Perşembe, Kasım 21, 2019

Mindhunter Sezon 2


Sinema tarihinin en sevdiği türlerden olan seri katil filmlerine Se7en gibi bir klasik eklemekle yetinmeyip gene türün en sıra dışı ve kalburüstü örneklerinden biri olan Zodiac’a da imza atmış olan David Fincher’ın anlatacağı bir başka seri katil hikâyesine hayır demek hayli güç. Öte yandan Mindhunter projesi ilk duyurulduğunda ünlü yönetmen acaba kendini tekrar ediyor olabilir mi düşüncesini de birçok sinemasever dillendirmişti. 2017 yılında Netflix’te yayınlanan ilk sezonu bitirdikten sonra herkes idrak etti ki Mindhunter, “Se7en”dan çok “Zodiac”a yakın; hatta “Zodiac”ın daha uzun süreli ve daha yavaş akan bir türeviydi.


Seri katillerin kafa yapısını çözmeye çalışarak suçun doğasına dair net bir fikir edinmeye çalışan iki FBI ajanının hikâyesi neredeyse tamamıyla diyaloglardan kuruluydu. Genelde de aynı ya da birbirinin benzeri mekânlarda (FBI binası, hapishaneler, oteller, karakterlerin evleri vs…) geçiyordu. Seri katil lafını duyunca gerilim dolu dakikalar geçirmeyi bekleyenleri hayal kırıklığına uğratan dizi, tek beklentisi bu olmayan izleyiciler içinse ilginç bir seyir deneyim sunmuştu. Mevzu seri katiller olduğu için diyalog ağırlıklı işleyiş seyirciyi sıkmıyordu, üstelik diğer Netflix serilerine kıyasla bölüm sayısı da makuldü.


Ağustos 2019 içerisinde izleme imkânına kavuştuğumuz ikinci sezonda gene Fincher’ın bilfiil elini taşa koyduğunu görmek güzel. Acaba House of Cards’ta olduğu gibi ilk sezondan sonra projeyi birilerine devredip gider mi diye düşünenleri yanıltarak diziye desteğini sürdüren yönetmenin beyanatlarına bakılırsa 5 sezona kadar hikâyeyi götürme niyeti var. Amerika’daki seri katil bolluğunu göz önüne alınca bunu gerçekleştirmekte çok zorlanacaklarını düşünmek zor olsa da bir noktada diziye değişik hikâye katmanları eklemeleri gerekiyordu. Ki bu sezon genelde bunun temelini atmakla geçmiş gibi duruyor. Bu gayrette ne derece başarılı olunduğu ise ayrı bir konu.


İlk sezonun bittiği noktadan hikâyeyi devam ettiren dizi Jonathan Groff’un canlandırdığı başkarakter Holden’ın kendini bulduğu pozisyon ve Holden, Bill Tench (Holt McCallany), Wendy (Anna Torv) üçlüsünden müteşekkil merkez grubun kendi içindeki çekişmeler gibi ilk sezon finalinde ucu açık kalmış noktaları; ilk bölüm itibariyle bağlayıp bir daha da değinmiyor. Yazar grubunun bunların üzerinde fazla durmayarak hikâyeyi başka noktalara sürüklemek istemeleri anlaşılabilir olsa da seyirciye karakterlerin yolculuğuna etki edecekmiş gibi yansıtılan bu bağlantıların üstünkörü geçiştirilerek noktalandırılması bir hayli garip kaçmış.


Bahsettiğimiz ana üçlünün içinde Holden’ın özel hayatı ilk sezonun önemli bir parçası olmuş. İkinci sezonda spot ışıkları ise Bill ve Wendy’nin üzerine döndürülmüş. İlginç bir şekilde Holden’ı sadece eldeki vakalarla alakalı olarak görüyoruz, başkaca da hayatında olup biten bir şey yok. Hikâyenin merkezi olarak takip etmemiz beklenen biri için garip bir tercih. Wendy ile alakalı kısımlar son derece sıradan bir özel ilişkiden öteye gidememiş. Bill Tench bölümleri ise karakterinin evlatlık oğlu bazında yaşadığı ailevi sıkıntılar sezonun en parlak öğesi olmayı başarmış.


Sezonun ilk yarısı öncülü gibi ünlü katillerin mülakatlarıyla geçiyor ki dizinin başarısını sürdürdüğü bölümler buralar. İlk sezonda hayranların favorilerinden biri haline gelen Edmund Kemper (Cameron Britton) ile sadece bir kez muhatap olabilsek de Son of Jack, Elmer Weyne Henley, Tex Watson ve Charlie Manson gibi iz bırakmış katillerle ilgili sahneler, müthiş oyuncu seçimleri sayesinde gene dört dörtlük olmuş. Tarantino’nun filmi “Once Upon A Time In Hollywood”da da Manson’ı canlandırmasıyla ses getiren Damon Herriman; o filmdeki diyalogsuzluğunun acısını “Mindhunter ”da çıkarmış. Amiyane tabirle döktürmüş.


