çünkü çoğu zaman tek hareketle maç kazanabildim, komboymuş dişli rakipmiş kime lazım. Her ne kadar oynayalı bir hayli vakit olmuşsa da önceki oyunun dövüş kısımları daha dengeliydi diye hatırlıyorum,tabii yanılıyor da olabilirim. Önceki oyundaki favori karakterlerden Momiji'ni bu kez görülmemesi de üzdü, yeni karakter olarak Nico'ya bayılmasam da sevdim diyebilirim.


Oyunun hikaye modu dövüşlere ısınmak için ideal ama herhangi bir ilgi çekiciliği falan da yok. Hikaye kimsenin önceliği değil burada orası kesin ama en azından animasyonları yaparken karakterlerin vücudunun geri kalan yanlarına gösterdikleri özeni biraz da ağız hareketlerine gösterselermiş fena olmazmış. O kadar laf güzaf ediliyor hiç mi ağız hareketleri oturmaz, oturmasından geçtim neredeyse dudakları oynamıyor bile. 10 yıl önce yapılmış oyunlarda bile daha iyi kotarılmış bir şey bu.


Son olarak, gelişmiş Pclerde durum nasıl bilmiyorum ama benim 2013 model bilgisayarı bir hayli kastırdı oyun, ayarları diplemek zorunda kaldım. Ayrıca kontrollerin de yer yer geç tepki verdiğine de şahit oldum, artık o gamepadle alakalı bir mevzu mudur, klavyeyle daha mı rahat oynanıyordur denemedim açıkçası. Dövüş oyunu dediğin şeyi klavyede oynaması zor olmasa da gamepad kadar keyifli değil. Bir DOA oyununu, özellikle de yeni Quest modunu, oynamak her zaman keyifli olsa da oyuna dair hayal kırıklığı hissiyatımı üzerimden atamadığımı da belirtmem lazım. Bir "DOA5"in aynısının daha iyisini beklerken önceki oyunu gözlerimin arıyor olması çok iyiye alamet değil ama gene de geçmişten kaynaklı beklentileri olmayanlar için keyifli bir deneyim sunacağını söyleyebilirim.

Perşembe, Mart 21, 2019

Triple Frontier



J.C.Chandor'un ilk filmi "Margin Call"un fragmanını izlediğimde "vay be" demiştim, "oyuncu kadrosuna bak". Star sistemi eskine nazaran etkisini yitirmiş olsa gene birden fazla üst kalibre aktörün aynı filmde karşılıklı rol keserken izlemenin verdiği keyifin yeri de ayrı. Dolayısıyla Kevin Spacey, Jeremy Irons gibi isimleri ekonomik krizle alakalı bir filmde izleme fikri çok cazip görünmüş, çıkar çıkmaz da yakalamıştım. Kötü film değildi ama böylesi bir yetenekli bir oyuncu kadrosunu çok daha iyi değerlendirebilecek bir filmdi. Yıllar sonra Chandor'un yeni filmi için söylenebilecek şeyler de aşağı yukarı aynı.

Bir grup eski askerin bir cartel liderinin parasını çalma hikayesini anlatan "Triple Frontier" da Aflleck, Isaac, Hunham, Hedlund ve Pascal'dan müteşekkil şık bir kasta sahip ve filmin en temel cazibesini de bu ekip oluşturuyor. Kendilerini aşan amaç ve idealler uğruna döktükleri kan ve terin kendilerine çok da bir şey katmadığını idrak eden bu yıllanmış ölüm timinin sahip olduğu kimya filmin lehine işleyen en önemli faktör. Chandor da bu adamların aralarındaki kardeşlik hissiyatını ve motivasyonlarını izleyiciye geçirmekte başarılı. Senaryoda asker aşığı Mark Boal'ın ("Zero Dark Thirty", "The Hurt Locker") olmasının da bunda payı büyük olsa gerek. CGI mahsulü görüntülerin artık her büyük bütçeli filme fütursuzca nüfuz ettiği bu dönemde gerçek mekanlarda geçen sahneleri izlemenin keyfi de başka, Chandor'un bu yaklaşımını takdir etmeden geçmemek lazım. Gerçi artık Güney Amerika diye Hawai'yi satıp durmaktan da vazgeçmeleri lazım yapımcı tayfasının. Tamam anladık, vergi kolaylığı falan sağlıyordur, ulaşımı kolaydır vesaire de, oradaki taraklı dağın görüntüsünü kadraja soktuğunuzda ben bunun Güney Amerika olmadığının bilincine varıyorum ve bu izleyiciyi direk filmden soğutan bir şey, bari ona dikkat edilse.


