Cuma, Temmuz 31, 2020

Bayi Toplantısı


BKM Film'in yeni Arzu Film ekolüne dönüşme gibi bir gayesi varmış intibasına kapılmamak elde değil bazen. Komedi filmlerine odaklanmaları ve bu alanda devamlı yeni yetenekler üretme çabaları insanı bu düşünceye sürüklüyor. Öte yandan ortaya konulan filmlerin kalitesine bakıldığında daha çok fırın ekmek yemeleri gerektiği de bir hayli aşikar hale geliyor.


"Bayi Toplantısı" adı üzerinde İstanbul'da bir bayi toplantısında buluşan ülkenin farklı yerlerinden gelmiş 3 arkadaşın başından geçenlerin hikayesi. Senarist ve başrol oyuncusu İbrahim Büyükak BKM'nin üretken isimlerinden, "Çok Güzel Hareketler Bunlar"ın birçok başarılı skecinde de onun imzası vardı. Oyuncu kadrosu da gayet kifayetli insanlardan müteşekkil; Onur Buldu, Doğu Demirkol, Büşra Pekin, Safa Sarı, Deniz Hamzaoğlu, Rıza Akın, Müfit Kayacan ve Çağla Demir. Bu bileşenlerin sayesinde yer yer gayet komik olabilen de bir film "Bayi Toplantısı". Özellikle bayi toplantısı konsepti ve Büyükak'ın bu temayı gayet yerinde bir eleştirellikle hicvedebilmesi isabetli olmuş. Öte yandan genel itibariyle akılda kalıcı bir yanı da yok maalesef. Filmin komedisinin büyük bir bölümünü çoğunlukla bel altına yönelerek erkek mizahına yaslıyor; benim için problem bir husus olmamakla beraber bir kolaycılık ibaresi olduğu da aşikar. Birden fazla sahnede oyuncular filmdeki esprilere kendileri gülüyorlar ki bir komedi filminin işleyebileceği en büyük günahlardan birisi. Büşra Pekin'in canlandırdığı karakter gibi bazı hikaye unsurları güldürmekten ziyade filmi gülünç duruma düşürüyorlar.

BKM'nin yapması gereken şey, oyuncular ve yazar ekibi dışında yönetmen yetiştirmeye de odaklanması bence çünkü filmleri bu noktada kaybediyor. Ali Atay, Selçuk Aydemir, Burak Aksak gibi isimler vizyoner yönetmenlerin elinden ne denli komik filmler çıkabileceğinin en yakın örnekleri. Gene Büyükak'ın yazdığı "Küçük Esnaf" ve "Yol Arkadaşım" gibi filmlerin yönetmeni Bedran Güzel aynı kalibreden bir hayli uzak maalesef.

Pazartesi, Temmuz 27, 2020

Film Çeviriyorum Abi - Ali Karadoğan

Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney gibi isimlere asistanlık yaptıktan sonra yönetmenliğe başlayan Şerif Gören Türk sinemasının en büyük zanaatkarlarından olsa da kimi üstatlara nispetle biraz görmezden gelinen bir yönetmen kanaatimce. O yüzden Ali Karadoğan'ın Gören üzerine olan tez çalışmasını kitap haline getirdiği bu çalışması önemli. Yönetmenin yeşilçam serüveninden başlayıp filmlerinin sinematografik ve tematik yönlerine eğilerek devam eden çalışma tez çalışmasını olduğunu belli eder şekilde yer yer çok akademik bir dil tutturuyor. Kitabı çıkaran Phoenix Yayınlarının herhalde her tür ekstra masraftan kaçınmak için yaptığı özensiz tasarım da okunabilirliğe çok yardımcı olmuyor. Buna rağmen Şerif Gören sinemasına az buçuk aşinalığı olan herkesin göz atması gereken bir kitap. Yönetmene özel ilgisi olmayanlar için ne derece cazip bir okuma sunar orası tartışmalı.

