Cuma, Haziran 26, 2020

Harry Potter and the Goblet of Fire (2005) - Mike Newell


Alfonso Cuaron her ne kadar "Prisoner of Azkaban" ile Harry Potter serisinin çehresini değiştirmiş olsa da ilerideki filmlerde yer almayacağını en başından belirtmişti. Yapımcılar muhtemelen artık çocukluk evresini geride bırakan karakterler için Chris Columbus'a geri dönmekten başka bir çözüm bulmaları gerektiğini düşünmüş olacaklar ki filmin iplerini Mike Newell'a ("Four Weddings and a Funeral", "Donnie Brasco") emanet etmeyi uygun gördüler. Newell ne eleştirel düzeyde Cuaron'un ne de gişe düzeyinde Columbus'un kalibresinde bir isim olsa da farklı türlerde nitelikli işler çıkarabilmiş bir yönetmen olması hasebiyle tercih edilmişti muhtemelen. Önceki kitapların uyarlamasını yapan senarist Steve Kloves burada da görevinin başına geldi ve ilk iş olarak serinin bir önceki kitabının neredeyse iki katı uzunlukta olan 636 sayfalık "Goblet of Fire"ı ikiye bölmeyi düşündü ama bir süre sonra bu karadan vazgeçildi.


Üç silahşörler Harry (Daniel Raddcliffe), Hermione (Emma Watson) ve Ron'un (Rupert Grint) ölü yiyiciler tarafından terörize edilerek dağılmak zorunda kalan Dünya Quidditch turnuvasını ziyaretiyle açılan "Goblet of Fire" Hogwarts'da gerçekleştirilecek olan Triwizard Turnuvasıyla devam ediyor, bir nevi spor filmi gibi ilerliyor. Aynı zamanda ufaktan ufağa gençlik rüzgarları da esmeye başlıyor; Hermione Ron'u kıskandırmak için Victor Krum ile baloya gitmeye karar veriyor, Harry'nin ilgi duyduğu Cho ise Hogwarts'ın yeni gözdesi Cedric ile aynı baloya iştirak ediyor. Yer yer komik olmayı bile beceriyor film. Öte yandan, yeni karanlık sanatlara karşı savunma hocası Mad-eye Moody (Brendan Gleeson) ile tanışıyoruz ve her haliyle tekinsiz olduğunu belli eden bu adamın Harry'ye özel alaka göstermesinden rahatsız oluyoruz. Bu alakanın sebebini filmin sonlarına doğru anlama imkanımız oluyor çünkü turnuvanın son ayağında Harry bir tuzağın içine çekilerek filmin parlayan karakterlerinden birinin ölümü sayesinde Voldemort'un (Ralph Fiennes) diriltilmesine şahitlik ediyor ve kendi canını zor kurtarıyor. 


"Goblet of Fire" ergenliğin zalim çarklarından geçiş sürecinde olan ve ekranda her belirdikleri anda sanki makyajlarının altında belirmiş bir sivilce suratımıza patlayacakmış gibi insanda tedirginlik uyandırmayı başaran genç oyuncu kadrosu gibi biraz arada kalmış bir film. Romanı okumadığım için hüviyeti nedir ve filme ne derece sirayet etmiştir yorum yapma imkanı bulamamakla beraber çocuk filmi olabilmek için fazla yetişkin, gençlik filmi olabilmek içinse fazla çocuksu bir havaya sahip ve ikisinin arasında gidip gelen bir kimlik bunalımından muzdarip bir duruşu olduğunu söyleyebilirim. Voldemort'un zuhur etmesi ve trajik bir ölümle sonuçlanan finali itibariyle serinin en karanlık filmlerinden biri olmaya namzet olsa da o noktaya kadarki sürecin seyirciyi buna hazırladığını söylemek güç, belki de sahip olduğu vuruculuğu da bir nevi buna borçlu denebilir. Raddcliffe-Watson-Grint üçlüsü sanki artık çocuk olmadıklarını göstermek istercesine abartılı performanslar sergiliyorlar -özellikle Watson-, ama oyuncu kadrosunun yetişkinlerden müteşekkil ayağının da aynı durumdan muzdarip olduklarını görünce bu fenomenin kaynağının Newell'ın yönetimi olduğunu tahmin etmekte bir sakınca yok. Özellikle David Tennant ve Brendan Gleeson karikatüre varan performanslar sergilemişler. "Chamber of Secrets"ın da görüntü yönetmenliğini yapmış, "Batman" ve "12 Monkeys"den tanıdığımız Roger Pratt'ın işçiliği bir önceki filmin renk skalasını aratıyor ve müzikleri devralan Patrick Doyle da Newell'a pek yardımcı olmuyor denilebilir.


