Perşembe, Eylül 12, 2019

Anna


Çocuk yaşta ailesini kaybedince yanlış insanlara takılarak yanlış yollara sapmış ve kendini uyuşturucuya bağımlı, başı polisle belaya girmiş halde bulan Anna'nın tam yolun sonuna gelmişken bir KGB ajanı tarafından hayatını aksi yönde çevirecek bir teklifle çıkagelmesinin hikayesi "Anna". Bir batağın içinden çıkarken kendini başka bir batağın içinde bulan kahramanımız kendini kurtarmak için entrikası ve sürprizi bol bir yolculuğa çıkıyor.

Hikaye 80'lerin ikinci yarısıyla 90'ların başında geçiyor güya ama kameralarla gözetlenen binalar, cep telefonları, dizüstü bilgisayarlar ve görüntülü mesajlar cirit atıyor ne hikmetse. Bunlar ne gözden kaçırılacak ne de bir dönem filmi için bilinçli olarak yapılacak tercihler değil dolayısıyla hangi akla hizmet filmde yer alıyorlar anlamak mümkün olmuyor. Hayır Bournevari, Büyük Birader'in gözlerinin her daim hissedildiği bir tekno-casus filmiyse amaç zaman dilimi olarak 80-90'ları seçmek niye? Yok soğuk savaş ortamında geçen bir hikaye anlatmaksa meram o zaman tüm bu teknik aletlerin filmde işi ne? Sadece teknolojik araç-gereç de değil; oyuncuların kıyafetlerinden tutun da saç şekillerine kadar her şeyiyle 2000'lerde geçen bir film bu, hiç bir şekilde 80'ler hissiyatı yok ve daha kötüsü en ufak bir gayret gösterilmemiş bu dönem duygusunu vermek için.

Filmin bu kusurunu dayanılmaz kılan en önemli husus ise "Anna"nıın muhtemelen Luc Besson'un "The Fifth Element"ten beri yaptığı en iyi film olması. Her ne kadar hikaye kusursuzluktan bir hayli uzak olsa da filmin birçok eleştimence topa tutulan geri dönüşlerle bezeli katman katman kendini açan kurgusu bence filme müthiş oturan ve dahil olduğu janrın hakkını vererek seyir zevkini had safhaya çıkaran bir tercih olmuş. Besson'un aksiyon konusunda nam yapmış birçok yönetmenin eline su dökecek derecede türe hakim olduğunu bir kez daha görüyoruz bu filmle aynı zamanda. Özellikle restoran sahnesi son yılların en başarılı sahnelerinden ve "John Wick"i ağzı açık izleyen tayfa bu filme nasıl burun kıvırabiliyorlar anlamak mümkün değil. Bugüne kadar birçok ismi yıldız yapmış yönetmenin yeni keşfi Sasha Luss her ne kadar dramatik sahnelerde biraz sırıtsa da özellikle aksiyon kısmında çok başarılı; vücudunu çok iyi kullanarak bir yılan gibi sahnelerde akmayı başarıyor. Normalde çok büyük hayranı olmasam da Cillian Murphy müstehzi ve cool CIA ajanında çok başarılı, film onun olduğu sahnelerde bir tık daha yükseliyor resmen. Rusluk kısmını biraz abartsalar da Helen Mirren ve Luke Evans da rollerine oturmuşlar. Besson hakkında yapılan cinsel saldırı suçlamalarının ortasında gösterime giren film, her suçlamayı hüküm kabul eden film medyasınca ya görmezden gelindi ya da ard niyetle değerlendirildi. Besson'un şirketi Eurocorp'un finansal sıkıntıları sebebiyle ne Avrupa'da ne de ABD'de doğru dürüst reklamı da yapılamadı. Dolayısıyla maça 1-0 yenik başlayan filmin çoğunluk tarafından görmezden gelindi ve yazık oldu çünkü gayet iyi çekilmiş ve anlatılmış aksiyon dolu bir casus filmi karşımızdaki. Şayet yukarıda bahsettiğimiz zaman tercihi saçmalığını kafanızda aşabilirseniz -ki bir hayli uğraşmanız lazım- keyif almamak mümkün değil filmden.