Cuma, Temmuz 24, 2020

The World's End (2013) - Edgar Wright


Bazı yönetmenler var, film aleminde genel olarak çok sevilseler de yaptıkları işlerin çoğu bana bir türlü hitap edemiyor. Scorsese bir örnek, Guillermo Del Toro bir başka örnek. Bir tanesi de Edgar Wright. İstisnasız yaptığı bütün filmleri izledim, ama çoğunda birçok başka sinemaseverin gördüğü parıltıyı göremedim. Bu yazının konusu olan "The World's End" ise yönetmenin nezdimdeki favori filmi olma özelliğini taşıyor.


Orta yaş dönemini geride bıraktığı halde içindeki gençlik ateşini söndüremeyen Gary'nin (Simon Pegg) eski günlerini yadetmek için liseden arkadaş tayfasını toplamasının hikayesi "The World's End". Amaç doğup büyünülen kasabanın tüm barlarını bütün bir gece boyunca gezip bitirmek. Simon Pegg'in canlandırdığı Gary dışında bunu yapmak isteyen yok aslında, arkadaş grubu dağılalı çok olmuş ve birçoğu Gary'ye kızgın. Ama gene de teklifi kabul etmekten kendilerini alamıyorlar ve gece ilerledikçe kırgınlıklar da gün yüzüne çıkıyor. Bir başka açığa çıkan şey ise büyüdükleri kasabanın son ziyaretlerinden bu yana bir hayli değişmiş olması. Bu değişimin nedeninin uzaylı istilası olduğunu anlamaları çok geç olmuyor tabii ki.


Edgar Wright'ın filminin güzel yanı, "Invasion of The Body Snatchers"a saygı duruşunda bulunan bir bilim kurgu filmi kisvesi altında yetişkinlik ve geride kalan gençlik üzerine bir öykü anlatmayı başarabilmesi. Yönetmenin alameti farikası olan hızlı kurgu ve iyi diyalog yazımının en kıvamında olduğu filmi bu. Simon Pegg, Nick Frost, Martin Freeman, Rosemund Pike ve Pierce Brosnan'ın başını çektiği kastın iyi vakit geçirdikleri aşikar. "Shaun of The Dead" ile başlayıp "Hot Fuzz" ile devam eden Cornetto üçlemesinin son halkasını oluşturan "The World!s End" kusursuz bir film olmasa da her şeyiyle eğlenceli vakit geçirtmek için tasarlanmış ve bunu da bir hayli iyi bir şekile kotarabilen bir film.

Perşembe, Temmuz 23, 2020

Yücel Çakmaklı: Milli Sinemanın Kurucusu

Erden Kıral'la aynı dönem Osman Fahir Seden'e asistanlık yapıp yanında yetişmiş yönetmenlerden biri de Yücel Çakmaklı'dır. Türk sinemasında kendisinin tabiriyle Milli sinemanın, yani dini yönleri ağır basan karakterlerin modern zamanlardaki durumlarına yönelen akımın mimarı olan yönetmen Seden ve Orhan Aksoy gibi isimlere asistanlık yaparak sinema hayatına başlamış, 1969 yapımı "Birleşen Yollar" filmi ile yönetmenliğe geçiş yapmıştır. "Memleketim", "Oğlum Osman" gibi birkaç filme imza attıktan sonra 70'lerin ikinci yarısında TRT bünyesinde üretmeye başlayan Çakmaklı 15 yıl boyunca aralarında "Kuruluş" ve "Küçük Ağa" gibi örneklerin bulunduğu bir çok diziyi televizyon ekranlarına getirmiştir. 80'lerin sonunda Minyeli Abdullah filmleriyle belli bir kitleyi sinemaya çekmeyi başarıp ciddi bir seyirci sayısına ulaşan Çakmaklı 90'lı yıllarda film üretimini azalarak durdurmuştur.