"Triple Frontier" görüntü yönetimi ve mekan kullanımı ile şaşaalı bir film olmaya çalışsa da soluğu çabuk tükeniyor. Chandor'un aksiyon sahnelerindeki yönetimi çok yavan, yaratıcılıktan uzak. Hikaye de birkaç ayrı temayı ele alıp bir potada eritmeye çalışırken hiçbirinin hakkını tam vermiyor. Çalınan para bir uyuşturucu karteline ait ama carteller üzerine eğilinmiyor.  Parayla birlikte gelen açgözlülük olgusuna dair bir hikaye olacakmış gibi bir izlenim verip ona da hiç prim vermiyor. En nihayetinde elde kalan muharebe meydanlarında beraber kan dökmüş olmanın asla yıpratılmayacak bağlar oluşturduğu ve bunu hiçbir şeyin zedeleyemeyeceği yönünde bir mesaj ama bunun da film bittiğinde ne derece tesir edici olduğu tartışılır. Uzun bir yapım süreci olmuş, birçok stüdyo ve aktörün elinden geçmiş bir proje bu, o kadar zamanın üstüne belli bir pişmişlik olması lazım diye düşünüyorsunuz ama çok daha iyi olabilecek bir potansiyele sahip olmakla kalmış gibi görünüyor. Gene de şık kastı için izlenilebilecek, eğlencelik bir film.

Çarşamba, Mart 20, 2019

TB20: Propaganda - Sinan Çetin


Sinan Çetin son bir kaç yılda yaptığı hareketlerle bilcümle memleket ahalisinin favori "persona non grata"sı olmayı becerdi ama yönetmenlik kariyeri boyunca, -dereceleri farklı farklı olsa da- istisnasız her biri kusurlu ama aynı zamanda ilgi çekici olmayı başaran filmlere imza atmayı başarmış da bir isim. Filmografisinin muhtemelen "Çiçek Abbas"tan sonra en sevilen örneği olan "Propaganda" da tam olarak böyle tarif edilebilecek bir film. Aksayan yanları var, ama çalışan parçalarından daha az sayıda. Ama bunun ne kadarı Çetin'in kendisinden kaynaklı orası ayrı bir tartışma konusu.

