Cuma, Ağustos 16, 2019

Godzilla: King of The Monsters


"Yıkım Pornosu" olarak bilinen klişeye oldum olası uyuz olmuşumdur. Koca koca binalar, yollar, şehirler tuzla buz olurken kim bilir kaç kişi ölmüştür, bu şehir nasıl bir daha kendine gelir diye düşünmekten perdede olup bitene odaklanamam bile. Bu yüzden "Pacific Rim"idir "Godzilla"sıdır bu tarz filmlerin hedef kitlesinin ben olmadığımın farkındayım. Öte yandan King Kong filmleri de var, onlarda da makul miktarda yıkış döküş söz konusu ama bu kadar itici, filmden soğutucu değiller. 


Onlarca King Kong filmi içerisinde benim seyrettiğim iki örnek Peter Jackson'ın 2005 yapımı "King Kong"u ve Jordan Vogt-Roberts'ın Monsterverse içinde yer alan "Kong:Skull Island"ı. Jackson'ın filmi bambaşka bir dönemin ürünü; ne bir evren oluşturma kaygısı var ne de bir devam filmine kapı aralama çabası. Tamamiyle yönetmenin "LOTR"dan gelen kredisini sonuna kadar kullanarak 1933 yapımı orjinal filme 3 saat boyunca saygı duruşunda bulunmasından ibaret. Dolayısıyla izlemesi çok daha keyifli bir film. Temelinde zaten bir çeşit abartılı "güzel ve çirkin" hikayesi var, duygusal tabanı daha sağlam. Benzerlerinden başarıyla ayrıldığı bir diğer önemli nokta ise hem King Kong'a belli bir kişilik verebilmeyi başarması hem de insan karakterleri telef olmak için sırasını beklemekten öte kanlı canlı karakterler olarak sunmayı becermesi. Bu son belirttiğimiz hususa "Skull Island"da da "King Kong" kadar olamasa da özen gösterilmeye çalışılmış ve belli ölçüde başarı sağlanmış da. İyi kötü bir derinlikleri var hepsinin olmasa da bazı karakterlerin. Demek ki iyi bir canavar filminin sahip olması gereken temel özelliklerinden biri canavar karakterinin yanı sıra insan karakterlerin de belli bir derinliğe sahip olması.

Bir diğer önemli husus ise "vay canına" faktörü. King Kong filmlerinin çoğu ıssız adalarda geçiyor dolayısıyla bir yıkım dökümden söz etmek mümkün olmuyor ama yaratık şehre indiğinde insanların korkuyla kaçışmalarını, hayatlarında ilk kez böyle bir şeyle karşılaşmalarını ve bunun getirdiği dehşet duygusunu görebilmek bu filmlerden alınabilecek keyiflerden birisi. Çoğu kimse tarafından yerden yere vurulsa da Roland Emmerich'in "Godzilla"sı bu dediğim şeyi gayet iyi beceriyordu, hakeza Jackson'ın filminin final kısmı da.

Bu saydığımız iki noktanın ne 2014 yapımı "Godzilla"da ne de devamı "King of The Monster"da esamesi okunmuyor ve bu yüzden son derece sıkıcı filmler. "Monsters" ile herkesin radarına girmiş Gareth Edwards'ın yönettiği ilk film Emmerich'in filminin Godzilla hayranlarında oluşturduğu devasa hayal kırıklığını kalplerden silmek için yapılmış ve görsellik kısmında belli ölçüde bir başarı sağlamış olsa da o kadar sıkıcı karakterlere sahip ki başlarına ne geldikleri zerre umrunuzda olmuyor. Aaron Taylor Johnson'ın canlandırdığı esas oğlan Hollywood tarihinin en bayık başrollerinden biri olmaya namzet. Elizabeth Olsen'ın canlandırdığı eşi ve çocuğu kurtarılmayı bekleyen silik figürler. Bryan Cranston ve Juliette Binoche gibi iki oyuncu var kastın içinde ama ilk yarım saatte ikisi de ölüyor. Senaryo yazım kurallarına mı başkaldırmaya çalışmışlar, 50 tane yazarın elinden geçtiği için ucube bir hale mi gelmiş tam olarak tespit etmek güç. Şurası da bir gerçek, her ne kadar Japon yapımı Godzillaların hiçbirini izlememiş olsam da Gojira King Kong'a nispetle çok daha sıkıcı bir karakter, senaryo istediği kadar etrafında hoplasın zıplasın bu durumu değiştiremiyor.
 

"King of The Monsters"da durum daha da bir fecaat çünkü başından sonuna kadar yazının başında sözünü ettiğim tarzda bir yıkım pornosu filmi, başka hiç bir şey yok. İlk filmin aksine burada insanlık bu canavarların varlığını kanıksamış, tepişip durmalarını izliyor ama ne hikmetse gezegen bunların kavgalarını kaldırabiliyor. Post apokaliptik bir dünyaya çoktan geçilmesi gerekirken bu canlıları üst düzey teknoloji ile kontrol etmeye çalışan karakterler var filmde. Ama hepsi de birbirinden daha sıkıcı ve oyuncuların yeşil ekranlı bir stüdyoda var olmayan yaratıklara karşı mücadelelerini izlerken inandırıcı olmaya çalışmalarını izlemek acı verici bir deneyim haline geliyor. İyi de kast topluyor bu filmler; Olsen, Cranston, Binoche, Sally Hawkins, David Strathairn, Kyle Chandler, Vera Farmiga, Charles Dance, Millie Bobby Brown  ve iki filmi de ebleh bir surat ifadesiyle geçirse de Ken Watanabe. Daha önce "Tarzan" için söylediğim şeylerin aynısı bu filmler için de geçerli; ellerinde  dünyanın parası ve birbirinden yetenekli bir sürü artist var ama sıkıcılıkta sınır tanımayan fiilmlere imza atarak Hollywood stüdyo sisteminin nasıl film üretmemesi gerektiğine dair bir ders niteliği taşıyorlar.