Perşembe, Aralık 31, 2020

Death to 2020


"Black Mirror"la herkesi insanlıktan soğutan Charlie Brooker'ın komedi köklerine dönüş yaptığı "Death to 2020" adı üstünde, geride bırakmak üzere olduğumuz evlerden uzak yılı beddualarla uğurlama amaçlı bir mockumentary, sahte belgesel. Laurence Fishburne'ün davudi dış sesiyle 2020'yi tüm bela ve müsibetleriyle kronolojik olarak tekrar bir hatırlatırken Samuel L.Jackson, Hugh Grant, Lisa Kudrow,  Joe Keery, Cristin Milioti, Leslie Jones, Kumail Nanjiani, Tracey Ullman,  Diane Morgan ve Samson Mayo tarafından canladırılan uzmanlar (!) ve sıradan vatandaşların da görüşlerini alan belgesel, bilinçli ve yerinde bir tercihle odak noktası olarak ABD  ve İngiltere yi seçerek fazla dallanıp budaklanmadan 1 saatten aşkın süresiyle derdini anlatıyor. Bu sürenin makul bir kısmını artık dalga geçmeyenin dayak yediği Donald Trump gibi bariz hedeflerin üzerine yürüyerek geçiriyor olsa da, Joe Biden gibi Amerikalı liberallerin titrek olduğu mevzularda da lafını esirgememesiyle takdirimi kazanan film, mizah olarak çok özgün bir içerik sunamıyor olsa da yer yer sesli güldürmeyi de başarıyor. Kastın görece en az bilinen isimlerinden bir olan sempatik aktör Samson Mayo'nun ekranda bilim adamı olarak belirdiği bölümler benim için en favori kısımlar olurken bir diğer Diane Morgan da dünyanın en ortalama 5 insanından birini canlandırmakta çok başarılı. Çok da yüksek beklentilere girmeden mevzu bahis yıl bozuntusunu sövgülerle yollamak ve yeni yıla tebessümle girmek için ideal bir seçim. Belli mi olur, nasıl girersek öyle geçer belki dedikleri gibi. Yani inşallah. En azından bu yıl, aynısının bir tanesini daha kaldırabilir mi bünyeler emin değilim.

Perşembe, Aralık 24, 2020

Nuh Tepesi


Nuh Tepesi prestijli film festivallerinden biri olan Tribeca'da oyuncu ve senaryo ödüllerini almasıyla dikkat çekmişti. Pandemi ortalığı kasıp kavurmadan önce sinemalara uğramayı başarabilen nadir filmlerden biri oldu galiba ama ne kadar iş yapabildi bilmiyorum. Derviş Zaim'in asistanlığından gelme Cenk Ertürk'ün ilk uzun metrajı olan film hastalığından ötürü az bir ömrü kalan  ve doğup büyüdüğü köyde gömülmek isteyen bir baba ile ona eşlik eden oğlunun hikayesini anlatıyor. Haluk Bilginer ve Ali Atay tarafından canlandırılan baba-oğulun arası babanın küçükken aileyi terketmiş olmasından ötürü limoni, aralarında bir ilişki yok gibi bir şey. Oğulun biraz da son demlerini yaşayan kendi evliliği ile yüzleşmekten kaçtığı için iştirak ettiği aşikar olan bu yolculuk, babanın kendisinin tarafından dikildiğini iddia ettiği ve altına gömülmek istediği ağacın aradan geçen zaman zarfında bir nevi yatıra dönüşmesi ve köy ahalisinin bu konuda çok hassas olması neticesinde başka bir boyut alıyor.