Çakmaklı'nın açtığı yoldan giderek filmcilik oynamaya çalışan Mesut Uçakan ve Metin Çamurcu gibilerden farklı olarak Çakmaklı'nın Yeşilçam bünyesinde yetişmişliği filmlerinde kendini belli eder, belli bir sinema duygusu hakimdir, resimleri güzeldir. Zaten Bu yeşilçamcı kimliği sayesinde filmlerinde Türkan Şoray, İzzet Günay, Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan gibi döneminin büyük yıldızlarını oynatmayı başarabilmiştir. Öte yandan hassasiyetlere dayalı bir sinema yapmanın yan etkisi olarak filmleri aşırı didaktiktir, mesajını kör göze parmak verir. Gene de kurulu bir sistem içinde kendi yolunu açarak bu doğrultuda eserler vermeye çalışması takdire şayandır, Türk Sinema tarihinin üzerinde durulması gereken bir ismidir.

Küre Yayınlarından Sinema tarihçisi ve eleştirmeni Burçak Evren'in editörlüğünde çıkan kitap "Milli Sinema", "Makaleler", "Söyleşiler" ve "Ardından" isminde 4 bölümden oluşuyor. Milli sinema, ulusal sinema gibi kavramlar artık bugün hükmü kalmamış tarihsel ögeler ama 1975 yılında konu üzerine Halit Refiğ, Metin Erksan, Duygu Sağıroğlu ve Çakmaklı gibi yönetmenlerin katılımıyla düzenlenen panelin transkriptini okumak bahsi geçen yönetmenlerin düşünsel dünyası hakkında fikir vermesi açısından ilginç bir deneyim. Hakeza "Milli Sinemanın Serüveni" başlıklı yazı da söz konusu akımın tarihi hakkında bilgilendirici. Makaleler ve Söyleşiler içinde de ilginç bir çok yazı mevcut. Özellikle Atilla Dorsay'ın yönetmenle 1975 yılında gerçekleştirdiği ve Çakmaklı'nın sinemasını çok yerinde eleştirel sorularla deştiği bölüm bir hayli keyifli. Küre Yayınları emek kokan bir çalışmaya imza atarak bu alanda eser veren birçok yayınevine ders niteliğinde dolu dolu bir esere imza atmış.

Cuma, Temmuz 17, 2020

Harry Potter and the Deathly Hallows - David Yates


George R.R.Martin'den farklı olarak ekran uyarlaması bitmeden kitap serisini sonlandırmayı başaran J.K.Rowling "Deathly Hallows"u 2007'de yayımladı. Kitabın çok detaylı olduğundan dem vuran ama aslında bol süt veren ineği iki kez sağmak isteyen yapımcılar filmi iki bölüm halinde vizyona çıkarma ve daha önce LOTR ve Matrix filmlerinin yolundan giderek iki filmi tek seferde çekip halletme kararı aldılar. Bu yüzden Ocak 2009'da başlayan filmin çekimleri 478 gün sonra Mart 2010'da sona erdi.
 
 
"Part 1" Harry, Hermione ve Ron'un bir önceki filmde başladıkları horcrux avına kaldıkları yerden devam etmelerinin öyküsünü anlatıyordu ama öncüllerinden farklı olarak Hogwarts'ın duvarlarında değil yollarda geçiyordu filmin çoğunluğu. Dumbledore'un ölümüyle okulun denetimini eline alan Snape vesilesiyle okuldaki etkisini arttıran Voldemort, Sihir Bakanlığını da avucunun içine alıyor ve fellik fellik Harry'yi arıyordu. Harry de aynı gayretle Voldemort'un canına okuyacak olan Horcrux'ları.
 