70’lerin ikinci yarısında ülkeyi bir hayli meşgul eden “Atlanta çocuk cinayetleri” sezonun ikinci yarısını kapsıyor. Bu kısım itibarıyla dizi seri katiller üzerine bir fikir teatisinden daha ziyade bir “whodunnit”e dönüşüyor. Olayların tarihe mal olmuşluğunu düşününce bu da garip bir tercih olarak geldi bana. Çünkü mevzuya hakim birçok izleyici hâlihazırda katilin kimliği, olayın sonuçlanışı hakkında fikre sahip. Hal böyleyken vakanın etrafına bir gizem perdesi örmeye çalışarak sezonun yarısını buna vakfetmek biraz zaman kaybı olmuş kanaatindeyim.

Mindhunter 2. Sezon

9 bölümlük sezonun ilk 3 bölümüne imza atan Fincher sonrasında bayrağı sırasıyla “The Assassination of Jesse James” ile Oscar adayı olmuş Andrew Dominik ve Denzel Washington filmi “Out of Time” ile hatırlayabileceğiniz Carl Franklin’e devretmiş. Onlar da Fincher’ın dizide tutturduğu yetkin ama fazla göze batmayan sade üslubunu sürdürmüşler. Tiyatroculuğuyla ün yapmış, Conrad McCarthy’nin romanından uyarlanan 2009 yapımı “The Road”un senaryosuna imza atarak sinema dünyasında da ses getirmiş Joe Penhall dizinin showrunner pozisyonunda. Charlize Theron’un kurucusu olduğu Denver & Delilah Productions dizinin yapım şirketi ve Fincher ile birlikte Theron da dizinin sorumlu yapımcıları arasında yer almakta.


Her ne kadar ilkinin gerisinde kaldığını düşünsem de piyasadaki birçok yapımdan çok daha kaliteli bir dizi Mindhunter. Şu ana kadarki pozisyonu Fincher’ın ismi sayesinde kazanmış gibi bir duruşu var. Ne ödül törenlerinde ne de ne internet mecrasında çok ses getirebilmiş durumda. Ama bu ilgiden çok daha fazlasını hak ettiği aşikâr.

Çarşamba, Kasım 13, 2019

Throwback 10: 2012 - Roland Emmerich


Mayaların 2012'de kıyametin kopacağı kehanetini birisi ciddiye alıp filme çekecekse Roland Emmerich'in listenin başını çekmesi normal. "Independence Day" ile zirveye çıkan ticari kariyeri bir sonraki filmi "Godzilla" ile yara alan yönetmen "The Patriot"la farklı bir şeyler denemeye kalkmış, onunla da pek kimselere yaranamamıştı. Herhalde "en iyi bildiğim şeyi yapıp kendimi toparlayım" diye düşünmüş olacak ki öyle yada böyle türünün önde gelen örneklerinden biri haline gelmeyi başarmış "The Day After Tomorrow"la seyirci karşısına çıkmış ama akabinde çektiği "10000 BC" ile kariyerinin eleştirel anlamda en çok yerden yere vurulmuş işlerinden birine de imza atmıştı. 


Kariyerinin bu noktasında kendini tekrar bir başka felaket filmini yazarken bulan Emmerich "2012"nin senaryoyu yazarken bu sefer yanına "The Day After Tomorrow"un senaryosu için yaptığı önerilerle yönetmenin dikkatini çekmeyi başaran müzisyen Harald Kloser'ı almıştı. İkilinin elinden çıkan senaryo Sony tarafından satın alınmış ve 200 milyon dolarlık bir bütçe ile filme alınmıştı.


2012 fenomeninden yola çıkıyor olsa da esasında bir "Nuh'un Gemisi" meseli anlatır "2012". Yaklaşan felaketi bilen dünya liderleri içine birçok insan ve bilumum canlıyı da alabilecek devasa gemilerin inşasına başlarlar halktan gizli olarak. Bu gemilerin yapımında bütçeye destek çıkan bilyonerler aynı zamanda gemideki yerlerini de ayırtmışlardır. Emmerich'in filmlerinin alamet-i farikası olarak bu filmde de birbirleriyle bir şekilde bağıntılı bir çok karakterle tanışırız hikaye boyunca ve film ilerledikçe bu karakterler gruplara ayrılıp hikayeyi birkaç ayrı koldan ilerleterek seyircisini filme angaje etme yoluna gider yönetmen. 
 

