Pazar, Kasım 22, 2020

Borat Subsequent Moviefilm


İlk Borat filmini yarısında bırakmıştım. Kötü bir film olmasından ziyade gerisinde ne olduğuna dair bende bir merak duygusu uyandıramamasından ötürü devamını getirmemiştim. Ondan sonra ya da önceki herhangi bir Sacha Baron Cohen komedisine göz atmışlığım da yoktur. Bayağılığın sınırlarını zorlayarak habersiz üçüncü kişileri huzursuz etmek suretiyle günlük maskelerini düşürüp herkesi en çiğ haliyle gösterebilmesi ilginç ve eğlenceli anlara yol açabiliyor olsa da (bkz. "Who is America") totalde biraz yavan kalıyordu. O yüzden "Borat Subsequent Moviefilm"e karşı da biraz mesafeli yaklaştım ama gene de kaldırdığı tozdan etkilenerek izlerken buldum kendimi. İlk filmin ardından memleketi Kazakistan'ı küçük düşürdüğü gerekçesiyle hapse atılan Borat'a hükümet tarafından ikinci bir şans tanınarak ABD başkanına bir emanet teslim etmekle görevlendirilmesi noktasından yol alan film Borat'ın yolculuğuna davetsiz katılan kızıyla birlikte ABD'deki maceralarını anlatıyor. Trump yönetimine karşı en ufak bir sempatisi olmayan Sacha Baron Cohen'in politik karşıtlığını yarattığı karakter üzerinden ifade edebilmesinde takdire şayan bir şeyler var. Bel altına düşkünlükleri ayyuka çıkmış kimi üst düzey figürleri rezil edecek cüretkar ve tehlikeli birçok numarayı hikayesine yedirebilmesinin yanı sıra garip bir şekilde dokunaklı bir baba-kız öyküsü de anlatmayı başarıyor aynı zamanda. En olmaz noktalarda bile karakter içinde kalmayı başarabilen Cohen'in karşısında kızını canlandıran Maria Bakalova da ondan hiç geri kalmayarak filmin esas hazinesi olmayı başarıyor. Cohen'in mizah anlayışının herkese göre olmadığı aşikar ama bu filmde en azından hedefini daha net belirlediğinden olsa gerek tüm soytarılıklarının belli bir temele oturduğu eli ayağı daha yer tutan bir hikaye anlatmayı başardığını söylemek mümkün.

Supernatural


2005 yılında izleyici karşısına çıkan "Supernatural" bu haftaki bölümüyle ekranlara veda etti. Dile kolay, 15 sezon. Bambaşka bir döneme ait bir diziydi ve akranlarının çoğu çoktan emekliye ayırmışlardı kendilerini. "Lost" biteli 10, "House" biteli 8, "HIMYM" biteli 7 oldu söz gelimi. Bu bahsettiğim örnekler gibi 2000'lerin ortasında çıkıp dünyayı kasıp kavuran şahane dizilerden biriydi. Fakat bunların aksine "artık bize de yol göründü" demeyip bildiğini okumaya devam etti "Supernatural". Elbette ki ilk sezonlardaki formunu sonlarda koruyamadı, her hafta bölüm düşer düşmez izleyen ben bile son iki üç sezondur bingewatch yapmaya başladım. Network televizyonculuğunun 20 küsür bölümlük formatından ötürü birçok gereksiz bölüm izledik, hikayeler ve düşmanlar büyüdükçe bir bakıma absürdleştiler. Öte yandan, 15 yıl boyunca hiçbir zaman belli bir düzeyin altına düşmemeyi de başardı "Supernatural". Tam "artık yeter bunlar da baydı" dediğimiz noktada seyircisini bir şekilde yeniden kavramayı bildi hep. Drama bu absürd konsept içinde en çok sırıtan unsur olageldi hep, ama üsturuplu. ölçülü takılmayı bildikleri zaman onu da kotardıklarını gördük. Fakat "Supernatural"in zirve noktaları, artık kastın ve yapım ekibinin diziden ve birbirlerinden hiç sıkılmadıklarının bir göstergesi olarak herhalde, hep komediye yöneldiği gırgırına takıldığı bölümler oldu. Bu noktaya geldiğinde televizyonda "Supernatural"dan daha iyisi yoktu. Bu yüzden meta hikaye anlatımı dendiğinde Supernatural bir duayen oldu, müthiş sadık bir hayran kitlesine ulaştı ve 15 yıl boyunca ekranlarda kalmayı başarabildi. 


