İlk Borat filmini yarısında bırakmıştım. Kötü bir film olmasından ziyade gerisinde ne olduğuna dair bende bir merak duygusu uyandıramamasından ötürü devamını getirmemiştim. Ondan sonra ya da önceki herhangi bir Sacha Baron Cohen komedisine göz atmışlığım da yoktur. Bayağılığın sınırlarını zorlayarak habersiz üçüncü kişileri huzursuz etmek suretiyle günlük maskelerini düşürüp herkesi en çiğ haliyle gösterebilmesi ilginç ve eğlenceli anlara yol açabiliyor olsa da (bkz. "Who is America") totalde biraz yavan kalıyordu. O yüzden "Borat Subsequent Moviefilm"e karşı da biraz mesafeli yaklaştım ama gene de kaldırdığı tozdan etkilenerek izlerken buldum kendimi. İlk filmin ardından memleketi Kazakistan'ı küçük düşürdüğü gerekçesiyle hapse atılan Borat'a hükümet tarafından ikinci bir şans tanınarak ABD başkanına bir emanet teslim etmekle görevlendirilmesi noktasından yol alan film Borat'ın yolculuğuna davetsiz katılan kızıyla birlikte ABD'deki maceralarını anlatıyor. Trump yönetimine karşı en ufak bir sempatisi olmayan Sacha Baron Cohen'in politik karşıtlığını yarattığı karakter üzerinden ifade edebilmesinde takdire şayan bir şeyler var. Bel altına düşkünlükleri ayyuka çıkmış kimi üst düzey figürleri rezil edecek cüretkar ve tehlikeli birçok numarayı hikayesine yedirebilmesinin yanı sıra garip bir şekilde dokunaklı bir baba-kız öyküsü de anlatmayı başarıyor aynı zamanda. En olmaz noktalarda bile karakter içinde kalmayı başarabilen Cohen'in karşısında kızını canlandıran Maria Bakalova da ondan hiç geri kalmayarak filmin esas hazinesi olmayı başarıyor. Cohen'in mizah anlayışının herkese göre olmadığı aşikar ama bu filmde en azından hedefini daha net belirlediğinden olsa gerek tüm soytarılıklarının belli bir temele oturduğu eli ayağı daha yer tutan bir hikaye anlatmayı başardığını söylemek mümkün.
Sinema,Çizgi Roman,Oyun,Dizi,Müzik,Kitap,Soundtrack,Anime,Metal vs. ama çoğunlukla Sinema
Pazar, Kasım 22, 2020
Supernatural
2005 yılında izleyici karşısına çıkan "Supernatural" bu haftaki bölümüyle ekranlara veda etti. Dile kolay, 15 sezon. Bambaşka bir döneme ait bir diziydi ve akranlarının çoğu çoktan emekliye ayırmışlardı kendilerini. "Lost" biteli 10, "House" biteli 8, "HIMYM" biteli 7 oldu söz gelimi. Bu bahsettiğim örnekler gibi 2000'lerin ortasında çıkıp dünyayı kasıp kavuran şahane dizilerden biriydi. Fakat bunların aksine "artık bize de yol göründü" demeyip bildiğini okumaya devam etti "Supernatural". Elbette ki ilk sezonlardaki formunu sonlarda koruyamadı, her hafta bölüm düşer düşmez izleyen ben bile son iki üç sezondur bingewatch yapmaya başladım. Network televizyonculuğunun 20 küsür bölümlük formatından ötürü birçok gereksiz bölüm izledik, hikayeler ve düşmanlar büyüdükçe bir bakıma absürdleştiler. Öte yandan, 15 yıl boyunca hiçbir zaman belli bir düzeyin altına düşmemeyi de başardı "Supernatural". Tam "artık yeter bunlar da baydı" dediğimiz noktada seyircisini bir şekilde yeniden kavramayı bildi hep. Drama bu absürd konsept içinde en çok sırıtan unsur olageldi hep, ama üsturuplu. ölçülü takılmayı bildikleri zaman onu da kotardıklarını gördük. Fakat "Supernatural"in zirve noktaları, artık kastın ve yapım ekibinin diziden ve birbirlerinden hiç sıkılmadıklarının bir göstergesi olarak herhalde, hep komediye yöneldiği gırgırına takıldığı bölümler oldu. Bu noktaya geldiğinde televizyonda "Supernatural"dan daha iyisi yoktu. Bu yüzden meta hikaye anlatımı dendiğinde Supernatural bir duayen oldu, müthiş sadık bir hayran kitlesine ulaştı ve 15 yıl boyunca ekranlarda kalmayı başarabildi.