Serinin büyüme yolunda ilk adımlarını atan film olmasına rağmen ağızda biraz eğreti bir tat bırakıyor "Goblet of Fire". Belki de yapım kadrosunun ve sürecinin doğası gereği başka bir şey beklememek lazım ama gene de arasatta kalmış bir yapım olduğu söylenebilir.

Cuma, Haziran 19, 2020

The Equalizer (2014) - Antoine Fuqua


Antoine Fuqua ilginç bir yönetmen. Arada "Shooter" ve "Training Day" gibi filmlerle karşımıza çıkıp bize dedirtiyor ki bu adamda iş var. Ama sonra bakıyoruz, olabilecek en klişe işlerle arzı endam edip bu kredisini tüketiyor. Eline iyi senaryo geçtiğinde onu bir tık daha kalite katarak peliküle aktarabilecek kapasitede bir teknisyen orası kesin ama o iyi senaryoyu bulma kısmında ya kifayetsiz ya da umursamaz bir kişilik aynı zamanda. "Magnificient Seven" filmini Denzel'ı at sürerken görmek için çektiğini söyleyen birinden bahsediyoruz sonuçta.
 

Daha sonra - Washington'ın kariyerindeki yegane devam filmi olma özelliğini de taşıyan- bir devam filmine de sahip olmuş 2014 yapımı "The Equalizer" yukarıda bahsettiğimiz klişeliğin doruklarında gezinen bir yapım. 80'lerde 4 sezon sürmüş bir dizinin aynı adlı uyarlaması olan film uzun yıllar proje aşamasında sürünmüş. 2005'te Weinstein'lar tarafından yönetmen Paul McGuigan'a ("Lucky Number Slevin") emanet edilmesi beklenen filmde hiçbir gelişme olmayınca 2010 civarında bu sefer Paul Haggis-Russell Crowe ikilisi tarafından hayata geçirilmesi planlanmış ama herhalde "The Next Three Days" hayal kırıklığından sonra rafa kaldırılmış. Bu noktada senaryo eline geçen Denzel Washington projeye dahil olmuş ama bu seferde yönetmen arayışında sıkıntı yaşanmış zira o ara "Drive"ın kaymağını yiyen Nicolas Winding Refn projeye dahil olduktan 1 ay sonra ayrılmış ve akabinde teklif götürülen Rupert Wyatt ("Rise of The Planet of The Apes") da reddetmiş. Bu sıkıntılardan ötürü projeye ilgisini kaybetmeye başlayan Washington'ın önerisi ile Antoine Fuqua'ya teklif götürülmüş ve yönetmen arayışı böylelikle sona ermiş.

 
Robert McCall tövbekar bir eski ajan, en azından filmin iması bu.Karısını kaybetmiş, onun acısıyla kendini öldü gösterip yeni bir kimlikle Koçtaş'ın Amerika şubesi gibi bir yerde elemanlık kariyerine yönelmeye karar vermiş bir kişilik.Günlerini oradaki gariban kasiyer güvenlik görevlisi olsun diye ona yardımcı olarak falan geçiren, sevimli mi sevimli bir kişilik.Ama müdavimi olduğu kafeye takılan ergen bir fahişe kendisini pazarlayanlar tarafından hastanelik edilince yeminini bozmaya karar veriyor ve olaylar gelişiyor. 