Dizinin uzun tarihçesini burada tekrar etmeye gerek yok, son sezonun olayı Tanrı ile Winchester'ların arasındaki mücadelesine odaklanmıştı, bilenlerin malumu. İki insan evladının herşeye kadir bir varlıkla nasıl baş edecekleri sorusu diziye uzak insanlara son derece saçma gelebilir,normaldir fakat şunu da gözden kaçırmamak gerekir, "Supernatural"ın tanrısı mitolojideki tanrılardan çok da farklı değildir. Bölümün birinde mitolojik tanrıları da kendisinin yarattığı ifade edilmiştir ama gene de hep bir dramanın parçası olmaktan kendini alamayan, beşeri hususiyetleri bir hayli fazla, bir insanın havsalası böyle bir varlığı anlamaya ne kadar müsaitse o ölçüde portrelenen bir figürdür. O yüzden dizideki tanrı ile hiç bir din ya da inanış ilişkilendirilmez, ben bunun yazarların aldığı bilinçli bir karar olduğu düşüncesindeyim. Tabii bu noktayı kabullendikten sonra bir nebze beyninizi de kapatmanız lazım, bunu becerebildiğiniz takdirde Chuck namıyla ortalarda gezinen tanrının sezon boyunca Winchester'lara kelimenin tam anlamıyla diz çöktürmeye uğraşmasını rahatsız olmadan takip etmeniz mümkün. Açıkçası sezonun ilk yarısı itibariyle sürünen bu hikaye neyseki 10 uncu bölümden itibaren toplamaya başladı ve 17 inci bölüm "Unity" ile zirveye ulaştı. Catriona MacKenzie tarafından çekilmiş bu bölüm çekimi, kurgusu, oyunculukları ve senaryosuyla "Supernatural"in en iyi episodlarından biri olmayı başarmış. Hatta o kadar iyi ki sonraki bölümler aynı seviyeye çıkamadıkları için bende hayal kırıklığı yaşattılar öyle deyim. Tüm hikaye bağlarının çözüldüğü, göl kıyısındaki hesaplaşma sahnesiyle olsun, canımız ciğerimiz Mark Pellegrino'yu Lucifer rolünde kısa süreliğine de olsa bir kez daha izleme imkanı vermesiyle olsun sondan bir önceki bölümün de bir nebze bu seviyeye yaklaştığı söylenebilir. Bu bölümün bitişindeki montaj sekansında zaten bir nihailik hissi vardı o yüzden ekstra bir bölümle ne yapacaklarını merak ediyordum ve beklediğimden farklı bir finalle karşılaştım diyebilirim. İnternette bir çok farklı reaksiyon söz konusu dizinin sonuyla ilgili ama benim şahsi görüşüm kusurlarına rağmen başarılı bir final olduğu. Spoiler vermek gibi olacak ana karakterimizin biraz pisi pisine gittiği doğru, duygusal konuşma kısmı da fazla ağlak ve uzun, eyvallah. Covid'den ötürü prdoüksiyonun yer yer kısıtlandığı belli oluyor, yoksa eski yüzlerinin birçoğunun da bir şekilde eklemlendiği daha şaşaalı bir final yapma niyetindelerdi gibi geliyor bana. Ama gene de izlerken karakterle birlikte diziye de veda ediyor oluşumuzun etkisiyle göz yaşları sel olmadı desem yalan olur. O yüzden uzun bir yolculuğun ardından artık veda vaktinin geldiği bu güzel arkadaşı duygulu bir biçimde yollamanın önünü açması itibariyle ben finali başarılı buldum.

Güle güle Supernatural, güle güle Winchester biraderler. Muhabbetiniz ve mevcudiyetiniz özlenecek ama herşeyin bir finali var maalesef. Hikayenizi başkalarına sonlattırmadan kendi finalinizi kendi istediğiniz gibi yazmayı başardınız, helal olsun. 