Dizinin uzun tarihçesini burada tekrar etmeye gerek yok, son sezonun olayı Tanrı ile Winchester'ların arasındaki mücadelesine odaklanmıştı, bilenlerin malumu. İki insan evladının herşeye kadir bir varlıkla nasıl baş edecekleri sorusu diziye uzak insanlara son derece saçma gelebilir,normaldir fakat şunu da gözden kaçırmamak gerekir, "Supernatural"ın tanrısı mitolojideki tanrılardan çok da farklı değildir. Bölümün birinde mitolojik tanrıları da kendisinin yarattığı ifade edilmiştir ama gene de hep bir dramanın parçası olmaktan kendini alamayan, beşeri hususiyetleri bir hayli fazla, bir insanın havsalası böyle bir varlığı anlamaya ne kadar müsaitse o ölçüde portrelenen bir figürdür. O yüzden dizideki tanrı ile hiç bir din ya da inanış ilişkilendirilmez, ben bunun yazarların aldığı bilinçli bir karar olduğu düşüncesindeyim. Tabii bu noktayı kabullendikten sonra bir nebze beyninizi de kapatmanız lazım, bunu becerebildiğiniz takdirde Chuck namıyla ortalarda gezinen tanrının sezon boyunca Winchester'lara kelimenin tam anlamıyla diz çöktürmeye uğraşmasını rahatsız olmadan takip etmeniz mümkün. Açıkçası sezonun ilk yarısı itibariyle sürünen bu hikaye neyseki 10 uncu bölümden itibaren toplamaya başladı ve 17 inci bölüm "Unity" ile zirveye ulaştı. Catriona MacKenzie tarafından çekilmiş bu bölüm çekimi, kurgusu, oyunculukları ve senaryosuyla "Supernatural"in en iyi episodlarından biri olmayı başarmış. Hatta o kadar iyi ki sonraki bölümler aynı seviyeye çıkamadıkları için bende hayal kırıklığı yaşattılar öyle deyim. Tüm hikaye bağlarının çözüldüğü, göl kıyısındaki hesaplaşma sahnesiyle olsun, canımız ciğerimiz Mark Pellegrino'yu Lucifer rolünde kısa süreliğine de olsa bir kez daha izleme imkanı vermesiyle olsun sondan bir önceki bölümün de bir nebze bu seviyeye yaklaştığı söylenebilir. Bu bölümün bitişindeki montaj sekansında zaten bir nihailik hissi vardı o yüzden ekstra bir bölümle ne yapacaklarını merak ediyordum ve beklediğimden farklı bir finalle karşılaştım diyebilirim. İnternette bir çok farklı reaksiyon söz konusu dizinin sonuyla ilgili ama benim şahsi görüşüm kusurlarına rağmen başarılı bir final olduğu. Spoiler vermek gibi olacak ana karakterimizin biraz pisi pisine gittiği doğru, duygusal konuşma kısmı da fazla ağlak ve uzun, eyvallah. Covid'den ötürü prdoüksiyonun yer yer kısıtlandığı belli oluyor, yoksa eski yüzlerinin birçoğunun da bir şekilde eklemlendiği daha şaşaalı bir final yapma niyetindelerdi gibi geliyor bana. Ama gene de izlerken karakterle birlikte diziye de veda ediyor oluşumuzun etkisiyle göz yaşları sel olmadı desem yalan olur. O yüzden uzun bir yolculuğun ardından artık veda vaktinin geldiği bu güzel arkadaşı duygulu bir biçimde yollamanın önünü açması itibariyle ben finali başarılı buldum.
Güle güle Supernatural, güle güle Winchester biraderler. Muhabbetiniz ve mevcudiyetiniz özlenecek ama herşeyin bir finali var maalesef. Hikayenizi başkalarına sonlattırmadan kendi finalinizi kendi istediğiniz gibi yazmayı başardınız, helal olsun.