Birinci bölüm, yapımcılarının da çoğu kereler ifade ettiği üzere bir "yol filmi" olarak tasarlanmıştı. Büyük çoğunlukla okul sınırları içinde geçen altı filmden sonra bu seriye biraz hava aldırmış ve ölçeğini genişletmesine de yardımcı olmuştu. Sonbahar ve kış günlerinde, bolca gri bulutla dolu havalarda gözlerden ırak sahiller ve ormanlarda yakalanma korkusuyla misyonlarını tamamlamaya çalışan kahramanlarımızın yalnızlığının da altı çizilmiş oluyordu bu vesileyle zira girdikleri bu yolda yalnızlardı ve birbirlerinden başka kendilerine yardım edebilecek kimse yoktu. Bu izolasyon hissi ile onun getirdiği çaresizlik ve kasvet atmosferi filmin ilerleyen bölümlerinde grup içinde yaşanan çatışmaları da daha bir anlamlı kılıyordu çünkü birbirlerinden başka kimseleri olmayan bu üç gencin aralarına giren nifak, filmin geneline yaygın olan karamsarlığın daha da bir altını çiziyor, kapana kısılmışlık hissini arttırıyordu.

 
Filmdeki bu yolda olma hali sadece karakterlerin psikolojisini değil filmin görselliğini ve aksiyonunu da diğerlerinden farklı kılmıştı. Daha geniş ölçekli planlarla güzel ve yalnız manzaraların içinde tekil karakterlerimizi görürken peşlerindeki Voldermort minyonlarıyla olan kaçıp kovalamaca sahneleri de açık havanın avantajıyla daha bir sürükleyici hale gelmişti. Filmin başlarında otobanda ölü yiyicilerden kaçış sahneleri ile finale doğru ormanda gerçekleşen kovalamaca bölümlerinde Yates böylesi sahneleri dinamik bir biçimde kotarabileceğini gösterse de her ikisi de ağza bir parmak bal sürüp kısa sürede sonlanıyorlardı maalesef. 

 
Hem Harry hem de Voldemort'un aradıkları bir macguffine (Harry için bir kılıç Voldemort içinse bir asa) ulaşmalarıyla son bulan ilk bölümün ardından "Part 2" tüm karakterleri tekrar Hogwarts'a geri toplayarak hikayenin başladığı noktada bitmesine alan açıyordu. Bu itibarla "Part 1"i giriş ve gelişme "Part 2"yi de upuzun bir üçincü perde olarak tanımlamak mümkün. Serinin son halkasına dair en büyük problem de burada yatıyor çünkü iki film bir arada ele alındıklarında kocaman bir film olarak işlevsel hale geliyorlar ama tekil olarak çok episodik kalıyorlar. Bu durum ilk filmi gereğinden fazla uzun ve sarkık hale getirirken ikincisini de tüm düğümlerin birarada çözüldüğü, lüzumundan daha kalabalık bir görünüme sokuyor. 3 saate sığdırılmış daha rafine tek bir film çok daha keyifli bir seyir deneyimi sunarak serinin daha vurucu bir biçimde sonlanmasını sağlayabilirdi ama işin finans kısmı daha ağır bastı ve çok da pişman olmadı yapımcılar. İki film totalde dünyanın parasını topladığı gibi sonraki bir çok franchise da benzeri yola giderek final bölümlerini ikiye böldüler.
 
 
Şahsen ben ilk bölümün kasvetli ve hüzünlü ortamını ikinci filmin yüzleşmelerle bezeli atmosferine tercih ediyor ve daha üstün tutuyorum. Öte yandan ikinci filmdeki Harry'nin Snape hakkındaki gerçekleri öğrendiği pensieve sahnesi sadece tüm Harry Potter filmleri için değil, aynı zamanda sinema tarihinin de en dokunaklı, en vurucu ve en dramatik sahnelerinden biridir, orası da bir gerçek. Nicholas Hooper'ın şahane müziği, Alan Rickman'ın büyük oyunculuğu ve enfes bir kurgunun bir araya gelmesiyle Severus Snape sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden birisi haline gelirken bu sahnenin yaşattığı duygu selini karakterlerde, özellikle Harry nezdinde pek gözlemleyememiş olmak biraz hayal kırıklığı yaratmamış da değil. Tamam filmin finalinde oğullarından birine Severus adını koyuyor ve bir nevi bir saygı duruşundan bulunuluyor ama gene de biraz daha üzerinde durulmalıydı bence. Sadece Snape'in kahramanlığı değil gene bu sahne vesilesiyle öğrendiğimiz Dumbledore'un benmerkezciliği de göz ardı edilmişti komple.
 