Baba oğul kavgası üzerine bir anlatı "Nuh Tepesi"; babalarıyla kavga eden çocuklar, babaları kendilerini terkedince ikame olarak yerini alan dayılarıyla kavga eden çocuklar, babaları için kavga eden çocuklar... Neticede hayatımıza dahil edip etmeme konusunda hiç bir seçme hakkımızın olmadığı ebeveynlerimizin kişinin hayatını nasıl kaydırabileceğinin hikayesi. Babasının yokluğunda dayısıyla didişerek büyüyen Ömer'in (Ali Atay) hiçbir zaman bir iç huzura kavuşamaması ve evliliğini de yürütememesi, hamile olan karısından çocuğundan ayrı kalmamak bahanesiyle boşanmayı reddederken nasıl baba olunacağına dair kafasında en ufak bir fikrin olmaması onu babasıyla yeniden ilişki kurmaya yöneltirken belki bu vesileyle içindeki bu hengameleri bir nebze dindirebileceği ümidini veriyor belli ki. Ağacın köy nezdindeki statüsü ve bunu bir ekmek kapısına çevirmeyi başarmış köy muhtarının  sinsi olduğu kadar düşmanca olan tavırları bu duruma taş koyuyor elbette ama aynı zamanda ağaca sahip çıkarak köylüyle karşı karşıya gelmeleri baba-oğulun birbirine yakınlaşmasına da vesile oluyor. Yönetmen Ertürk bu içsel savaşlar vesilesiyle filmine belli bir ivme kazandırmayı başarırken son çeyrekte hikayenin iplerini elinden kaçırarak kurduğu bu çatıya ihane ediyor. Baba karakterinin filmdeki son eylemi düşünüldüğünde kişiliğiyle uyumlu bir bencillik olsa da gene de hikayenin gidişatı itibariyle eğreti duruyor. Ertürk'ün sineması ilerisi için belli bir umut veriyor ama bir kaç yıl üzerinde çalıştığını söylediği senaryosu üzerine biraz daha dursaymış iyiymiş.

Salı, Aralık 22, 2020

Sonic the Hedgehog


Esas karakterinin orjinal tasarımı ilk fragmanda göründüğünde tüm dünyayı ürkütmeyi başaran "Sonic the Hedgehog" gösterim tarihini 3 ay ötelemiş ve mevzu bahis tasarımı baştan aşağı yenilemişti. Animasyon kısa film dalında oscara aday gösterilmişliği olan, kariyerinin bir noktasında bir Sonic oyununda görev de yapmış yönetmen Jeff Fowler, hakların ve stüdyoların değişiminden kaynaklı uzun bir oluşum sürecinden geçen bu ilk yönetmenlik denemesinin böylesi bir hata yüzünden gömülmesine izin vermedi ve işinde mahir bir ekibi varmış ki tünelin ucundan alnının akıyla çıkmış. Hoş madem o kadar iyilerdi Sonic'in o ilk hali neydi öyle diye sormak da mümkün ama şu noktada konumuz bu değil.


İsmi lazım değil bir evrende müthiş hız yeteneğiyle  dikkat çeken Sonic'in yeteneğinin peşinde olanlar tarafından avlanmaya başlaması neticesinde evinden kaçmak zorunda kalması ve yolunun dünyaya düşmesiyle açılan film, bu yeni gezegende yıllarını geçirip ortama feci şekilde ısındığı halde dünya dışı bir varlık olmasından mütevellit kimselerle tanış olamayan küçük kirpinin, yalnızlığın verdiği efkarın zirve yaptığı bir noktada hiddetinden küçük çapta bir enerji patlamasına sebep olması neticesinde dikkat çekmeyi başarmasıyla devam ediyor ve av tekrar başlıyor.


Sancılı yapım süreci ve video oyunlarına dayalı yapılan filmlerin genelde iyi çıkmaması gibi gerçeklerden hareketle kimsenin bu filme dair yüksek beklentileri yoktu ama sonuç herkesin şaşkın bırakan eğlenceli bir film oldu. Senarsitler hızlı koşabilen bir kirpinin merkezinde olduğu bir hikaye anlattıklarının bilincinde kendilerini çok da fazla ciddiye almadan ama tümüyle parodiye de kaçmadan, hem karakteri ait olduğu evrenle birlikte tanıtmayı başarıyorlar hem de düzeltilen tasarımıyla birlikte yazdıkları diyaloglara sempatik hale getirmeyi başarmışlar. Yönetmen Fowler, filminin tonuna, temposuna ve aksiyonuna gayet hakim, ilk yönetmenlik denemesi için başarılı bir performans gösteriyor. Sonic'in baş düşmanı haline gelen Robotnik karakterinde Jim Carrey bir harika; en son 90'larda gördüğümüz fiziksel komedinin zirvesine oynayan performanslarını hatırlatan oyunculuğuyla filmi Sonic'ten çalmayı başarıyor. Özellikle filmin ortasında hiç alakasız bir şekilde beliren dans sahnesiyle kendisini böyle rollerde görmeyi ne kadar özlediğimizi bir kere daha hatırlatmayı başarıyor herkese. Sadece Carrey değil, James Marsden da kasabanın sempatik şerifi rolünde kendisinden beklemediğim bir komedi yeteneği olduğunu kanıtlıyor ve Carrey'nin karşısında ezilmeden filmin gücüne güç katmayı başarıyor. Fazla üzerinde kafa yormadan, ailecek eğlenmek için yapılmış  ve bu minvalde mevcudiyetinin hakkını fazlasıyla veren güzel bir seyirlik.

