Cumartesi, Eylül 19, 2020

The Babysitter: Killer Queen

 
"The Babysitter" 2017'nin ve açıkçası son birkaç yılın en tatlı sürprizlerinden biriydi. Brian Duffeld'ın eğlenceli referanslarla dolu senaryosu kariyeri çıkışlardan çok inişlerle dolu olan McG'nin elinde gayet eğlenceli bir korku-komedi filmine dönüşmüştü. McG filmini aynı zamanda çok yerinde bir kastla bezemiş ve başroldeki Judah Lewis ve Samara Weaving'in yanı sıra Robbie Amell, Leslie Bibb, Ken Marino ve Emily Alyn Lind'den ayrı ayrı akılda kalıcı performanslar almayı başarmıştı. Dolayısıyla geçen yılın sonlarına doğru ikinci filmin çekimlerine başlandığı duyurulduğundan beri merakla beklediğim bir filmdi "The Babysitter: Killer Queen", hatta bu yıl için en merak ettiğim yapımlardan biriydi bile diyebilirim.

İlk filmin senaristi Duffeld'ın devam filminde adını göremeyince bir şüphe gölgesi yavaş yavaş düşmüştü projeye. Duffeld'ın yanı sıra yapımda adı geçmeyen bir başka isim de Weaving'di. 2015'te çekilip 2017'de gösterime giren "The Babysitter"ın akabinde aktrisin kariyeri de yükselişe geçmişti dolayısıyla ikinci filmde yer almayı reddetmiş olması çok da uzak bir ihtimal değildi. Öte yandan ilk filmi başarılı yapan en önemli etkenlerden biri Weaving'in performansı ve Judah Lewis ile aralarındaki dinamik olunca ikinci filmin bu açığı nasıl kapatacağını merak etmiyor da değildik.

(spoiler free)

İlk filmin üzerinden iki yıl sonrasını konu edinse de artık koca delikanlı olmuş Cole'un (Judah Lewis) lise yaşantısından kesitlerle başlıyor "Babysitter 2". İlk filmde yaşananlara kimseyi inandıramadığı için deli muamelesi gören ve herkese eğlence malzemesi olan gence gene en yakın arkadaşı Melanie (Emily Alyn Lind) destek çıkıyor ve okuldan arkadaşlarıyla bir onu hafta sonu gezisine davet ediyor. Melanie'nin bu ilgisinin Cole'a olan sevgisinden olduğunu düşünecek oluyoruz ki bu filmin esas kötüsünün Melanie olduğu ve ünlü olmak için Cole'u kurban etmek için geziye çağırdığını öğreniyoruz. İlk filmdeki cancağız bebek bakıcısının katil çıkması sürprizinin yerini bu sefer en yakın arkadaşın katil çıkması sürprizi alıyor. 
 
 
Bu nokta genel olarak "Killer Quenn"in de temel problemini oluşturuyor çünkü Mcg'nin de aralarında bulunduğu 4 kişilik senaryo ekibi ilk filmde işe yaramış ne varsa onu tekrar etmeye çalışıyor ama tüm etkisini kaybetmiş bir şekilde. Herşeyden önce her ne kadar kötülük kısmı üstüne yakışmış ve elinden geleni yapıyor olsa da Emily Alyn Lind bir Samara Weaving değil. Bunun yanı sıra Melanie'nin kötü adamlığa ani dönüşü hiç inandırıcı olmadığı gibi ilk filmdeki karakterler arasındaki sıcak ilişkiye ihanet eden  ama bu ihanet olgusunun üstüne de gitmeyen saçma bir senaryo hamlesi. İlk film Cole ile Bee arasındaki sıcak ilişkinin altını çizip sonra bunu tersine çeviriyordu, burda da en azından benzeri bir ihanet hissiyatı oluşturup duygusal bir altyapı oluşturulabilirmiş ama onun yerine Jenna Ortega'nın canlandırdığı karakter ile Cole arasında hemen bir yakınlık kurdurularak bu imkandan feragat edilmiş, Melanie'nin dönüşümünün etkisi de sıfırlanmış haliyle. Finalde ortaya çıkan Bee'nin (Samara Weaving) esasında iyi bir karakter olduğu yönündeki twist de özgünlük adına yapılıp ilk filmin mirasına zarar veren bir hamle. Zaten Weaving de rica minnet gelmişcesine buzdolabı gibi bir performansa imza atmış. Neyse ki Robbie Amell ilk seferde olduğu gibi burada da filmin eğlendiriciliğini arttıran unsurlardan biri. Hakeza anne babayı canlandıran Leslie Bibb ile Ken Marino da öyle. Bu üçünün yer aldığı sahneler filmin en komik bölümlerini oluşturuyor. Judah Lewis eldeki materyalle elinden geleni yapmış,geleceği parlak bir aktör. Kasta yeni eklenen aktörlerin hiç birinin akılda kalıcı bir işe imza attığını söylemek mümkün değil ne yazık ki.
 