Raddcliffe-Watson-Grint üçlüsü artık geçen 10 yılın ardından karakterlerini iyice benimsemişler ve en iyi oyunculuklarını sergilemişler ama yukarıda da dediğimiz gibi final bölümünün yıldızı Alan Rickman. En zayıf halkası da Ralph Fiennes. Kendisinin oyunculuğuna edecek lafımız yok, kendini defalarca kanıtlamış bir isim neticede. Fakat Voldemort'taki performansı artık karakteri ciddiye mi alamadı başka bir sıkıntı mı vardır bilmiyorum ama, güya kalplere korku salması gereken bir karakteri garip jest ve mimikler,saçma bir ses tonuyla karikatürize, hatta yer yer komik hale getirmeyi becermiş. Burda Yates'i anmadan da geçmemek lazım, yönetmen sensin neticede, insan hiç mi müdahele etmez "kardeş,less is more" diye?
 

Bir önceki filmin görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel ve müzisyeni Nicolas Hooper kendilerini tekrar etmek istemedikleri gerekçesiyle bu filmde yer almayı reddettiler, yerlerini alanlar ise Eduardo Serra ve Alexandre Desplat oldu. Serra kariyerine 80'lerde Avrupa'da başlamış, Hollywood'da "Unbreakable" ve "Blood Diamond" gibi projelerde çalışmış deneyimli bir isim ki bu filmden sonra bir iki film daha yapıp emekliye ayrılmış gibi görünüyor. Delbonnel kadar akılda kalıcı olmasa da gene de serinin görsel olarak şık bir kapanış yapmasını sağlamış. Hakeza Desplat de filmin duygusunu müziklerinde yakalamayı başarmış, ikisi de iyi birer seçim.
 

Harry Potter serisi, aynı yıl gösterime girdiği Lord of The Rings filmleri ile birlikte Hollywood'un halihazırda bir hayran tabanı olan ve özellikçe genç demografiğe hitap eden fikri mülkiyetlere olan saplantısının başlangıcını teşkil ettiler ve 20 yıl sonra MCU'nun da etkisiyle bu durum daha da uç noktalara vardı. Gerçi şahsi tahminim bu salgın olaylarından sonra fantastik hikayelere ya da en azında süper kahramanlara olan rağbetin azalacağı yönünde ama ne olacağı bilinmez tabii. Her halükarda pastadan payı en çok kapan filmlerden oldu Harry Potter ve sonrasında "Twilight", "Hunger Games" vs. gibi bir çok gişe anlamında başarılı örneğin yanı sıra çok daha fazla sayıda başarısız denemenin yapılmasına da ön ayak olmuş oldu. Serinin sinema tarihinde yarattığı bu etkiyi belirtmeden değerlendimemek lazım gelirken aynı zamanda sonrasında gelen birçok örneğe nispetle çok daha erişilebilir ve keyifli filmlerden oluştuğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor kanaatindeyim.
 

Çarşamba, Temmuz 15, 2020

Bir Halk Sinemacısı: Osman Fahir Seden - Pınar Tınaz Gürmen

Daha önceki kitap yazısının öznesi Erden Kıral gibi birçok sinemacının yetişmesine vesile olmuş Osman Fahir Seden Yeşilçamın en büyük yapımcı-senarist-yönetmenlerindendir. Esasında baba mesleği olan yapımcılığa 50'lerde başlayan sonrasında senaristliğe ve nihayetinde yönetmenliğe evrilen Seden 40 yıllık meslek hayatında Türk Sinemasının en büyük zanaatkarlarinden biri olmayı başarmıştır. Filmleri bir Lütfi Akad ya da Metin Erksan elinden çıkma yapımların itibarına ulaşamamış olsa genel izleyicinin her daim ilgisini çekmiştir.