Özetlerken bile insanı esneten böyle bir hikayeyi anlatmak isteyebilir bir yönetmen, sonuçta klişe dediğimiz şey işe yaradığı için klişe olmuş. Fakat en azından bu klişenin icrasında bir tarz yenilik, üslupta bir farklılık gözetilmesini bekliyor seyirci haliyle. Fuqua'nın hiç o taraklarda bezi yok, olabilecek en düz biçimde çekmiş filmini. Adını aksiyon filmleriyle duyurmuş bir yönetmen neticede, aksiyon sahnelerinde belli bir yaratıcılık var mı diye bakıyorsunuz, hak getire.
 

 
Final çatışması süpermarkette geçen bir film bu -olay mekan da değil aslında,sonuçta tüm zamanların en iyi aksiyonlarından olan "Police Story"nin finali de AVM'de geçer mesela, ama orada bir Jackie Chan faktörü var tabii ki-. Televizyon dizilerinde bile aksiyona daha fazla ihtimam gösteriliyor artık. Kurgu zaten evlere şenlik; böylesi hikayenin nereye gideceği daha onuncu dakikasına varılmadan kestirilen bir filmin 2 saati aşkın bir süreye sahip olmaya hakkı yok,seyirciye ayıp,fani ömre sahip varlıklarız sonuçta. O kadar gereksiz uzatılmış sahne var ki, fazlalıkları atılsa 85-90 dakikaya inmesi mümkündür herhalde. Yavaş çekimler bir 10-15 dakikayı rahat alıyor olabilir zaten; Denzel adam pataklar yavaş çekim; Denzel bi yeri bombalar,ağır ağır uzaklaşmasını seyrederiz yavaş çekim,yer gök yerle yeksan olur Denzel'a kül temas etmez; Denzel finalde kötü adamın canına okur,yavaş çekimle yapar son hamlesini vs. O kadar demode klişeler o kadar demode bir biçimde filme alınmış ki insanın havasalası almıyor, yıl olmuş 2010lar nedir bu diye...
 
 
Denzel filmin hem güçlü hem de zayıf noktası. Sonuçta karizmatik bir aktör, oynadığı her filme ağırlığını koyabiliyor. Ama buradaki karakteri süper kahramandan hallice bir şey; tüm kötü adamlar bunun karşısında amatör, kimsenin ruhu duymadan her yere girip tek damla ter dökmeden herkesi öldürebilme yeteneğine sahip. Madem bu denli efektif bir ölüm makinası, ne diye amele işlerde takılıyor da Punisher gibi sistemin gitmediği yerlere adalet dağıtmıyor orası da meçhul; tamam o kızın hakkına girenleri hakladın, ya tanımadığın fahişeler ne olacak,onların sahip çıkılmaya ihtiyacı yok mu gibisinden deli sorular seyirci olarak sizin kafanızı kurcalarken farkediyorsunuz ki bildiğin kasım kasım kasılıyor Denzel Washington. Karşısına kötü adam olarak tüm kariyerini tek surat ifadesiyle geçirmiş Marton Csokas gibi kerameti kendinden menkul bir başka kasılma uzmanını koyunca tadından yenmiyor film. Normalde aralarında Anna Kendrick, Nina Dobrev ve Kelly Macdonald'ın bulunduğu yaşca daha büyük bir aktris tarafından canlandırılması planlanan ama seçmelerdeki performansıyla Fuqua'yı etkilemeyi başaran Chloe Moretz'e emanet edilen ergen fahişe Teri karakterinin de adamın kanına girip ortadan kaybolmak dışında bir işlevi yok, finale kadar da bir daha görünmüyor.
 