40'lı yılların Türkiye'sinde köyün ortasına sınır çekerek köy ahalisini birbirinden ayrıma öyküsü anlatan "Propaganda" özellikle Kemalist Türkiye'yi hedef alan bir bürokrasi eleştirisi olmaya çalışıyor. Her köşe başının ideolojik olarak kabzedildiği 1999 Türkiye'sinde Çetin'in ve filmin sergilediği duruşun farklılık hissiyatı o dönem filmi sinemalarda izlemiş birisi olarak hala aklımda olsa da 20 yıl öncesiyle 180 derece ters konumlanmış ama bağnazlık düzeyi itibariyle tıpatıp aynı kalabilmiş günümüz Türkiye'sinde "Propaganda"nın sahip olduğu "liassez faire laissez passer" liberalizminin filmi hızlı yaşlandırdığı da gözlerden kaçmıyor. 2000'lerin sonlarında ortalığı kasıp kavuran Taraf gazetesini andırıyor bu yönüyle, özellikle Çetin'in mevcut siyasi duruşunu da hesaba katınca. Zaten hiciv yapmak için mübalağa edilmiş öykü dramatik olmak için yeterli değil. İş komediye geldiğinde film parlamaya başlıyor ki buradaki gücü de efsane oyuncu kadrosundan kaynaklı bir durum. Filmin ekseninde Sunal-Akpınar ikilisi dışında başka bir çift aktör yer alsaydı  filmin mizahını bir şekilde seyirciye geçirebilirler miydi emin değilim. Zaten bu ikisi dışında oyuncu kadrosunun çoğu da aynı komedi düzeyine ulaşamıyor, muhtemelen Çetin'in senaryoyu şeyine takmayan yaklaşımı yüzünden, sırıtıyorlar bir şekilde. Ama Sunal ve Akpınar üstatlar komedi kısmını sırtlamakla kalmayıp, filmin "ne var bu kadar abartacak" düzeyindeki dramatizasyon denemelerini de bir şekilde kurtarmayı başarıyorlar. Gerçi Çetin'in de hakkını yemeyelim; müzik kullanımı, kurgu, çerçeveleme yetisiyle hala tüyleri diken diken etmeyi başarabilen Mehdi'nin oğlunu vurduğu sahne gibi bir iki sekans kotarmışlığı da var. Zamanında filmin final sahnesini de çok beğenmiştim, şimdiki izleyişimde aynı izlenimi bırakmadı ama gene de gerilimi tırmandıran, sağlam bir ritim duygusuna sahip olduğu su götürmez bir gerçek. Mizahi olarak da okulda şiir okuma sahnesi, sınır geçme sahneleri gibi zirve anlar söz konusu. Velhasıl kusurları zamanla daha bir gün yüzüne çıkmış olsa da akılda kalan yanları da bir hayli fazla, Çetin'in içinde bulunduğumuz zamanlarda zihinlerde uyandırdığı algıya rağmen yeniden ziyaret etmesi keyifli bir film "Propaganda". Üstelik rahmetli Kemal Sunal'ın son filmi olması ve kendisini Metin Akpınar gibi bir üstatla karşılıklı döktürürken izlemenin keyfi her daim filmi çekici kılmayı başarıyor.

Salı, Mart 12, 2019

Evrak Kürek: Sektörden Arkadaşlara Giriş 101 - Selçuk Aydemir


Biz kendisinden 4 gözle "Sektörden Arkadaşlar"ı beklerken Selçuk Aydemir onun girizgahı niteliğinde bir kitapla çıkageldi. Hayatının kısa film çektiği öğrencilik dönemlerinden "İşler Güçler"e kadar uzanan kısmını hikayeleştirdiği "Evrak Kürek" daha episodik bir yapıda ilerliyor, önceki kitapların organik anlatımı burada yok. Bir kısmı bir dergiye yazdığı yazılardan da müteşekkilmiş anladığım kadarıyla,onun da etkisi var gibi. Gene de, her ne kadar gülmekten yerlere yatırıyor olmasa da gayet keyifli ve sürükleyici okuma vadeden, Aydemir'in kaleminin keskinliğini konuşturduğu bir yapıt olmuş. Ağırlığı da içeriği kadar hafif olmasından mütevellit bir oturuşta bitirmek işten değil bence. Ayrıca sinema sektörüne bir şekilde girmek isteyenler için rehber niteliği taşıyacak özelliklere de sahip, zaten Aydemir de arada hikaye anlatmaya ara verip öğrendiği şeyleri direk okuyucusuyla paylaşıyor. Sektöre adım atma ve ilk filmler üzerine güzel Türkçe kitaplar yayınlandı son bir yılda, elimden geldiğince diğerlerine de yer vermeye çalışıcam burada, ama son 10 yılın en kaliteli komedi işlerine imza atan bir yaratıcının kişisel tecrübelerini okumanın keyfi bir başka. Aydemir, bir hikaye anlatıcı olarak elinin komediye yatkınlığını çok erken keşfedip kendini bu doğrultuda geliştirebilmiş, seçtiği janrın yüzü gişeye dönük olmasının sayesinde birçok meslektaşının ulaşamadığı bir noktaya gelebilmiş bir yönetmen, kendisi de bunu belirtiyor kitabın sonunda. Dramatik olarak farklı işler yapmak isteyen yönetmen adaylarının ülkemiz sinema sektöründe ilerlemelerinin aynı akıcılıkta olmayacağını o da biliyor,biz de biliyoruz. Ama aynı zamanda kendi filmlerini çekebilecek teknik donanıma sahip olmanın kendisine kariyeri boyunca ne denli yardımcı olduğunu kitap boyunca gözlemleme olanağımız oluyor. Robert Rodriguez'in dediği gibi "teknik şeyleri öğrenince teknik insanlara muhtaç olmaktan" da kurtulmuş Aydemir. Kendi kafa yapısına uygun, "hadi film çekicez " deyince koşup gelen Burak Aksak, Sadi Celil Cengiz gibi bir çevreye sahip olmasının, daha doğrusu böyle bir çevre oluşturabilmiş olmasının da bugünlere gelmesinde payının ne kadar büyük olduğunu görmek mümkün kitabı okudukça. Hem sinema meraklıları hem de mizahi hikayeleri seven herkesin ilgisine namzet şeker gibi bir esere imza atmış gene Aydemir, eksik olmasın, kelimelerinin akışı kesilmesin, tez zamanda "Sektörden Arkadaşlar" da gelsin inşallah.