Salı, Kasım 17, 2020
Throwback 20: The Cell - Tarsem Singh
Tarsem
Singh, çoğunlukla "Losing My Religion" videosunun yönetmeni olarak
hatırlanıyor hala. İlk uzun metrajını 2000 yılında yapmış olmasına
rağmen akabindeki 20 yıl içerisinde sadece 5 filme imza atmış olmasının
bunda etkisi büyük. Tamamiyle kendi başına finanse ettiği ikinci filmi
"The Fall"un çekimlerinin 20 ayrı ülkede gerçekleştirilip 4 yıla
yayılmış olmasının da görece az sayıda film yapmış olmasındaki etkisi
aynı şekilde yadsınamaz boyutta. Gerçi röportajlarında stüdyo filmlerini
çok kısa aralıklarla tamamlayabileceğini, "The Fall"un bir
nevi en tutku dolu projesi olması hasebiyle bu kadar zamanını aldığını
belirtiyor kendisi. Tarsem'in bu satırlarda ismini anma sebebimiz kendi
çapında bir külte dönüşen ve birçoklarınca 2008'in en iyi filmi kabul
edilen "The Fall" değil, yönetmeni sinema dünyasına tanıtan ve yeterince
hakkı teslim edilmemiş "The Cell".
Kaçırdığı genç kadınları kendine özgü bir ritüelle önce işkenceye maruz
bırakıp sonra öldüren Carl Rudolph Stargher, aynı zamanda nadir görülen
bir şizofreniden muzdarip. Son kurbanını tutsak etmesinin akabinde bu
hastlalığın bir tezahürü olarak kriz geçirip komaya girmesi ve FBI'ın
evine baskın düzenlemesi eşzamanlı olarak gerçekleşiyor. Kaçırılan
kızları büyükçe bir akvaryuma hapseden Stargher, bu akvaryumu periyodik
olarak suyla doldurup kurbalarının boğularak ölmesine sebep oluyor ve bu
süreç 36 saat sürüyor. Bu süre içerisinde kıza ulaşmak zorunda olan FBI
ise çaresiz,zira kaçırılan kızın yerini bilen tek adam şu an komada.
Ajanların imdadına ise deneme aşamasında yeni bir teknoloji yetişiyor ve
katilin bilinçaltına girerek kızın yerini öğrenmeye çalışıyorlar.
Bir seri katil filmi olarak tasarlanan "The Cell"in senaryosu, Tarsem'in
ifadesiyle ona gönderildiğinde birkaç sayfadan ibaretmiş. Hikayenin
polisiye kısmıyla çok ilgilenmeyen yönetmen, senaryoda çok kabaca tasvir
edilen bilinçaltı bölümleri kendi fikirleriyle donatabileceği boş bir
alan olarak görmüş ve bu bölümleri istediği gibi tasarlama hususunda
stüdyoyu ikna etmeyi başarmış. Gene yönetmenin ifadesiyle, ortaya çıkan
ürün stüdyo yöneticilerince kar etmesi güç bir film olarak hemen
yaftalanmış, öyle ki test gösterimlerine filmin müziksiz ham kurgulu
halini yollamışlar. Festivallere götürülmeden önce 4 gün içinde kurgusu
tam anlamıyla biten "The Cell" neyse ki Roger Ebert gibi Amerika'nın önde
gelen bazı eleştirmenlerinin olumlu görüş belirtmeleriyle hasıraltı
edilmekten kurtulmuş. Ebert daha sonra "The Cell"i 2000 yılının en iyi 10
filmi listesine aldı, film de 33 milyon dolarlık bütçesine karşın 100
milyonun üzerinde hasılat yaparak stüdyonun o yılki en karlı işlerinden
biri oldu.