Pazar, Eylül 08, 2019

Greta



80'ler 90'larda yer yer karşımıza çıkan filmlerdi, kadın sayko filmleri. "Fatal Attraction" ve "Single White Female" tarzı yapımlarla artık eskisi kadar sık karşılaşılmıyor. 90'larda  "The Crying Game" ve "Interview With The Vampire"la kariyerinin zirvesine çıkan kariyerinin yönetmen Neil Jordan'ı bu filmi yapmaya iten de hem o dönemin filmlerine bir atıf yapmak hem de kendi peak dönemine bir öykünme çabasıdır belki, kim bilir.


Chloe Moretz'in canlandırdığı Frances isimli genç bir kızın bir gün metroda bulduğu bir çantayı sahibi olan Greta isimli kadına (Isabela Huppert) teslim etmesiyle başlayan hikaye, annesini yakın zamanda kaybetmiş Frances'in Greta'nın arkadaş canlısı tavırlarına aldanarak bir nevi annesinin boşluğunu doldurmaya çalışmasıyla gelişiyor. Tabi çok geçmeden Greta'nın gerçek yüzü ortaya çıkıyor olsa da Frances'in bu saplantılı kadından kurtulması o kadar kolay olmuyor.
 
 

Çekimleri 2017'de "The Widow" ismiyle gerçekleşen film her ne kadar hikayesinin merkezine New York'u alsa da esasında çoğunluğu yönetmenin memleketi Dublin'de çekilmiş. Zaten bir elin parmaklarını geçmeyecek mekanlar arasında gidip gelen filmin lokasyon çekimlerine pek de ihtiyacı olmamış. Görüntü yönetmenliğini gene kendisi de bir İrlandalı olan  Seamus McGarvey (The Avengers, Godzilla, Atonement) üstlenirken filmin müziklerini Guillermo Del Toro'nun "Pan's Labyrinth" ile tanınan Javier Navarrate yapmış.


Yönetmen Jordan eklektik bir kariyere sahip olsa da eli pek korku-gerilime yatkın değil o yüzden o janr dahilinde bir film izlemek isteyenleri tatmin etmeyebilir "Greta". Seyirciyi diken üstünde tutan, gore açısından da elini korkak alıştırmayan bir filme imza atabilirdi, materyal buna müsait çünkü. Öte yandan üçüncü perdesi itibariyle beklenmedik şekilde rahatsız edici bir hale bürünen de bir hikayeye sahip bir film bu. 
 
 

Greta'nın karanlık geçmişinin ve arızalı kişiliğinin tüm ayrıntılarına filmin sonuna doğru hakim oluşumuz, önceki kısımlarda karakterine dair edindiğimiz izlenimlere yeni bir anlam kazandırarak yüzde yüz özgün olmasa da ayakları yere basan bir psikopat tiplemesiyle karşı karşıya olduğumuzu anlamamızı sağlıyor. Çocuğuyla sorunlu ilişkisi olan bir anne figürü ile anne arayışı içinde olan bir kız figürü ilk kez kullanılan bir hikaye kalıbı değil ama karakterlerin psikolojik altyapılarının netleşmesi ve davranışlarına bir nedensellik katması itibariyle filmin kalitesini arttıran bir özellik. Şahsen çok hazzetmesem de Isabelle Huppert'in bu rol için biçilmiş kaftan olduğu  bir gerçek, oynarken keyif aldığı da gayet belli oluyor. Genelde daha güçlü roller canlandırarak üne kavuşmuş Moretz de karakterinin kırılganlığını yansıtmakta gayet başarılı, artık oyunculuk serüveninde daha olgun bir döneme girdiği anlaşılıyor. İlginç bir şekilde filmin en akılda kalan yanlarından birisi Maika Monroe'nun sarkastik ama sadık arkadaş portresi olmuş.


90'lara öyküneyim derken teknolojiyle garip bir ilişki içine girmesi (Frances'in evinde hala sabit telefon olması, Greta kendisini telefonla taciz ederken onu bloklamayı akıl edememesi vs.) kendisinden bir nebze soğutsa da şahsen ben "Greta"yı keyifle izledim. "Artık böyleleleri pek yapılmıyor" filmleri kategorisini gururla dolduran, izledikten sonra çok az bırakmasa da eğlenceli bir 90 dakika vaadeden bir seyirlik.