Filme dair söylenebilecek tek artı Harry Gregson-Williams'ın müzikleri. Gerçi onun aksiyon filmlerine yaptığı müziklerin hepsi birbirine benziyor acaip şekilde, bu da çok farklı değil ama McCall karakterinin artistik enytry yaptığı yerlerde giriş yapan temasıyla diğerlerinden biraz ayrılabilmiş. Başkaca da bir şey yok. Fuqua bunun üstüne "Southpaw" ve "Magnificient Seven" gibi filmler çekerek özgünlük sularına yakın bir tarihte yanaşmayacağını ele güne ilan etmiş oldu ama gene de ümidimi kesmiş değilim, "Training Day" ve "Shooter"ı yapan adam hala içerilerde bir yerlerde, onun oradan çekip çıkaracak yiğit senaristi bekliyor. 
 

Pazartesi, Haziran 15, 2020

Aynadan Yansıyan Hatıralar: Benim Güzel Günlüğüm - Erden Kıral

Şimdiye kadar hiçbir filmini izlememiş olsam da iyi kötü Türk Sinemasında isim yapmış biri olarak Erden Kıral'ın anıları her zaman dinlemeye değer. Zaten tam anlamıyla bir hatırattan ziyade, kariyerinin belli dönemlerine düşülmüş anektodlar bütünü gibi bir kitap,bir çırpıda okunuyor. Onlarda da çok aşırı detaya girmeye tenezzül etmemiş, yaşadılarının kendi çerçevesinden kuru bir dökümünü sunup bazen ufak tefek birkaç yorumla zenginleştirmiş. Bu zenginleştirme kısmına biraz daha eğilse, okuyucuları arasında bulunan sinema yapmaya meraklı insanlar için sektöre ve yönetmenlik zanaatına dair bazı tavsiyelerde bulunsa, yaşadıkları neticesinde öğrendiklerini anlatsa vesaire, biraz daha iyi olurmuş aslında. Yazmaya üşenmiş gibi resmen, bu bahsettiğim çıkarımları okuyucu olarak biz kendimiz yapmak durumunda kalıyoruz. Özel yaşantısıyla ilgili kısımlarda da aynı durum söz konusu; tamam kendisinden gayrısını ilgilendiren bir husus değil ama kariyerinin başında kendisine çok destek çıkmış sonrasında kanserden hayatını kaybetmiş ilk eşi Tezer Özlü'den daha fazla bahsedebilirdi bence.

Tüm bu saydırmalarıma rağmen gene de okunması gereken bir kitap "Aynadan Yansıyan Hatıralar". Yeşilçam'da toplumsal gerçekçi film yapmanın nasıl bir deneyim olduğu, tüm zorluklara rağmen tutkuyla yapılan işlerin uluslararası arenada karşılığını bulacağı hususlarında ufuk açıcı paylaşımları var Kıral'ın. Özellikle Yılmaz Güney'le alakalı kısımlar hem Güney'in öncü sanatçı kimliğini vurgulayıp hem de isminin etrafına örülmüş mitleri yıkma noktasında çok keyifli. Türk sinema tarihine dair envai çeşit kitabı bizle buluşturarak gönlümüze yerleşen Agora Kitaplığına da selam.

Cumartesi, Haziran 06, 2020

Laggies (2014) - Lynn Shelton


Geçtiğimiz haftalarda hayatını kaybeden yönetmen Lynn Shelton'ın 2014 tarihli filmi "Laggies"i oyuncu kadrosundan ötürü yıllardır izlemek istiyordum ama bir türlü denk gelmemişti. Her ne kadar sağlığında yaptığı işlere bir aşinalığım olmasa da erken sayılabilecek bir yaşta hayatını kaybeden yönetmenin filmografisine giriş yapmak için ideal bir tercih diye düşündüm ve oturdum ekran karşısına.