Cumartesi, Aralık 19, 2020

Movie 43


"Movie 43" çekilip gösterime girme cüretini gösterdiğinden beri nefret etmenin popüler olduğu filmlerden biri haline gelmiş bir yapım. Tüm zamanların en kötü filmleri dendiğinde adını ananların hiç de azınlıkta olduğu söylenemez. Biraz bu sebepten, biraz da geçmişte gene böyle episodik bir yapıya bir başka komedi filminden ağzım yandığı için ("The Ten" diye Allah'ın cezası bir şey) bugüne değin hiç de izlemeye yeltenmediğim bir film idi. İyi ki fikrimi değiştirmişim zira kim ne derse desin ben baya güldüm.


Skeçten müteşekkil komedi filmlerinin en bilineni denebilecek 1978 tarihli "Kentucky Fried Movie"nin modern versiyonunu yapmak için yola çıkan yapımcı Charlie Wessler, Farrely ve Zucker kardeşlerin yanı sıra Trey Parker-Matt Stone ikilisinin de yazıp yöneteceği bir film için çalışmaya başlasa da stüdyoların hiç biri filmi yapmaya yanaşmamış. Nihayet Relativity Media 6 milyon dolar bütçeyle projeye ok verince çekimlere başlansa da skeç senaryolarını beğenmeyen Zucker'ler ve Parker-Stone ikilisi filmden ayrılmış.


13 ayrı yönetmen tarafından 16 skecin çekilmesi 4 yılı bulmuş. Yapımcı ilk önce Hugh Jackman ile Kate Winslet'ı Peter Farrelly yönetiminde "çenesinde taşak olan adam" skecinde oynamaya ikna etmeyi başarmış ki bu skeç Relativity'yi projeyi kabul etmeye yaramasının yanında diğer skeçler için başka yıldızların da evet demesinde etkili olmuş. Yapımcının kişisel bağlantıları sayesinde kabul ettirdiği, düşük bir ücret karşılığında olsa bile çekilmesi bir iki günden fazla uzun sürmeyen farklı bir şeyde yer almak için teklifi kabul eden  oyuncular sadece kendi skeçlerinin hikayesinden haberdar olup filmin büütünün neye benzeyeceğinden tamamiyle habersiz bir şekilde projeye evet demişler. Richard Gere gibi yırtmaya çalışıp beceremeyenlerin yanı sıra Colin Farrell gibi evet deyip sonradan cayanlar da olmuş.


Skeçleri bağlayan çatı öykünün iki ayrı versiyonu var ve benim izlediğim versiyonda bir grup tipsiz ergen izlenmesi halinde medeniyetin sonunu getirecek dünyanın en fazla yasaklanan filmi  "movie 43"ü izlemeye çalışıyorlardı. ABD'de versiyonunda Dennis Quaid'in oynadığı deli bir senarist Greg Kinnear tarafından canlandırılan yapımcıya "Movie 43" projesini kabul ettirmek için silahla rehin almak dahil elinden geleni yapıyormuş. Netteki yorumlara bakılırsa da gayet komik olan bu kısma niye bir alternatif koymayı tercih etmişler anlamak mümkün değil. 


Peter Farrely'nin Dennis Quaid'li çatı dışında yönettiği iki kısımdan birisi olan ve  yukarıda da bahsi geçen taşak-çene skeci, Hugh Jackman'ın çenesinde sallanan taşaklara Kate Winslet dışında kimsenin tepki vermiyor olmasından öte bir esprisi olmayan bir filmken ilk kez buluşan Halle Berry ve Stephen Merchant ikilisinin aradaki buz kırılsın diye "cesaret mi gerçek mi" oynamaya başlayıp işi estetik ameliyatla tanınmayacak hale gelene kadar uzattıkları bölüm de yer yer gülümsetse de çok hatırda kalır bir yanı yok.