Salı, Kasım 17, 2020

Throwback 20: The Cell - Tarsem Singh


Tarsem Singh, çoğunlukla "Losing My Religion" videosunun yönetmeni olarak hatırlanıyor hala. İlk uzun metrajını 2000 yılında yapmış olmasına rağmen akabindeki 20 yıl içerisinde sadece 5 filme imza atmış olmasının bunda etkisi büyük. Tamamiyle kendi başına finanse ettiği ikinci filmi "The Fall"un çekimlerinin 20 ayrı ülkede gerçekleştirilip 4 yıla yayılmış olmasının da görece az sayıda film yapmış olmasındaki etkisi aynı şekilde yadsınamaz boyutta. Gerçi röportajlarında stüdyo filmlerini çok kısa aralıklarla tamamlayabileceğini, "The Fall"un bir nevi en tutku dolu projesi olması hasebiyle bu kadar zamanını aldığını belirtiyor kendisi. Tarsem'in bu satırlarda ismini anma sebebimiz kendi çapında bir külte dönüşen ve birçoklarınca 2008'in en iyi filmi kabul edilen "The Fall" değil, yönetmeni sinema dünyasına tanıtan ve yeterince hakkı teslim edilmemiş "The Cell".


Kaçırdığı genç kadınları kendine özgü bir ritüelle önce işkenceye maruz bırakıp sonra öldüren Carl Rudolph Stargher, aynı zamanda nadir görülen bir şizofreniden muzdarip. Son kurbanını tutsak etmesinin akabinde bu hastlalığın bir tezahürü olarak kriz geçirip komaya girmesi ve FBI'ın evine baskın düzenlemesi eşzamanlı olarak gerçekleşiyor. Kaçırılan kızları büyükçe bir akvaryuma hapseden Stargher, bu akvaryumu periyodik olarak suyla doldurup kurbalarının boğularak ölmesine sebep oluyor ve bu süreç 36 saat sürüyor. Bu süre içerisinde kıza ulaşmak zorunda olan FBI ise çaresiz,zira kaçırılan kızın yerini bilen tek adam şu an komada. Ajanların imdadına ise deneme aşamasında yeni bir teknoloji yetişiyor ve katilin bilinçaltına girerek kızın yerini öğrenmeye çalışıyorlar.


Bir seri katil filmi olarak tasarlanan "The Cell"in senaryosu, Tarsem'in ifadesiyle ona gönderildiğinde birkaç sayfadan ibaretmiş. Hikayenin polisiye kısmıyla çok ilgilenmeyen yönetmen, senaryoda çok kabaca tasvir edilen bilinçaltı bölümleri kendi fikirleriyle donatabileceği boş bir alan olarak görmüş ve bu bölümleri istediği gibi tasarlama hususunda stüdyoyu ikna etmeyi başarmış. Gene yönetmenin ifadesiyle, ortaya çıkan ürün stüdyo yöneticilerince kar etmesi güç bir film olarak hemen yaftalanmış, öyle ki test gösterimlerine filmin müziksiz ham kurgulu halini yollamışlar. Festivallere götürülmeden önce 4 gün içinde kurgusu tam anlamıyla biten "The Cell" neyse ki Roger Ebert gibi Amerika'nın önde gelen bazı eleştirmenlerinin olumlu görüş belirtmeleriyle hasıraltı edilmekten kurtulmuş. Ebert daha sonra "The Cell"i 2000 yılının en iyi 10 filmi listesine aldı, film de 33 milyon dolarlık bütçesine karşın 100 milyonun üzerinde hasılat yaparak stüdyonun o yılki en karlı işlerinden biri oldu.

 
Tarsem, daha yaptığı müzik videolarından görselliğe ne derece önem verdiği belli olan bir yönetmendi. Bu durumu uzun metraj çalışmalarında da devam ettirmesi kimilerince hikaye ve senaryoyu fazla boşlayıp filmlerini fazlasıyla görselliğe yasladığı yönünde eleştirilere neden oluyor ki tümüyle haksız bir eleştiri de değil. Fakat "The Cell" bu noktada ayrıksı bir örnek zira bu filmde senaryo her ne kadar Tarsem'in alametifarikası göz alıcı imgelere imza atmasına imkan vermekle birlikte tümüyle safdışı da kalmıyor. Bir nevi şekille içerik arasında uyumlu bir işbirliği söz konusu, el birliği içinde filmin tesir gücüne katkı yapıyorlar. Stargher'ın beyninin kıvrımlarındaki yolculuğu heyecanla takip etsek de gerçek dünyadaki kayıp kızı bulma çabasının bu yolculuğun esas sebebi olduğunu asla unutturmuyor film,onun maruz kaldığı işkenceyi de ara ara gözlemleme imkanı bulduğumuz için bu karakteri ve bu karakterin kurtarılması yönünde uğraş verenleri önemsiyor ve onlarla özdeşleşebiliyoruz. Benzeri bir zalim-mağdur ilişkisini katilin bilinçaltına da taşıyan film, Stargher'ın çocukluğu suretinde cisme bürünmüş içindeki insanlığa dair son kırıntı ile geri kalanına hakim olan kötücül tarafı arasındaki çatışmaya da yer veriyor. 
 