Perşembe, Mart 07, 2019

If I Stay (2014) - R. J. Cutler


Eskiden "chick flick" diye bir tabir vardı; daha doğrusu hala var ama eskisi kadar geçerliliğini koruduğundan emin değilim. Esas hedef kitlesi olarak kadın seyircileri seçtiği aşikar olan filmler için kullanılan bir ifade. Son 10-15 yılda bunun yerini "ergen kız" filmleri aldı gibi, "Young-Adult" çatısı altına saklanarak. Bunun bir ayağı "Divergent","Hunger Games" gibi bilim-kurgu ve fantastik meraklılarını da oltaya takmaya çalışan, merkezinde genç kadın karakterlerin yer aldığı distopik öyküler. Bir diğeri de böyle "Fault of Stars" ya da "Now Is Good" gibi ağlak dramaların ortasında aşık olan genç ve bir hayli güzel insanların hikayelerinin anlatıldığı örnekler. Gayle Forman isminde bir yazarın romanından uyarlanan "If I Stay" de bu ikinci kategoriye sokulabilecek bir film.
 

Mevzu bahis 210 sayfadan müteşekkil romancık 2009'da yayımlanıp hatırı sayılır bir satış rakamına ulaşınca "Twilight" ve "Hunger Games" gibi örnekler sayesinde bu tarz filmlerin yuvası haline gelen Lionsgate'in alt şirketlerinden biri olan Summit Entertainment haklarını satın almış ve filmin hazırlıklarına başlanmış. Başrole Dakota Fanning ve Emily Browning, yönetmen koltuğuna da Catherine Hardwicke ve Heitor Dhalia gibi isimler uygun bulunsa da başlarda nihai olarak Chloe Grace Moretz ve R.J.Cutler'da karar kılınarak çekimlere başlanmış.


Umut vadeden bir çello sanatçısı olan Mia'nın (Chloe Grace Moretz) tam köklü bir üniversiteden kabul almak üzereyken geçirdiği bir trafik kazasıyla hayatının altüst olmasının öyküsünü anlatıyor film. Kaza ile birlikte bedeninden sıyrılarak ne ölüp ne de dirilebilirek arada kalan kızımız, arada aşık olduğu elemanla (Jamie Blackley) ilişkisini yadedip tüm aile bireylerini kazada kaybetmekle de yüzleşmeye çalışıyor vs.


