Cumartesi, Şubat 29, 2020

All the Bright Places


Jennifer Niven isimli bir yazarın kitabından uyarlanan bir başka YA örneği "All The Bright Places". Goodreads'e bakılırsa baya bir seveni olan bir eser belli ki, 2015'in en iyi YA ödülünü falan almış. Fakat yorumlara biraz bakınca bu kitlenin büyük bir çoğunluğunu dişi nüfusun oluşturduğunu idrak etmek zor değil. Tüketicisinin kadınlar olduğu her mamul gibi bunun da alıcı sıkıntısı çekmeyeceği çıkarımında bulunan yapımcı tayfası 2015'de kitap çıkar çıkmaz hemen haklarını satın alıp film hazırlıklarına giriştiler. 
 

Kitabın büyük hayranlarından olan Elle Fanning'in daha o zamandan filmde rol alacağı kesindi, kitabın yazarı Jennifer Niven da kendi romanını uyarlamakla görevlendirilmişti. Yönetmen olarak da "Alexander and the Terrible, Horrible, No Good, Very Bad Day", "Youth in Revolt", "Cedar Rapids" ve "Like a Boss" gibi çoğu vasat ya da vasatın bir tık üstü komedi filmleriyle tanınsa da bir şekilde işsiz kalmamayı başaran Porto Riko asıllı yönetmen Miguel Arteta seçilmişti. Bir süre hakkında başka bir şey duyulmayan filmin 2018'de yönetmenlik koltuğunun el değiştirdiği ve seçilen yeni ismin Brett Haley ("I'll See You in My Dreams", "Hearts Beat Loud") olduğu duyuruldu. Aynı zamanda Elle Fanning'in  ilk kez bir filmde yapımcı olarak görev alacağı da ilan edildi. Spielberg için "The Post", Seth Rogen için de "Long Shot"ı yazan, Fincher'ın dizisi "Mindhunter"ın yazar kadrosunda da yer alan Liz Hannah'nın da Niven ile birlikte senaryoyu yazacağını da bu dönem öğrendik. Yönetmen tercihleri sorgulamaya açık olsa da en azından senaryo hanesiyle ve Fanning'in yanı sıra Keegan Michael-Key, Luke Wilson ve Virginia Gardner'ın da aralarında bulunduğu oyuncu kadrosuyla umut vaadeden bir yapım görüntüsü vermeyi başaran bir projeydi o dönem itibariyle.
 

Kız kardeşi ile geçirdiği bir kazadan sağ kurtulan ama kardeşinin kazada hayatını kaybetmesinden ötürü sağ kalma suçluluğu ile cebelleşen Violet'in (Elle Fanning), kazanın gerçekleştiği köprüden intihar girişiminde bulunduğu sırada karşısına çıkan kendisini bu fikrinden caydırmayı başaran Theo (Justice Smith) ile ilişkisinin öyküsü bu. Hayatına girdiği gibi kendini Violet'ı iyileştirmeye adayan Theo'nun bunu başarmakla kalmayıp Violet'ı kendine aşık etmesinin ardından karanlık bir tarafı olduğunu öğrenmemiz ve Violet'ın kendisine yapıldığı gibi ona ulaşmaya çalışıp bunda başarılı olamaması üzerinden ilerleyen hikaye trajik bir biçimde de nihayete eriyor. İzlememiş olsam da bir başka ağlak liseli filmi olarak tanınan "The Fault In Our Stars" ile karşılaştıranlar çok olmuş hastalık bazlı dramaya abanması sebebiyle.


Gençlik filmleriyle genel olarak bir problemim olmasa da bu tarz filmler ilk paragrafta da ifade etmeye çalıştığım üzere gençlik filminden çok genç kız filmine dönüşüyorlar ve bu filmin her bir karesine de bu hususiyet kesif bir şekilde sinmiş. Genç kızın hayatına sihirli bir şekilde girip dünyasını aydınlatan parlak oğlan çocuğu görünce böyle bir filmle muhatap olduğunuz kafanıza dank ediyor ama bu filmin şöyle bir handikabı var, mevzu bahis rol için bu Justice Smith ismindeki kardeş tercih edilmiş. İnternette okuduklarıma göre karakterin kitaptaki tasviriyle ilgisiz görüntüsü sebebiyle kitabın hayranlarınca da topa tutulmuş bu karar, şahsen ben de bir filmi bu kadar katleden bir oyuncu seçimine uzun zamandır denk gelmemiştim. Normalde Fanning büründüğü her rolde parlamayı beceren yetenekli bir aktris, onu bile kötü göstermeyi başaran, en ufak bir ekran karizmasına sahip olmayan bir kişilik. Çocuğun el kol hareketlerinden tutun da diyaloglarını ifade edişine, oyunculuğuna dair her şey seyirci olarak bizi karakterle özdeşleşmek şöyle dursun, kendisine uyuz olmaya yönlendiriyor. Hal böyle olunca filmin dramasının kalbi olan bu gence dair gerçekleşen olayları umursamak da çok mümkün olmuyor tabii. Yönetmen de sağolsun, hikayedeki duyguyu seyirciye aktarabilmekte kendi çapında kifayetsiz. E zaten hikayenin gideri de bir yere kadar, hele belli bir yaşın üzerinde bir erkek izleyici iseniz. Neticede elinizde kalan indie müziklerle bezeli sarı renklerin gözümüze battığı 108 dakikalık bir zaman kaybı.
 