Tarsem,
daha yaptığı müzik videolarından görselliğe ne derece önem verdiği
belli olan bir yönetmendi. Bu durumu uzun metraj çalışmalarında da devam
ettirmesi kimilerince hikaye ve senaryoyu fazla boşlayıp filmlerini
fazlasıyla görselliğe yasladığı yönünde eleştirilere neden oluyor ki
tümüyle haksız bir eleştiri de değil. Fakat "The Cell" bu noktada ayrıksı bir örnek zira bu filmde
senaryo her ne kadar Tarsem'in alametifarikası göz alıcı imgelere imza
atmasına imkan vermekle birlikte tümüyle safdışı da kalmıyor. Bir nevi
şekille içerik arasında uyumlu bir işbirliği söz konusu, el birliği
içinde filmin tesir gücüne katkı yapıyorlar. Stargher'ın beyninin
kıvrımlarındaki yolculuğu heyecanla takip etsek de gerçek dünyadaki
kayıp kızı bulma çabasının bu yolculuğun esas sebebi olduğunu asla
unutturmuyor film,onun maruz kaldığı işkenceyi de ara ara gözlemleme
imkanı bulduğumuz için bu karakteri ve bu karakterin kurtarılması
yönünde uğraş verenleri önemsiyor ve onlarla özdeşleşebiliyoruz. Benzeri
bir zalim-mağdur ilişkisini katilin bilinçaltına da taşıyan film,
Stargher'ın çocukluğu suretinde cisme bürünmüş içindeki insanlığa dair
son kırıntı ile geri kalanına hakim olan kötücül tarafı arasındaki
çatışmaya da yer veriyor.
Yönetmen
röportajlarında filmdeki seri katil odaklı polisiye boyutun stüdyo
kaynaklı olduğunu ve onun ilgisini çekmediğini belirtiyor. Filmin görsel
gücünü teslim eden bazı eleştirmenler de polisiye tarafların başarısız
olduğu görüşünde birleşmiş. Halbuki "The Cell" seri katil türüne yeni bir
soluk getiren, klişe şablonundan çıkarıp farklı bir kulvara taşımayı
başarmış bir yapıt. Fakat gene de filmi bugün sinemaseverlerin zihninde
hatırlanabilir kılan muhteşem görselliği. Stargher'ın bilincinde geçen
sahneleri tasarlarken modern sanatın birçok simge isminden ilham almış,
hatta yer yer kopya çekmiş Tarsem. H.R.Giger (Alien'ı tasarlayan adam
olarak da bilinir), Damien Hirst, Odd Nerdrum ve Quay Kardeşler bu
isimlerden bazıları. Yönetmen, sadist bir psikopatın zihninde çıkılan
bir yolculuğun olabildiğince ürkütücü olması gerektiğine kanaat getirmiş
olacak ki, bu bölümler değme korku filmlerine taş çıkartacak bir
atmosfer barındırıyor. Fakat yönetmen şık sinematografisini rüya
sahneleri ile sınırlamayıp, gerçek dünyada geçen sahnelerde de stilize
bir kurgu anlayışı ile filmi bütününü çekici kılmayı başarıyor.
"The Cell", benim gözlemlediğim kadarıyla Türkiye'deki sinemaseverlerin
çoğunun takdirini kazanmış, bilinen bir film olsa da ABD sularında aynı
ölçüde hayırla yadedildiğini söylemek güç. Bu da böylesi ufak çaplı bir
başyapıt için hayli üzüntü verici. Umarız zamanla Tarsem hakettiği
noktaya gelir de şu ana kadarki en iyi filmi olan bu yapıt da hakkı
teslim edilmek üzere daha dikkatlice ele alınabilir.
Pazartesi, Kasım 16, 2020
The Beguiled (2017) - Sofia Coppola
Amerikan iç savaşında kuzey için savaşan
yaralı bir asker kendini güneyin göbeğinde bir kız okulunda bulur.
Okulun müdiresinin gönlü askeri o haliyle güney ordusuna teslim etmeye
el vermez ve tedavi etmeye karar verirler. Fakat karşı cinsten kimseyle
çok muhatap olmayan okul efradından bazıları adama karşı ekstra ilgi
göstermeye başlarlar. Aynı durumdan muzdarip olan asker de bu ilgiye
karşılık vermekten geri kalmaz ama fazla açgözlü davrandığı için işler
doğal olarak çığırından çıkar.
Farrell leverages his Irish heritage to
add depth to the character’s smoldering darkness, playing McBurney as a
recent immigrant who was immediately drafted up into the Union Army upon
arrival, and thus holds no allegiance to his adopted country— only to
himself. He still bears traces of his accent, which highlights how
conflicting the process of assimilation has been for him even as it
imbues him with a European exoticism in the eyes of the young women.