 
Yönetmen röportajlarında filmdeki seri katil odaklı polisiye boyutun stüdyo kaynaklı olduğunu ve onun ilgisini çekmediğini belirtiyor. Filmin görsel gücünü teslim eden bazı eleştirmenler de polisiye tarafların başarısız olduğu görüşünde birleşmiş. Halbuki "The Cell" seri katil türüne yeni bir soluk getiren, klişe şablonundan çıkarıp farklı bir kulvara taşımayı başarmış bir yapıt. Fakat gene de filmi bugün sinemaseverlerin zihninde hatırlanabilir kılan muhteşem görselliği. Stargher'ın bilincinde geçen sahneleri tasarlarken modern sanatın birçok simge isminden ilham almış, hatta yer yer kopya çekmiş Tarsem. H.R.Giger (Alien'ı tasarlayan adam olarak da bilinir), Damien Hirst, Odd Nerdrum ve Quay Kardeşler bu isimlerden bazıları. Yönetmen, sadist bir psikopatın zihninde çıkılan bir yolculuğun olabildiğince ürkütücü olması gerektiğine kanaat getirmiş olacak ki, bu bölümler değme korku filmlerine taş çıkartacak bir atmosfer barındırıyor. Fakat yönetmen şık sinematografisini rüya sahneleri ile sınırlamayıp, gerçek dünyada geçen sahnelerde de stilize bir kurgu anlayışı ile filmi bütününü çekici kılmayı başarıyor.


"The Cell", ilginç kastıyla da dikkat çeken bir film. Oyunculuk kariyerinin ilk yılları "U-Turn", "Out of Sight" gibi isabetli tercihlerle dolu olsa da devamını getirememiş Jennifer Lopez'in başrolünde yer aldığı son iyi film büyük ihtimalle. Üstelik, tüm o medyatik seks sembolü imajını üzerinden sıyırıp inandırıcı bir oyunculuk sergilediği de söylenebilir, en azından buna gayret etmiş ki 2000'lerin başında tüm erkeklerini hayalini süsleyen aktrislerin başında geldiği göz önüne alınırsa bu bile bir başarı. Vince Vaughn'un kariyeri için de farklı bir nokta teşkil ediyor "The Cell" zira ara ara böyle ciddi filmlerde ciddi rolleri canlandırsa da çoğunlukla komedi filmlerindeki performanslarıyla tanınan bir aktör. Hakeza o da çok başarılı, rolünün hakkını veren bir performans sergilemiş. Filmin asıl yıldızı ise Vincent D'Onofrio. "Full Metal Jacket"daki "er şaban" karakteriyle sinema tarihine kazınan aktör, Stargher'ın bilincindeki farklı tezahürlerini başarıyla canlandırıyor ve yer aldığı her sahneye damgasını vurmayı başarıyor. Oyuncu kadrosunun yanısıra Howard Shore'un müziklerine de değinmeden geçmemek lazım. "Seven"daki çalışmasını yer yer andırsa da filmin etkileyiciliğine eşsiz katkı sağlayan Shore'un besteleri, Mychael Danna'nın "8MM"deki müzikleri gibi ileri derecede doğu esintili ve bir Hollywood filmi için biraz radikal kaçıyor ama aynı zamanda özgün bir hava da katıyor.


"The Cell", benim gözlemlediğim kadarıyla Türkiye'deki sinemaseverlerin çoğunun takdirini kazanmış, bilinen bir film olsa da ABD sularında aynı ölçüde hayırla yadedildiğini söylemek güç. Bu da böylesi ufak çaplı bir başyapıt için hayli üzüntü verici. Umarız zamanla Tarsem hakettiği noktaya gelir de şu ana kadarki en iyi filmi olan bu yapıt da hakkı teslim edilmek üzere daha dikkatlice ele alınabilir.