Pınar Tınaz Gürmen'in bu büyük ustaya saygı niteliğindeki kitabı biri Seden'in aileden gelen sinema macerasına odaklanan diğeri de sinemasının genel özelliklerine değinen iki bölümden oluşuyor. Önce yönetmenin sinemasında sıklıkla karşımıza çıkan janrlar incelenerek üzerinden seçilmiş bir iki filmin tahlili yapılan kitap, sonrasında senaryolarının esin kaynakları ve filmlerinde en çok kullandığı temalara eğilip yönetmenin sinema dilinin biçimsel özelliklerine değinerek son buluyor. Kitabın sonunda Seden'in etraflı bir filmografisine de yer verilirken 200 sayfayı aşmayan kolay okunur yapısıyla tez vakitte bitiyor. Gürmen'in tahlilleri genel olarak başarılı ama şahsen 70'lerde yaptığı Zeki Alasya'lı, Metin Akpınar'lı Kemal Sunal'lı filmlerine biraz daha yer ayırmış olmasını isterdim ama neticede bu benim tercihim. Dergah Yayınlarını da kitabın özenli tasarımından ötürü kutlamak lazım.

Cuma, Temmuz 10, 2020

Harry Potter and the Half-Blood Prince (2009) - David Yates


"Order of The Phoenix"in çalışmaları sürerken bir sonraki film için yönetmen arayışlarına başlanmıştı. Alfonso Cuaron seriye bir filmle daha dönüş yapmaktan mutluluk duyacağını belirtmiş olsa da hemşosu Guillermo Del Toro'ya teklif götürülmüş, o da "Hellboy"un devam filmini yapmak istediği için kabul etmemişti. Rowling'in hayranı olduğu ve ilk film için de düşünülmüş olan Terry Gilliam da "Warner Bros zamanında elindeki şansı kaçırdı" diyerek teklifi reddetmişti. Yates'in bir önceki filmdeki işçiliği çok beğenilmiş olacak ki yapımcılar serinin geri kalanını kendisine emanet etmekte bir beis görmediler hal böyle olunca. Yates de görüntü yönetmeni hariç bir önceki filmdeki ekibini topladı geldi. Emma Watson başta gelmek üzere genç oyuncu kadrosundan bazılarının şöhretin yükü ağır gelmeye başladığı için dönmemeyi düşündükleri biliniyordu, bir hayli de spekülasyon oldu yeni oyuncu arayışlarına ilişkin ama nihayetinde kadroda bir fire verilmeksizin çekimler gerçekleştirildi. Zaten o noktada o rolleri başka oyuncular tarafından canlandırılırken düşünmek zordu, isabet oldu.


Voldemort eski gücüne kavuşmak uğruna elinden geleni ardına koymamakta. İlk hedefi de Hogwarts'ı içten çökertmek. Tabbi Dumbledore da boş durmuyor ve karşı hamlelerini yapmaya başlıyor. İki taraf da Hogwarts'ın eski hocası Slughorn ve hatırasında gizlediği ergen Voldemort'a dair bir anının peşinde. Harry'nin hayatına giren Melez Prens diye birine ait eski bir günlük de bu hedefe ulaşmak için faydalı bir rehber oluyor. Harry Potter aleminde olup biten sadece kötücül büyücülere karşı verilen mücadeleler değil bu sefer; artık gençlik rüzgarlarının iyiden iyiye esmeye başladığı Hogwarts'ın havasında bu kez aşk var.
 