 
"Laggy" kelimesinin Türkçe karşılığı "kendine etki eden değişimlere geç tepki veren"  gibi bir şeye tekabül ediyor ve "Laggies" de tam olarak böyle bir karakterin hikayesini anlatıyor. Keira Knightley'nin canlandırdığı Megan 30'una merdiven dayamış üniversite mezunu bir kadın ama herhangi bir sabit işi yok, günlerini babasının işyeri için reklam panosu tutarak geçiriyor. Bir Richard Linklater filminden firar etmiş gibi bir hali var;hala liseden çekirdek arkadaşlarıyla takılıyor ama kendisinden farklı olarak onlar "büyüme" yolunda beklenen adımları atıyorlar;iş edinme,evlilik,çocuk vs. 
 
 
Hala lisedeki erkek arkadaşıyla beraber Megan. Zaman onun için 18'inde durmuş ve bir gıdım ilerlememiş. Artık bir sonraki adıma geçmeleri için vaktin geldiğini düşünen erkek arkadaş evlenme teklif edince bu durgun sular da bulanıyor haliyle. Tüm arkadaşları gibi kendini hayatta ciddi adımlar atmanın eşiğinde buluveren Megan bocalıyor ve çareyi etrafındakilere yalan dolan uydurarak bir süre uzaklaşmakta buluyor. Yanına sığındığı kişi ise bir gece hasbelkader tanıştığı lise öğrencisi Annika oluyor. Yetişkinliğe geçmek için tekrar lise yıllarına dönüyor Megan.


Bu filmin içinde bir yerlerde olgunluk sancıları üzerine değerli bir hikaye saklı ama garip tercihlerle bertaraf edilmiş gitmiş. Her bir karaktere küçük öykücükler eklemleyip hiçbirine de doğru düzgün eğilip anlamlı bir yere vardırmadan nihayete eriyor film. Megan'ın sığınak olarak 17'lik bir kızı seçmesi, bir nevi onda kendini görmesi güzel bir dokunuş olsa da kızın ve kızın babasının hayatlarına paldır küldür giren bu insanı bu denli kolay kabullenip bağırlarına basmaları çok eğreti duruyor. 
 
 
Hele olay daha da kalas bir biçimde romantik sulara evrilince hem filmin anlatmak istediğini varsaydığımız şeylere zarar vermekle kalmıyor, romantik olmayı da beceremeyen bir yapıtla başbaşa kalııyoruz. Başta da belirttiğim gibi filmi izlememdeki başat etken olan oyuncu kadrosu için bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim ama olmamışlar hiç. 
 
 
Sam Rockwell içinde yer aldığı her projeyi izlenebilir kılabilecek yetenek ve sempatiye sahip bir oyuncu ama ne Keira Knightley ile duygusal kimyaları uyuşmuş ne de Chloe Moretz ile; birinin sevgilisi olmak için fazla yaşlı, diğerinin de babası olmak için de fazla genç bir görüntüsü var. Knightley öykünün merkezi olarak elinden geldiğince filmi sürüklemeyi başarıyor ama hikayenin gelgitli, ne yapmak istediğini bilmiyor gibi duran hali onun da performansını etkilemiş. Özellikle nişanlısı ile olan yan öykü ve bunun saçma bir şekilde nihayete ermesi, bu durumun en bariz hissedildiği yer diyebilirim. Üçlünün içinden alnının akıyla çıkabilen yegan ismin Moretz olduğu söylenebilir. Normalde ergen karakterler izleyicinin sinirleriyle oynar hal hareketleriye ama Moretz oyunculuğuyla daha bir ayağı yere basan ve kendi halinde problemleriyle cebelleşen bir portre oluşturabilmiş. 
 

Özendiği Linklater sinemasının izinden gidip yetişkinliğe dair bir sorgulamaya yeltenseymiş çok daha ilginç bir film olabilirmiş "Laggies" ama gereksiz bir şekilde romantik komedi sularına girmesiyle kendi ayağına sıkıyor. Yazık olmuş, zira - her ne kadar rahmetlinin başka bir filmini izlememiş olsam da- yönetmenin eli bu tarz hikayelere daha yatkınmış gibi bir izlenim edindim.