Ergenli çatının yönetmeni Steven Brill'in ("Mr.Deeds") yönettiği diğer skeçte Richard Gere'ın patronu olduğu bir ar-ge firması gerçek boyutlarda çıplak bir kadın görüntüsüne sahip yeni bir mp3 çalar piyasaya sürüyor ama aleti şişme bebek gibi kullanmaya çalışan birçok ergen manidar bir şekilde vajina bölgesinde yer alan soğutucuya çüklerini kaptırmaya başlayınca Gere ve Kate Bosworth'un da aralarında yer aldığı beyin takımı çareyi reklamlarda gerekli uyarının yapılmasında buluyorlar: "iBabe. Don't Fuck It". Taşak-çene gibi basit bir espriden yola çıkmasına rağmen üstüne birşeyler koyabilen eğlenceli kısımlardan biri bu.


Steve Carr'ın ("Daddy Day Care") yönettiği "The Proposition"da en büyük cinsel fetişi üzerine büyük abdest bozulması olan Anna Faris sevgilisi Chris Pratt'i bunu yapmaya ikna etse de arzuların şaha kalktığı geceye hazırlanmak için acıyı fazla kaçıran Pratt, Faris'in olayı romantize etme çalışmalarına fiziksel olarak daha fazla katlanamayınca olay kelimenin tam anlamıyla boka sarıyor. Kağıt üstünde en mide kaldıracak skeç olma potansiyeline sahip olsa da iğrençliği çok grafik boyutlara taşımayıp izleyicinin hayal gücüne bırakarak komik olmaya çalışan bir bölüm burası da.


James Gunn'ın Elizabeth Banks tarafından tufaya getirilerek yönetmeyi kabul ettiği, kurgusuna iştirak etmediği gibi izlemeyi de reddettiği skeçte anime bir kedi, sahibi Josh Duhamel'e karşı gay gay arzular besliyor ve Elizabeth Banks'le olan ilişkisini sabote etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Neticede Emily Alyn Lind'in doğum günü partisinde Banks tarafından kürekle dövülse de görüntü itibariyle masum bir kediye şiddet uygulayan Banks partiye katılanların saldırısına uğruyor. Gunn'ın tiksindiği kadar olmasa da filmin akılda kalan parçalarından biri değil.


Gunn'ı ayartmak dışında "Middleschool Date" isimli skecin yönetmenliğini de üstlenmiş Banks. Erkek arkadaşıyla takılırken adeti gelen Chloe Grace Moretz'in kanlı görüntüsünün erkek arkadaşı ile onun abisi ve babasını da paniğe gark etmesini konu edinen skeç erkeklerin kadın anatomisinin cazibedar olmayan kısımlarıyla olan ilişkilerini tiye alsa da çok da komik olamıyor. Yalnız skecin sonunda yer alan denize girerken başarısız bir ürün kullandığı için köpekbalığına yem olan bir kızın yer aldığı ped reklamı filmin en komik bölümlerinden birini oluşturuyor.

 
Brett Ratner'ın "Happy Birthday" skecinde Johnny Knoxville kardeşi Seann William Scott'a doğum günü hediyesi olarak Gerard Butler tarafından canlandırılan bir Leprikon hediye ediyor ama ağzı bozuk leprikon kurtulup saldırıya geçince kardeşler de ellerini kana bulamak durumunda kalıyorlar. Güzeller güzel Esti Ginzburg'un varlığı dışında çok da tesiri olamayan bir skeç bu da.


"Get a Job Motherfucka" isimli filmde Naomi Watts ve Liev Schreiber evde eğitim alan oğulları lise tecrübesinden nasipsiz kalmasın diye oğullarına akran zorbalığı, dalga geçme, evde parti yapıp onu çağırmama gibi bilumum muameleyi reva görerek oğlanın ruhi dengesini altüst eden psikopat bir çifti canlandırıyorlar. "Superhero Speed Dating" Robin'in (Justin Long) Supergirl'le (Kristen Bell) olan buluşmasının Batman, Wonder Woman ve Superman tarafından içine edildiği bir akşamı konu ediniyor.


Filmin açık ara en komik skeci olan "Victory's Glory"de Terence Howard ilk kez beyazlardan müteşekkil bir takıma karşı mücadele edecek  olan alayı siyahi bir basketbol takımının antrenörünü canlandırıyor. Koç beyazlara karşı sırf siyah olmalarının sahadan galibiyetle ayrılmak için yeterli olacağına ikna etmeye çalışsa da oyuncuları bunu anlamakta zorlandıkça zıvanadan çıkan Terence Howard'ın performansı skeci tek başına sırtlıyor. Kendisinin çok da büyük bir hayranı sayılmam ama buradaki performansını baz alarak içinde yer aldığı tüm komedilere göz atmaya teşne hale geldim, o derece.  "You're black. They're white. This ain't hockey!" ya da "The Lord done did his part already. He made you black. He gave you a foot and a half dick. Dribble with that motherfucker!" gibi replikler izleyeni gülmekten yerlere yatırmıyorsa sizde bir sıkıntı var demektir, filmde değil.