Sevilenleri kaybetmenin ardından devam edebilmek ve müzik gibi tutkuyla sevdiğimiz şeylerin bu noktada ne kadar önemli olduğuna dair anlamlı bir şeyler söyleyebilecek bir potansiyeli var aslında filmin ama ait olduğu janrın klişelerine o kadar gömülmüş ki ağlak olmaya çalışan bir ergen draması olmaktan öteye gidemiyor. Bu yetersizliğin en önemli unsurlarından birisi başrol için Moretz'in seçilmiş olması. Yıldız tozu taşıyan eli yüzü düzgün bir kız olsa da böyle draması bol, üzgün karakterlerin olduğu materyallerin insanı değil orası çok aşikar. Karşısında yer alan Blackley hem karizmatik hem de materyalin ihtiyacı olduğu inandırıcılığı verebilen ama aşırıya da kaçmayan performansıyla parlamayı başarıyor halbuki. Doğru oyuncu seçiminin böyle bir materyali bile işe yarar hale getirebileceğini gösteren ve açıkçası filmde seyirciye bir nebze duygu aşılamayı başarabilen iki sahne var filmde, birisi Blackley'nin karakterinin sürüklediği çatı sahnesi ki bu sahnede Moretz bile sahnenin duygusunu ekrana geçirmeyi başarmış; bir diğeri de büyükbaba karakterini canladıran emektar usta Stacy Keach'in torununa bir nevi veda ettiği sahne. Bu ikisi dışında elle tutulur bir şey yok ne yazık ki.
 
 

Filmin yönetmeni R.J.Cutler aralarında geçen yıl ilgi toplamayı başarmış "Belushi"nin de bulunduğu beğenilmiş belgesellerin yönetmeni olarak isim yapmış ilginç bir seçim bu film için, kendisi de ilk kurmaca filmi için neden bu materyalde karar kılmış bilemedim. Hoş eldeki malzemenin gideri belli olunca yapılacak şeyler de bir yere kadar ama gene de belgesel gibi realist bir formatta ustalaşmış bir ismin bu materyale bile sıradan bir stüdyo yönetmenine nispetle daha fazla nüans katabileceği beklentisine giriyor insan ister istemez ama nafile çıkıyor tabi bu umut. Sadece çok ama çok meraklısına hitap edebilen bir film.
 

Pazartesi, Mart 04, 2019

Barely Lethal (2015) - Kyle Newman


İnternette kimilerince tatsız bulunsa da bence gayet yerinde ve başarılı bir isme sahip olan "Barely Lethal" ismi seçilirken benimsenmiş olduğu anlaşılan muzipliği animasyon açılışı ile de devam ettiriyor ve bize psikopat bir baba tarafından değil de devlet eliyle yetiştirilen "hit-girl"lerin üretildiği bir servis olan Prescott ve başkarakterimiz Ajan 83 (Hailee Steinfeld) hakkında bilmemiz gereken herşeyi bu kısımda vermeyi başarırken aynı zamanda çıkış noktası olan esin kaynakları hakkında da fikir veriyor. 


7-8 yaşlarındaki şeker kız çocuklarının eğitmenleri Hardman'ın (Samuel L.Jackson) tedrisinden geçerek alev silahından usta araba kullanmaya kadar bilumum yeteneğe sahip olarak yetiştikleri Prescott'un en iyilerinden olan ajan 83 (Hailee Steinfeld), kendisine verilen görevleri ustalıkla ifa ederken bir yandan da birçok filmde görüp özendiği normal lise deneyimini yaşamak için de yanıp tutuşuyor ama ajanların ileride de kendilerine dezavantaj olabilecekleri mantığıyla özel ilişkiler kurma gibi bir lüksleri yok. Servisin uzun zamandır peşinde olduğu Victoria Knox'ın (Jessica Alba) ele geçirilmesi esnasında işler ters gidince izini kaybettirme şansı yakalayan 83 böylelikle değişim programı vasitasıyla Amerika'ya gelen Megan kimliğini benimseyerek kendisini Larson ailesinin yanında buluyor. Babalarının (aile fotoğrafında bıyıklı haliyle belirmekten müteşekkil cameosuyla Topher Grace) evi terkettiği ailenin büyük kızı Liz (Dove Cameron) Megan'a gelir gelmez mesafesini koyunca Meghan'ın ilk kez deneyimlediği lise ortamında kendi yönünü kendi bulması icap ediyor.