Açıkçası Potter-Voldemort merkezli hikayesi bazında değerlendirildiğinde filmin olay örgüsünü biraz takip etmesi zor. Slughorn'la alakalı mevzuları iyi kötü kavrayabiliyor olsak da Voldemort'a bu bilgi niye gizli olduğu kısmı karanlık bende. Hogwarts'taki suikast çalışmaları için niye Draco'ya ihtiyaç duyuldu, bu kadar güçlü olduğu söylenen bir büyücünün neden böyle ayak oyunlarına ihtiyacı var gibi kimi ilave sorular da cabası. Hele finaldeki mağaraya nereden gelindi, oradaki göl varlıkları kimdir, ordan elde edilen ganimet neden fason çıktı kısımlarında film bende kopmadı desem yalan olur.
 

Fakat Half-Blood Prince"in bu saydığımız handikapları kapatacak çok önemli bir artısı var; serinin en komik filmi olması. Karakterler arasındaki gönül ilişkileri zaten seriye ihtiyaç duyduğu çocuk filminden öte bir hafiflik duygusunu katıyor, fakat oyuncular da hikayenin komedi boyutunu çok güzel vurgulayan performanslar sergilemeyi başarmışlar. Aşk dörtgeninde dış kapının mandalı pozisyonunu dolduran Lavender Brown rolünde Jessie Cave özellikle çok başarılı bir iş çıkartmış. Filmin böylesi romantik komedi sularına kayması kitabın hayranlarını rahatsız etmişti diye hatırlıyorum zamanında ama şu günden geriye dönüp bakıldığında Yates'in seriye ihtiyaç duyduğu enerjiyi enjekte etmeyi başardığı aşikar. Ayrıca bir sonraki filmde hikayenin daha da kararacağı göz önüne alınınca bu filmin eğlenceyi ön plana çıkarması daha anlaşılır hale geliyor.
 

Filmi halef ve seleflerine nazaran üstün kılan bir diğer özelliği ise görüntü yönetmenliğini Bruno Delbonnel'in yapıyor olması. Öncesinde Jean Pierre Jeunet filmleriyle tanınan, "Half Blood Prince" sonrası Coen'lerin ve Tim Burton'ın gediklisi haline gelen Delbonnel, renk düzeltmede abartıya gidip tablo gibi görüntülere imza atarak hem serinin en güzel görünen filmine imza atmış oldu hem de Harry Potter filmleri için en iyi sinematografi oscarına aday olmayı başaran  ilk görüntü yönetmeni oldu. Her filmde ayrı bir görüntü yönetmeniyle çalışmak serinin görsel bir tutarlılığa sahip olması noktasında riskli bir hamle ama aynı zamanda seri boyunca karakterlerin ve olayların büyüyüp değişmesi açısından bakılınca da her filmin ayrı bir görsel kimliğinin olması mantıklı. Delbonnel de zaten keşke diğer filmler de ona emanet edilseymiş denilen bir iş çıkartmış burada.
 

Daniel Raddcliffe, Emma Watson ve Rupert Grint'den müteşekkil merkez üçlüsü her yeni filmle birlikte oyunculuklarını geliştirmişlerdi zaten. Bu filme hakim olan ve yukarıda da belirttiğimiz romantik komedi ortamına da rahatlıkla uyum sağlamışlar. Aynı şeyi Raddcliffe'in dramatik sahnelerdeki performansı için söylemek biraz güç gerçi. Öte yandan ilk kez bu filmde ön plana çıkma şansı yakalayan Bonnie Wright (Ginny) biraz tutuk olsa da sempatisiyle durumu toparlamayı başarmış.
 

"Half Blood Prince" 2008 sonbaharında gösterime girecekken sonraki yılın ilkbaharına kalmasıyla da bayağı gürültü koparmıştı. "Dark Knight"ın başını çektiği gişe rekortmenleri sayesinde yılı çok karlı geçiren WB'nin ertesi yıl kar kalemi olsun diye filmin gösterim tarihini ötelediği lafları ayyuka çıkmış, serinin hayranları hoşnutsuzluklarını bir hayli yüksek sesle ifade etmişlerdi. Bu tarz sansasyonları da beraber değerlendirildiğinde son tahlilde eksiklerine rağmen Harry Potter filmlerinin içinde benim için en favori film olma özelliğini taşıyor "HP6".