Pazartesi, Kasım 16, 2020

The Beguiled (2017) - Sofia Coppola


Amerikan iç savaşında kuzey için savaşan yaralı bir asker kendini güneyin göbeğinde bir kız okulunda bulur. Okulun müdiresinin gönlü askeri o haliyle güney ordusuna teslim etmeye el vermez ve tedavi etmeye karar verirler. Fakat karşı cinsten kimseyle çok muhatap olmayan okul efradından bazıları adama karşı ekstra ilgi göstermeye başlarlar. Aynı durumdan muzdarip olan asker de bu ilgiye karşılık vermekten geri kalmaz ama fazla açgözlü davrandığı için işler doğal olarak çığırından çıkar.
 
 
 
 
Farrell leverages his Irish heritage to add depth to the character’s smoldering darkness, playing McBurney as a recent immigrant who was immediately drafted up into the Union Army upon arrival, and thus holds no allegiance to his adopted country— only to himself. He still bears traces of his accent, which highlights how conflicting the process of assimilation has been for him even as it imbues him with a European exoticism in the eyes of the young women.  
Elle Fanning appears all grown up here as Alicia, one of the older students caught in self-serving thrall to her teenage hormones.  While Edwina’s attraction to McBurney is misguidedly romantic, hers is purely driven by sexual curiosity. Together, they stand as critical faults in the armor that Miss Martha labors to project 

Don Siegel'ın yönettiği bir Clint Eastwood filminin yeniden çevrimi bu yapım. Filmi izlemedim ama sinopsisini okuduğumda bu filmle nerdeyse birebir aynı bir olay örgüsüne sahip olduğunu gördüm. Yönetmen Coppola filmin farklılığının olayı kadınların gözünden anlatmasından geldiğini söylemiş. Öncülünü izlemeden bu konuda ne kadar başarılı olduğunu tespit etmek biraz güç olsa da birebir aynı adımları takip eden bir hikayede odak noktasını değiştirerek ne derece farklılık yaratılabilir onu da bilemiyorum. 

Aslında esas mevzu hikayenin ne kadar anlatmaya değer olduğunda yatıyor bence, en azından benim nezdimde sorun buydu. Dışardan bir karakter uyumlu bir grubun içine giriyor ve herkesin uykuda olan nefsi birden kabarıp herkesi sorgulanacak kararlar almaya sürüklüyor. Hikayenin özü bu; fazla basit ve çok özgün bir temel sayılmaz. Zaten karakterlerin hiç birisi de insanda bir özdeşleşme hissi uyandıramıyor, dolayısıyla başlarına gelenleri de çok da önemsemiyorsunuz. Esasında filmin vermeye çalıştığı "kadınları kızdırma yanarsın" tarzı mesaj daha cüretkar ve olayı daha uçlara sürüklemeye yerinmeyecek bir B-filmi için daha uygun ama Coppola kendisini haddinden fazla ciddiye aldığı için o yola sapamıyor. Elindeki içeriğin ucuzluğunu benimseyip biraz sınırlarını zorlasa daha akılda kalıcı bir işe imza atabilirmiş  halbuki ama o Cannes'da ödül peşinde koşmayı tercih etmiş. Bir bakıma isabetli bir tercih yaptığı söylenebilir, festivalden ödülle dönmüştü çünkü. Öte yandan izleyici nezdinde filmden geriye kalan Nicole Kidman, Colin Farrell, Elle Fanning, Kirsten Dunst ve Angourice Rice'ın başını çektiği sağlam oyuncu kadrosunun performansları ve Philippe Le Sourd'un ("The Grandmaster", "A Good Year") güzel kareleri dışında bir şey olmuyor. Neticede uzun vadede önemli olan hangi festivalden ne ödül aldığınız değil izleyicilerin hafızasında filminizin ne kadar yer ettiği.
 

Salı, Kasım 10, 2020

The Trial of the Chicago 7


 
Bu Amerikan davalarının bir tanesine denk gelip filmlerdeki versiyonları ile ne kadar farklılar gözlemlemek isterdim. Artık mahkeme filmi olarak anılan bu janrın mensupları teatrallikleriyle nam salmış yapımlar çünkü, ne derece gerçek hayattan esinleniyorlar insan merak ediyor. Türün klasiklerinden biri olan "A Few Good Men"in senaristi Aaron Sorkin'in filmi ilk sahnelerinde bu özelliği kırma çabası gösteriyor aslında. Filmdeki yargıç (Farnk Langella), savcının (Joseph Gordon Levitt) jüriye açılış konuşmasını o kadar saçma şeylerle bölüyor ki bu film daha realist gibi duruyor diye düşünüyorsunuz. Mahkemede harcadığımız geri kalan sürede aynı tutumun sürüp sürmediği ayrı konu tabii.