 
McG hiçbir zaman bu adam iyi film yapar dedirtecek düzeyde güven veren bir isim olmadı ama ilk "Babysitter"ı izleyen herkes kendisini doğru materyali bulduğunda son derece eğlenceli filmler çıkarabileceği konusunda hemfikirdi. Kendisi ""Killer Queen" ile bu iyi niyetin üzerine toprak atmış oldu sağolsun zira herhangi bir orjinallik kaygısı gütmeksizin ilk filmdeki birçok görsel numarayı ve kurgu hamlesini birebir tekrarlamayı tercih etmiş. Gerek senaryo gerekse yönetmenlik bakımından öncülünün kötü bir kopyasını seyretmek gibi "Killer Queen". Tümüyle kötü denemez, yer yer eğlendiriyor ama kat kat daha iyisinin yapılabildiğini daha önce gören izleyici için burada cazip bir şey yok maalesef.

Perşembe, Eylül 10, 2020

Neighbors (2014) & Neighbors 2: Sorority Rising (2016) - Nicholas Stoller


 
Seth Rogen komedileri söz konusu olduğunda iğrenmekle eğlenmek arasında gidip gelmek gibi bir durum söz konusu oluyor. Zira kimi sahneleri insanı gülmekten yerlere yatırırken kimi sahnelerinde de bu nedir ya diyerek yüzünüzü çevirmekten kendinizi alamıyorsunuz. "Neighbors" filmleri yukarıda söylediklerimizin sağlamasını yapan en nadide örnekleri oluşturuyor Rogen'ın filmografisi içinde. 

Fraternity ve Sorority kavramları ABD'de üniversite kültürünün önemli parçalarından. Bir nevi öğrenci kulübü hüviyeti taşısalar da mezun olduktan sonra da bağların sürdürüldüğü, hatta iş başvurularında özgeçmişlere bile eklenebilen bir üyelik söz konusu. Mensuplarının beraber yiyip içip eğlenip ders çalışıp yeri geldiğinde de beraber hayata atıldıkları ortamlar yani. 
 
 
"Neighbors" filmlerinin temasını ise bu kulüplerin olmazsa olmazı olan "sabaha kadar parti" kavramı oluşturuyor. Rogen ve Rose Byrne'ın canlandırdığı yeni çocuk sahibi olmuş çiftin yan binasına bir fraternity taşınınca haliyle bir orta yaş-genç çatışması baş gösteriyor ve filmin komedisinin kaynağını da bu ikilik oluşturuyor. Bu ayrışma üzerinden geride kalan gençlik yıllarının gelmeyeceğinin idraki, yetişkin olmakla ya da yavaş yavaş yetişkinliğe atılmakla birlikte gelen sorumluluk artışı üzerine yer yer anlamlı bir şeyler söylemeyi de başarıyor film. Tabi perdede olup biten tüm bel altı iğrençliklerin arasında bu söylenenleri duyabilirseniz. Devam filmi "Sorority Rising" bu sefer merkeze kız öğrenci kulüplerini koyarken odağını büyüme sancılarından feminist kaygılara ve lgbt özgürlükçü tavırlara kaydırıyor. Merkezine kızları koyduğundan olsa gerek iğrençliğin dozu düşerken bunun getirdiği taşkın ve azgın tavır da kaybolunca komedinin dozu da azalıyor.


Andrew J.Cohen ve Brendan O'Brien'ın yazdığı senaryo önceleri sadece Rogen'ın karakterinin gençlerle mücadelesine odaklıymış. Sonraları eş karakteri daha ön plana çıkarılarak aile ünitesinin azgın gençlikle mücadelesine evrilmiş olay. Film adına hayli talihli bir tercih olmuş zira hem daha olgun ve özgün bir tema, hem de Rose Byrne'ın komedi yeteneğini bir kez daha göstermesine vesile olmuş. Zac Efron her iki filmin de itici gücü ve malzemenin tadını sonuna kadar çıkarıyor. Chloe Moretz eldeki materyalle çok da birşey yapamasa da komediye yatkınlığı aşikar, bu tarz filmlerde daha sık yer alması lazım. Yan rollerde ve cameolarda Dave Franco, Lisa Kudrow, Randall Park, Kiersey Clemon ve Halston Sage filmin izlenilirliğini arttırırken Ike Barinholtz ve Carla Gallo da bir o kadar azaltıyorlar.