Elle Fanning appears all grown up here as
Alicia, one of the older students caught in self-serving thrall to her
teenage hormones. While Edwina’s attraction to McBurney is misguidedly
romantic, hers is purely driven by sexual curiosity. Together, they
stand as critical faults in the armor that Miss Martha labors to project
Don
Siegel'ın yönettiği bir Clint Eastwood filminin yeniden çevrimi bu yapım.
Filmi izlemedim ama sinopsisini okuduğumda bu filmle nerdeyse birebir
aynı bir olay örgüsüne sahip olduğunu gördüm. Yönetmen Coppola filmin
farklılığının olayı kadınların gözünden anlatmasından
geldiğini söylemiş. Öncülünü izlemeden bu konuda ne kadar başarılı
olduğunu tespit etmek biraz güç olsa da birebir aynı adımları takip eden
bir hikayede odak noktasını değiştirerek ne derece farklılık
yaratılabilir onu da bilemiyorum.
Aslında esas mevzu hikayenin ne kadar
anlatmaya değer olduğunda yatıyor bence, en azından benim
nezdimde sorun buydu. Dışardan bir karakter uyumlu bir grubun içine
giriyor ve herkesin uykuda olan nefsi birden kabarıp herkesi
sorgulanacak kararlar almaya sürüklüyor. Hikayenin özü bu; fazla basit ve
çok özgün bir temel sayılmaz. Zaten karakterlerin hiç birisi de insanda
bir özdeşleşme hissi uyandıramıyor, dolayısıyla başlarına gelenleri de
çok da önemsemiyorsunuz. Esasında filmin vermeye çalıştığı "kadınları kızdırma yanarsın"
tarzı mesaj daha cüretkar ve olayı daha uçlara sürüklemeye yerinmeyecek bir B-filmi için daha uygun ama Coppola kendisini haddinden fazla ciddiye aldığı
için o yola sapamıyor. Elindeki içeriğin ucuzluğunu benimseyip biraz
sınırlarını zorlasa daha akılda kalıcı bir işe imza atabilirmiş halbuki
ama o Cannes'da ödül peşinde koşmayı tercih etmiş. Bir bakıma isabetli bir tercih yaptığı söylenebilir, festivalden ödülle dönmüştü çünkü. Öte yandan izleyici nezdinde filmden geriye kalan Nicole Kidman, Colin Farrell, Elle Fanning, Kirsten Dunst ve Angourice Rice'ın başını çektiği
sağlam oyuncu kadrosunun performansları ve Philippe Le Sourd'un ("The Grandmaster", "A Good Year") güzel kareleri dışında bir
şey olmuyor. Neticede uzun vadede önemli olan hangi festivalden ne ödül
aldığınız değil izleyicilerin hafızasında filminizin ne kadar yer
ettiği.
Salı, Kasım 10, 2020
The Trial of the Chicago 7
Bu Amerikan davalarının bir tanesine
denk gelip filmlerdeki versiyonları ile ne kadar farklılar gözlemlemek
isterdim. Artık mahkeme filmi olarak anılan bu janrın mensupları
teatrallikleriyle nam salmış yapımlar çünkü, ne derece gerçek hayattan
esinleniyorlar insan merak ediyor. Türün klasiklerinden biri olan "A Few
Good Men"in senaristi Aaron Sorkin'in filmi ilk sahnelerinde bu
özelliği kırma çabası gösteriyor aslında. Filmdeki yargıç (Farnk
Langella), savcının (Joseph Gordon Levitt) jüriye açılış konuşmasını o
kadar saçma şeylerle bölüyor ki bu film daha realist gibi duruyor diye
düşünüyorsunuz. Mahkemede harcadığımız geri kalan sürede aynı tutumun
sürüp sürmediği ayrı konu tabii.
Film
1968 yılında Demokrat Parti kongresi esnasında yaşanan isyan
olaylarının gölgesinde başlıyor. J.F.Kennedy, kardeşi R.F.Kennedy,
M.L.King, Malcolm X, hepsi suikast sonucu hayatlarını kaybetmişler. Vietnam savaşı 4 yıldır ufukta hiçbir zafer belirtisi olmaksızın devam
etmekte. 60'ların gençleri dönemin ruhuna uygun olarak farklı bir dünya
talep ediyorlar, sistemle sürtüşme halindeler. Yeni başkan Nixon birkaç
yıl sonra yasadışı dinleme faaliyetleri yürüttüğünün ifşa olduğu
Watergate olaylarından sonra görevini bırakmak zorunda kalacak. Sonrası
Vietnam'dan çekiliş, ekonomik gerileme yılları.. ABD tarihine
aşinaysanız 70'lerin ülke için çok parlak olmadığını bilirsiniz. Bu
fetretin başlangıcının 1968 olduğunu söylemek çok da saçma olmaz.