Kabaca geçitiğim özetlerden de anlaşılacağı üzere içinde seyredeni güldürmeye namzet birçok öğe bulunduran birçok farklı skecin olduğu eğlenceli bir yapım "Movie 43". Herkesin zevkine hitap etmeyeceği kesin ama bu cümleyi neredeyse sinema tarihine geçmiş her bir komedi filmi için kurmanın mümkün olmasından mütevellit sağda solda filmin itin makatına sokulmasına kulak asmayıp bir şans verin, sonra kararınızı verin derim ben. Sanmıyorum ki pişman olasınız, illa gülünecek bir şeyler bulmanız olası, hele Farrelly mizahına belli bir aşinalığınız var ise.

Self/less (2015) - Tarsem Singh


2015 yapımı "Self/less" sessiz sedasız gösterime girip çıktığında kimse filmi yönetmen Tarsem'e yakıştıramamıştı. Ben bile yönetmenin kim olduğunu bilmeksizin fragmanı izledikten sonra Tarsem'in ismini gördüğümde şaşırdığımı anımsıyorum. "The Cell" ve "The Fall" gibi filmler sayesinde gerçek üstü ve fantastikle özdeşleşmiş bir yönetmene görünüş itibariyle klişe bir Hollywood gerilimini konduramıştı kimse, o yüzden eleştirmenler neredeyse önyargıyla yaklaşıp üstünü çizdiler filmin. Halbuki yönetmenin o dönem verdiği röportajlara baktığımızda görüyoruz ki "Selfless" Tarsem'in gayet bilinçli yaptığı bir tercih ve tam olarak kendisine dair saydığımız bu beklentileri kırmak amacıyla yapılmış bir film. Ve kötü bir film de değil kesinlikle.  
 

Ben Kingsley tarafından canlandırılan zengin iş adamı kanserden ötürü kısa bir ömrü kaldığını öğrenir. Bu durumla yüzleşmeye çalışırken gelişen yeni bir teknoloji ile ikinci bir şansı olduğunu öğrenir. Buna göre bilinci genç bir bünyeye (Ryan Reynolds) aktarılacak ve yaşamaya devam edebilecektir, tabii yüklü bir meblağ karşılığında. Operasyon gerçekleşir ve transfer tamamlanır ama bir süre sonra işlerin çok da yolunda olmadığını ve işgal ettiği bu yeni bedenin eski sahibinden kalıntılar barındırdığını anlaması uzun sürmez.
 

Senaryo görece klasik gerilim filmlerinin izleğini takip ederken ruh-beden ikilemi üzerine ilginç bir fikirden yola çıkıyor. Dünyanın en özgün teması sayılmaz ama gene de "bilinç dediğimiz şey nerededir, başka bir bedene aktarılabilir mi yoksa beden ile bütünleşik midir?" gibi sorular sordurabilmesi itibariyle değerli bir film. "Immortals" ve "Mirror Mirror" da da beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Brendan Galvin'le bir kez daha bir araya gelmiş olmasına rağmen yönetmenin görselliğe teşne sinemasına dair pek bir iz yok burada ama tek tük beliren aksiyon sahnelerinde gösterdiği hüner ve genel olarak seyircinin merakını diri tutabilmesi itibariyle Tarsem'in ortalama üstü bir tür filme imza attığı söylenebilir. Ben Kingsley, Matthew Goode, Natalie Martinez ve Michelle Dockery gibi farklı kalibrelerden oluşan ilginç bir kasta sahip olması da bir artı, öte yandan Ryan Reynolds'ın bu kadro içinde en eğreti unsur olduğunu da söylemek lazım. Deadpool ve ya Deadpoolvari karakterler oynamadığı zaman da iyi bir oyuncu olduğunu "Smokin Aces", "The Nines", "Buried" gibi filmleri izleyen herkes bilir ama buradaki içi içini yiyen karakter tipi aktöre pek oturmamış.
 

İzlendikten sonra unutulması uzun sürmeyen bir film olsa da izlenirken iyi vakit geçirten bir yapıt. Sevdiğimiz bir yönetmenin en iyi işi olduğunu iddia edecek değiliz ama üzerine vurulan fiyasko vasfını da haketmiyor kesinlikle.