 
Jim Carrey filmografisinin "meh" filmlerinden olan "Fun With Dick&Jane" ve "Yes Man"in senaristi olarak da bildiğimiz yönetmen Nicholas Stoller, gene Jude Apatow ekolünden gelen starlarla yaptığı filmlerle isim yapmış bir yönetmen daha ziyade; Jason Segel ile "Forgetting Sarah Marshall" ve "Five Year Engagement", Jonah Hill ile "Get Him To The Greek". "Neighbors" filmlerinden sonra da "Storks" isimli animasyona imza atıp son birkaç yılını "Scoob", "Tom&Jerry","Small Foot" ve "Captain Underpants" gibi animasyonlara yapımcı-senaristlik yaparak geçirdi. 
 

 
Kariyerini komedi üzerine kurmuş bir isim olarak elinin bu tarz materyale belli bir yatkınlığı var.Önceki filmlerine bakılınca Rogen ile benzeri bir mizah anlayışına sahip olduğu da aşikar. Çoğu komedide olduğu gibi burada da filmi beğenip beğenmemeniz perdede olup bitenlerin sizin komedi anlayışınıza ne derece yakın olduğuna bağlı bir durum. 
 

Salı, Eylül 01, 2020

The War with Grandpa

Robert De Niro'nun son 20 yıla yayılabilecek garip kariyer tercihlerinden biri daha. Tüm zamanların en iyi aktörlerinden biri olduğu çoğunlukça kabul görmüş bu adamın kariyerinin ilk 30 yılına bakıldığında geneli itibariyle dikkatlice seçilmiş, barındırdığı yaratıcı ekip itibariyle daima belli bir kalibrenin üstünde filmlerden müteşekkil olduğunu görmek mümkün. O dönemler De Niro dendi mi içinde yer aldığı film her neyse ağırlığını bir kat arttırırdı ama 2000'lerin gelişiyle birlikte ne olduysa o adam gitti ve önüne gelen projeye evet diyormuş gibi görünen birisi geldi yerine. Al Pacino ve De Niro'nun bu filmde yanında sürüklediği Christopher Walken için de benzeri şeyler söylemek mümkün gerçi. Artık yaşlılık ile birlikte çok da sallamama durumu mudur yoksa paraya falan mı ihtiyacı var bilmiyorum ama şurası kesin, bir Sean Connery, Jack Nicholson ya da Gene Hackman gibi zirvedeyken bırakayım gibi bir derdi yok kendisinin.


"The War with Grandpa" adı üstünde De Niro'nun canlandırdığı dede ile torunu arasında cebelleşmeyi anlatıyor. Mevzu ne; çocuğun odasını dedesine bırakmak zorunda bırakılarak tavan arasına şutlanması. Böyle bir afaki çıkış noktasından hareket eden bir filmin absürtlüğün sınırlarında gezinip zıvanadan çıkarak seyircisini eğlendirme yoluna gitmesi gerekirken kariyeri çocuk filmleri üzerine kurulu olan yönetmen Tim Hill ("Alvin and The Chipmunks", "Garfield 2") sıcak bir aile komedisi yapmaya ahdetmiş gibi görünüyor. Halbuki değişik bir "Evde Tek Başına" türevi olma potansiyeli var aslında filmin ama onun yerine yaşlanmanın zorluğu ve güçlü aile bağlarının önemi üstüne kelam etmeye yeltenen bir film çıkmış ortaya ki tutmuyor. Yani kötü bir film değil ama eldeki De Niro, Christopher Walken, Cheech Marin, Rob Riggle, Uma Thurman, Laura Marano ve küçük kızı oynayan dünyalar tatlısı Poppy Gagno gibi isimlerden müteşekkil bir kadro gereksiz yere harcanmış. Yapımcılar da beklediklerini bulamamış olacak ki 3 yıl önce çekimleri tamamlanan filmi ancak pandeminin göbeğinde gösterime sokabildiler.