Cuma, Şubat 07, 2020

Midway


Roland Emmerich'in 90'ların sonunda yapmak istediği işlerden biriymiş aslında Midway muharebesini filme çekmek ama teklif edilen bütçe stüdyoların gözünü korkutunca "Patriot"a odaklanmaya karar vermiş. Aradan 20 yıl geçtikten sonra projeyi tekrar gündeme getirdiğinde stüdyolardan aldığı tepki gene aynı olmuş ki çok da şaşılacak bir şey yok. Gişenin kralı olduğu 90'larda red yediyse şimdi red yemesi gayet normal zira "2012"den bu yana yaptığı işlerin hepsi ("Anonymous", "White House Down", "Stonewall" ve "Independence Day:Resurgence") ya zarar etti ya da bütçelerini ancak geçebildiler. Hayır aşağı ahırdan da su içmiyor hiç. Hadi diğer ikisi indie sayılır ama "White House Down" 150 milyon, "Resurgence" da 165 milyon dolara malolmuş. Nereye harcanıyor bu kadar para? "Midway" için de başta 125 milyon dolar bütçe öngörülmüş ama sonrasında bağımsız kanallardan 100 milyon toplanabilmiş. Yüzde 90'ı stüdyo ortamında, CGI fonda çekilmiş film bu. Nolan'ın "Tenet"teki uçak sahnesini CGI'sız yapmak daha ucuza geldi dediği gibi Emmerich de teknolojiye bu kadar para gömeceğine filmini doğal lokasyonda çekse daha ucuza mal edebilir miydi diye insan düşünmeden edemiyor.


Savaş tarihi okumalarını çok sevsem de donanma ve hava kuvvetleri ile ilgili kısımları hep atlamışımdır, nedense karada gerçekleşen savaşlara nispetle daha az ilgi çekici geliyor bana hep. O yüzden Pearl Harbor sonrası gerçekleşen Midway muharebesine dair de çok fikrim yoktu, Emmerich yönetmiş olmasa bu filmi de izlemezdim ama vesileyle savaşın pasifikte seyrinin değişmesine vesile olan bir muharebe olduğunu da öğrenmiş oldum. Yönetmenin daha önceki "10000 B.C.", "The Patriot" gibi tarihi filmleri hep hatalarla dolu oluşlarıyla nam yapmışlarken ilk kez bu filminde tarihsel bilgilere sadakatiyle takdir toplamayı başarmış yönetmen. Öte yanda tarihe bu kadar sadakat olunca hikayeciliğin biraz geri plana atılması gerekiyor herhalde zira biraz yavan bir film "Midway". Daha önce "Colony" ve "Jean Claude Van Johnson" gibi dizilerin yazar kadrosunda yer aldığını öğrendiğim Wes Tooke tarafından kaleme alınan senaryo daha ziyade bir tarih kitabı gibi ilerleyip Midway çerçevesinde bir hikaye anlatmak yerine olayları kronolojik olarak anlatmakla yetiniyor. Birçok tarihi figür baş karakter olarak filmde yer alıyor ama mevzubahis savaştaki rolleri ötesinde adamlar kimdir nedir, nasıl insanlardır çok da fikir edinemiyorsunuz. İyi de bir oyuncu kadrosu var halbuki; Woody Harrelson, Patrick Wilson, Aaron Eckhart, Luke Evans, Tadanobu Asano ve daha niceleri. En öne çıkan karakterin ne karizma ne de oyunculuk manasında çok bir numarası olmamasına rağmen devamlı bir üst düzey prodüksiyonda kendine yer bulmasıyla beni hep şaşırtan Ed Skrein'a teslim edilmesi bir talihsizlik ama yalan yok, film ilerledikçe rolün üzerine daha oturduğunu da hissedebiliyorsunuz. Panavision'ın 2018'de çıkan Millenium DXL2 dijital kameralarıyla  anamorfik olarak çoğunluğu Montreal'daki stüdyolarda çekilen filmin muharebe görüntüleri belli bir görkeme sahip olsa da özellikle gemi güvertesinde geçen sahnelerde fonun yapaylığı çok fazla göze batıp insanı filmden kopartıyor. Belli ölçüde keyifle izlenmesi muhtemel olmasa da kısa sürede unutulacak bir yapım "Midway".