"Kick-Ass" ile "Mean Girls"den esinlenerek bir füzyon yaratmaya çalışmış ama filmin lise kısımlarına geçer geçmez bunun yürümediğini görebiliyoruz. Küçük kız çocuklarını suikastçi olarak yetiştirmek üzerinden girişilen kara komedi ve çok da kifayetli olmayan tek tük aksiyon sahneleri yerini komple bir lise filmine bırakıyor ki yanlışlıkla Disney Channel'a falan mı düştüm diye düşünmemek elde değil. Ergen bir soundtrack ve olmazsa olmaz bir voice-over eşliğinde "Amerikan lise hayatı suikastçilikten daha kolay değil", "iyi arkadaşlar edinmek cool takılmaktan daha iyidir" gibi bir dolu klişenin içine boğuluyor hikaye. Yönetmenin R-rated olması öngörülen filmi ısrarla pg-13'e çevirmesinden asıl kafasındakinin bunu yapmak olduğunu varsaymak mümkün ama neticede kendi ayağına sıkmış zira ağzı bozuk, şiddeti bol bir yaklaşım "Barely Lethal"ı benzeri lise filmlerinin kat be kat üstüne çıkarabilirdi. 
 

Kara komedi ve ağzı bozukluğa sırtını dönünce elde kalan sıkıcı bir zorlama komedi anlayışı oluyor ki bu da güldürmekten aciz çoğu yerde. Disney Channel'dan mezun ve ilk film tecrübesiyle karşımıza çıkan Dove Cameron oyuncu kadrosunun içinde eldeki malzemeden eğlenceli bir oyunculuk çıkarmaya en çok yaklaşan isim olsa da onun da abartılı jest ve mimikleri, gereksiz ses yükseltmeleri filmin ergen yaş düzeyini daha da düşürüyor denebilir. 
 
 
Tarihin en genç yaşta oscara aday olmuş isimlerinden olan Hailee Steinfeld'ın zayıf filmografisinin içindeki bir başka zayıf performans daha bu. Artık komediye yeteneği mi yoktur nedir, güldürmesi gereken sahnede oyuncunun kendisi seyirciden önce gülüyorsa birilerinin birşeyleri yanlış yaptığı ortada demektir. Sophie Turner'ın karakteri itibariyle tümüyle kötü kızlığa abanmış durumda ve her ne kadar Steinfeld'in karakterine neden bu kadar kıskançlık duyduğuna dair bir fikir edinemesek de rolünde sırıtmıyor. Başta Samuel Jackson, anne rolünde Rachael Harris ve hatta Jessica Alba gelmek üzere oyuncu kadrosunun yetişkin bölümü genelde  keyifli performanslar sergilemişler ve kızlar yerine keşke bunlarla vakit geçirsek diye iç geçirmeden edemiyorsunuz. Jackson'ın küçük çocuklara el bombası atmayı öğrettiği sahne sesli güldüğüm yegane bölüm oldu.
 

Saçma çıkış noktasına ve orjinal ismine bakınca kendini zerre ciddiye almayan, eğlencenin suyunu çıkaran çılgın bir filmle karşılaşmayı umarken elindeki bu fırsatların alayını elinin tersiyle iteleyip vasat olmak için aktif bir şekilde gayret gösteren bir yapım "Barely Lethal". Hal böyle olunca direk videoya sürülmesine  ve yönetmenin akabinde başka bir şey yönetememiş olmasına çok da  şaşırmak mümkün olmuyor haliyle.