Film 1968 yılında Demokrat Parti kongresi esnasında yaşanan isyan olaylarının gölgesinde başlıyor. J.F.Kennedy, kardeşi R.F.Kennedy, M.L.King, Malcolm X, hepsi suikast sonucu hayatlarını kaybetmişler. Vietnam savaşı 4 yıldır ufukta hiçbir zafer belirtisi olmaksızın devam etmekte. 60'ların gençleri dönemin ruhuna uygun olarak farklı bir dünya talep ediyorlar, sistemle sürtüşme halindeler. Yeni başkan Nixon birkaç yıl sonra yasadışı dinleme faaliyetleri yürüttüğünün ifşa olduğu Watergate olaylarından sonra görevini bırakmak zorunda kalacak. Sonrası Vietnam'dan çekiliş, ekonomik gerileme yılları.. ABD tarihine aşinaysanız 70'lerin ülke için çok parlak olmadığını bilirsiniz. Bu fetretin başlangıcının 1968 olduğunu söylemek çok da saçma olmaz. Ülkedeki gidişattan memnun olmayan gruplar protesto için bir araya geliyorlar, bir noktada olaylar çığrından çıkıp kalkışmaya dönüşüyor. Tüm olayların temel sorumlusu olarak 7 kişinin yargılanmasına karar veriliyor.

 
Eski başkan Lyndon Johnson döneminde haklarında soruşturma açılmamasına karar verilen Chicago 7'lisi, yeni başkan Nixon dönemine geçilince ibret olması umuduyla mahkeme önüne çıkarılıyor. Sorkin film için çalışmaya 2000'lerin sonunda başlamış, sarka sarka bu zamanı bulmuş ama şurası aşikar ki Sorkin'in esas derdi filmin anlattığı dönemle ABD'nin günümüzdeki politik vaziyeti arasındaki paralelliklerin altını çizmek. Ülkedeki liberallerin Trump yönetiminden ne denli hoşnutsuz oldukları bilinmeyen bir şey değil. Büyük çoğunluğu bu cenaha dahil olan Hollywood eşrafı da fırsatını buldukça Trump'a giydirmeye devam ediyorlar, bu film de bunun en son örneklerinden biri. Bu tarz filmlerin temel sıkıntısı bir yandan gayet vurucu ve iz bırakan anlar yaratırken aynı zamanda çok yapay bir tarihselliğe sahip olmaları. Irkçı ve önyargılı bir sisteme karşı ezilenlerden yana durmaya çalışan gençlerin filmde anlatılan hikayesi elbette etkileyici duruyor fakat davanın gerçek tarihçesine baktığınızda finaldeki Vietnam gazileri sahnesi, sanıklardan birinin tecavüze uğramakta olan birini kurtarırken tutuklanması gibi birçok sahnenin Sorkin'in beyninden çıkma olduğunu öğrenmek filmin seyirci üzerindeki tesirini ister istemez baltalıyor. Üstelik zamanında sisteme cesurca karşı koyan bu gençlerden bazılarının yaş kemale erdikçe Apple'dan hisse alarak zengin olmak gibi kapitalist sisteme tümüyle entegre olduklarını ya da tam tersine sisteme hiç bir şekilde uyum sağlayamayıp yıllar geçtikçe savundukları şeylerle birlikte kendilerinin de güncelliklerini yitirdiklerini idrak edip intihara süürüklendiklerini öğrenmek, ister istemez filmin kahramanlarına olan bakışımızı da etkiliyor. O yüzden gerçek bir olayın peliküle aktarılmasını görmek değil de yönetmenin ağzından bir peri masalı dinlemek amamcıyla filmin karşısına oturursanız keyif almanız bir hayli olası. Sorkin'in diyalogları oyuncuların ağzında zaten yağ gibi akıyor, yıllar yılı kalburüstü yönetmenlerle çalışa çalışa bir şeyler de kapmış, filmi de aynı şekilde hiç sarkmadan, seyircisini avcunun içine alarak başlayıp bitiyor. Oldum olası komediyle tanınmış oyuncuların dram denemeleri izlemek hoşuma gitmiştir, kendisinin bu manada ilk işi olmasa da Sacha Baron Cohen'i filmde izlemek beklediğim gibi keyifliydi. Hakeza John Carrell Lynch ve Michael Keaton'ı da. 
 