Öykünün merkezinde yer alan başarısız yazar müsveddesi Jackson (John Cusack) bu hayali uğruna evliliğinden olmuş, çocuklarıyla arasına mesafe girmiş, geçimini limuzin şöförlüğüyle sağlayan bir adamdır. Çocuklarını kampa götürdüğü parkta tanıştığı Charlie (Woody Harrelson) dünyanın sonunun geldiğine dair komplo teorisini kendisiyle paylaştığında ilk başta deli deyip geçse de kamp dönüşü şoförlüğünü yaptığı Rus milyonerin çocuklarıyla apar topar yola koyulduğunu gören Jackson pirelenir ve ailesini kurtarmak için yola koyulur ama geri dönüşü olmayan kıyamet başlamıştır bile.


Emmerich Beyaz Saray bilim danışmanı Adrien (Chiwetel Ejiofor), başkan yardımcısı Carl (Oliver Platt), Başkan (Danny Glover) ve onun kızı üzerinden üst sınıf çerçevesinde olayların nasıl geliştiğinin de portresini çizer. Adrien'ın idealist bilim adamı kimliği Carl'ın realist politikacılığı ile dengelenir. Hikayeye başarıyla yedirilen bu çatışma çerçevesinde film Carl'ın pragmatikliğinin işlevselliğini bir noktaya kadar kabul etse de finali itibariyle Adrian'ın idealizminden yana tavır alır.


Charlie'den gemilerin Çin'de inşa edildiği bilgisini edinen Jackson'ın yolu bir vesileyle tekrar Rus patronu ile kesişir ve adamın uçağına ailesiyle birlikte binmeyi başarır. Çin'e ulaştıklarında orduya yakalanan ekip, halihazırda gemiye bileti olan iş adamının kendilerini terketmesiyle ortada kalsalar da gemilerin inşasında görev almış ve ailesini gizlice içeri sokmaya çalışan bir işçinin sayesinde gemiye ulaşmayı başarırlar. Bundan sonrası Jackson'la ailesinin gemiye girmeye çalışmaları ile geminin gelmekte olan megatsunamiden kurtulma çabaları ile eş zamanlı gelişir.


Emmerich'in farklı derecelerde hikayeye dahil olan bu karakterlerinin çoğu bütünüyle hoşlanmasanız bile seyircide özdeşleşme isteği uyandırmayı başarır. Bunda John Cusack, Amanda Peet, Woody Harrelson, Danny Glover ve Oliver Platt başta gelmek üzere oyuncu kadrosunun da payı büyüktür. Karakterlerini bir hengameden diğerine sürükleyerek adrenalin seviyesini had safhada tutmaya çalışan Emmerich ister istemez filmin süresini de 2 buçuk saat sularına çekmiş olmasına rağmen seyircisini sıkmamayı başarır. Böyle bir global felaket hakikaten gerçekleşecek olsa siyasi düzeyde nasıl bir reaksiyon geliştirileceği üzerine fikir teatisi yapan sayılı filmden biri olması cihetiyle de önemli olan "2012"nin bize sunduğu önerilerin tümünü akılcıl bulmasanız bile gene de "bence şu şekilde olurdu" diye kendinizi düşünürken bulmamanız elde değildir.


Dijitali erken benimseyen isimlerden olan usta görüntü yönetmeni Dean Semler'ın o dönemler en büyük savunucularından olduğu, günümüzde artık tedavülden kalkmış olan Genesis dijital kameralarla anamorfik çektiği görüntüler dijitalin dinamik aralık bazında daha gerilerde kaldığı bir dönemin mamülü olarak ister istemez varlığını hissettirir ve seyir zevkini bir nebze de olsa baltalar. Öte yandan Emmerich'in gerçek lokasyonlarla CGI fonları bir arada hercümerc etmesi filmin üst düzey görsel efektlerinin altını çizmeyi başarıyla çizmesini sağlar. Jackson'ın limuzinle depremden kaçtığı bölüm başta gelmek üzere birçok heyecan dolu sahne kotarmayı başarır bu şekilde yönetmen.


Roland Emmerich'in eleştirmenler nezdinde çok tutulan bir yönetmen olmamasından mütevellit biraz hakkı yenen bir film olan "2012" seyirci nezdinde hakettiği değeri görmüş ve 800 milyon dolara yakın bir global hasılat elde etmişti. Aradan geçen zaman zarfında felaket filmi janrının önde gelen örneklerinden biri haline gelmesinin yanı sıra yönetmeninin de dalgalı filmografisinin üstteki örneklerinden biri haline geldiği söylenebilir "2012" için.