 
Filmin en büyük kozlarında biri de müzikleri. Son yılların parlayan bestecilerinden biri olan ingiliz Daniel Pemberton, film için yaptığı müziklerden müteşekkil 53 dakikalık albüme Spotify'dan ulaşmak mümkün. Geneli itibariyle keyifli bir dinleme vaad etse de albümün içinde "Take The Hill", "Riot Aftermath" ve "Blood On The Streets" özellikle öne çıkan parçalar. Son tahlilde film için söylenebilecek şey iyi yazılmış, iyi yönetilmiş ve iyi oynanmış bir yapım olduğu. Bir belgesel değil bir kurmaca olduğu akıllardan çıkarılmadığı müddetçe iyi bir seyirlik.
 

Çarşamba, Kasım 04, 2020

Throwback 20 : Bedazzled - Harold Ramis


Brendan Fraser'ın 90'lardaki filmografisine göz atınca adamın yeni milenyumla birlikte kariyerinin serbest dalışa geçmesine içerlememek elde değil. Karizma aksiyon adamlığından (Mummy) dramaya (Gods&Monsters) hiç zorlanmadan geçiş yapabildiği gibi komedi yeteneğiyle de göz dolduran dört dörtlük bir yetenekken birbiri ardına gelen talihsizlikler ve kötü tercihlerin birleşimiyle hakettiği yerlerin çok uzağına düşmüş olması gerçek bir kayıp.


2000 yapımı Bedazzled Fraser'ın komedi konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip olduğunun en güzel örneklerinden biri. Türün bir başka üstadı olan Harold Ramis'in kariyerinin en iyi işi olan "Analyze This"in akabinde çektiği film sosyal ilişkiler konusunda bir hayli kifayetsiz olan Elliott'ın Elizabeth Hurley'in büyük bir keyifle hayat verdiği her halinden belli olan Şeytan ile bir anlaşma yaparak ruhu karşılığında 7 dilek hakkı kazanmasının öyküsü. Dileklerin ortak amacı hep aynı; Elliott'ın platonik aşkı Alison'ı elde etmesi. Ama Şeytan her dileğin için öyle tuzaklar beziyor ki Elliot hep bir öncekinden daha kötü durumda buluyor kendini. 


Hepsi ayrı ayrı komik olan bu dilek sekanslarının içinde benim en beğendiğim şahane makyaj çalışması ile Kolombiyalı uyuşturucu baronu olmuştur hep ama Fraser diğer karakterlerin hepsini de o kadar başarıyla perdeye taşıyor ki hayran kalmamak elde değil. "Bedazzled" Fraser için bir "tour de force" her şeyiyle ama filmi bunca yılın ardından hala izlenebilir yapan en önemli şeylerden biri oyuncu kadrosunun diğer unsurlarına da parlama alanı açması ve her birinin bu şansı keyifle değerlendirmeleri. Elizabeth Hurley muhteşem güzelliği, şahane kıyafetleri ve bu ikisine tezat oluşturan kalın sesli ingiliz aksanıyla zaten sinema tarihinin en etkileyici şeytanlarından biri olmayı başarıyor ve filmin temel karakteri bir bakıma. Fakat öncelikli işlevi kahramanın arzu objesi olmak olan Frances O'Conner'ın her dilek bölümünde karakterine daha farklı, daha hınzır bir çekicilik katabilmesi ve filmin buna müsaade etmesi takdire şayan. Hakeza Elliot'ın iş arkadaşları rolünde Paul Adelstein, Orlando Jones ve Toby Huss'un da her bölümde daha absürd şekillerde yer alarak filmin mizahını başarıyla arttırabilmeleri de.


"Bedazzled" 60'larda yapılan bir Dudley Moore filminin yeniden çevirimi. İnternet ortamlarında bu filmin 2000 model yeniden çevriminden kat kat üstün olduğuna dair ifadeler mevcut ama şahsen ben Şeytan rolünde yaşlı bir adamı seyretmektense Elibath Hurley'i izlemeyi tercih ederim her seferinde. Ramis'in Fraser'la bu ortaklığı sadece her ikisinin kariyerlerinin zirve noktalarından biri değil, kadrodaki birçok isim için de aynı şeyi söylemek mümkün. Mevcut sıkıntılarından bir 90 dakikalığına uzaklaşmak isteyen herkesin 20 yıl öncesinden bize ulaşan bu cevhere bir şans vermesi şart.