Ülkedeki gidişattan memnun olmayan gruplar protesto için bir araya
geliyorlar, bir noktada olaylar çığrından çıkıp kalkışmaya dönüşüyor.
Tüm olayların temel sorumlusu olarak 7 kişinin yargılanmasına karar
veriliyor.
Eski başkan Lyndon
Johnson döneminde haklarında soruşturma açılmamasına karar verilen
Chicago 7'lisi, yeni başkan Nixon dönemine geçilince ibret olması
umuduyla mahkeme önüne çıkarılıyor. Sorkin film için çalışmaya
2000'lerin sonunda başlamış, sarka sarka bu zamanı bulmuş ama şurası
aşikar ki Sorkin'in esas derdi filmin anlattığı dönemle ABD'nin
günümüzdeki politik vaziyeti arasındaki paralelliklerin altını çizmek.
Ülkedeki liberallerin Trump yönetiminden ne denli hoşnutsuz oldukları
bilinmeyen bir şey değil. Büyük çoğunluğu bu cenaha dahil olan Hollywood
eşrafı da fırsatını buldukça Trump'a giydirmeye devam ediyorlar, bu
film de bunun en son örneklerinden biri. Bu tarz filmlerin temel
sıkıntısı bir yandan gayet vurucu ve iz bırakan anlar yaratırken aynı
zamanda çok yapay bir tarihselliğe sahip olmaları. Irkçı ve önyargılı
bir sisteme karşı ezilenlerden yana durmaya çalışan gençlerin filmde
anlatılan hikayesi elbette etkileyici duruyor fakat davanın gerçek
tarihçesine baktığınızda finaldeki Vietnam gazileri sahnesi, sanıklardan
birinin tecavüze uğramakta olan birini kurtarırken tutuklanması gibi
birçok sahnenin Sorkin'in beyninden çıkma olduğunu öğrenmek filmin
seyirci üzerindeki tesirini ister istemez baltalıyor. Üstelik zamanında
sisteme cesurca karşı koyan bu gençlerden bazılarının yaş kemale erdikçe
Apple'dan hisse alarak zengin olmak gibi kapitalist sisteme tümüyle
entegre olduklarını ya da tam tersine sisteme hiç bir şekilde uyum
sağlayamayıp yıllar geçtikçe savundukları şeylerle birlikte kendilerinin
de güncelliklerini yitirdiklerini idrak edip intihara
süürüklendiklerini öğrenmek, ister istemez filmin kahramanlarına olan
bakışımızı da etkiliyor. O yüzden gerçek bir olayın peliküle
aktarılmasını görmek değil de yönetmenin ağzından bir peri masalı dinlemek amamcıyla filmin karşısına oturursanız keyif almanız bir hayli
olası. Sorkin'in diyalogları oyuncuların ağzında zaten yağ gibi akıyor,
yıllar yılı kalburüstü yönetmenlerle çalışa çalışa bir şeyler de kapmış,
filmi de aynı şekilde hiç sarkmadan, seyircisini avcunun içine alarak
başlayıp bitiyor. Oldum olası komediyle tanınmış oyuncuların dram
denemeleri izlemek hoşuma gitmiştir, kendisinin bu manada ilk işi olmasa
da Sacha Baron Cohen'i filmde izlemek beklediğim gibi keyifliydi.
Hakeza John Carrell Lynch ve Michael Keaton'ı da.
Filmin en büyük kozlarında biri de müzikleri. Son yılların parlayan bestecilerinden biri olan ingiliz Daniel Pemberton, film için yaptığı müziklerden müteşekkil 53 dakikalık albüme Spotify'dan ulaşmak mümkün. Geneli itibariyle keyifli bir dinleme vaad etse de albümün içinde "Take The Hill", "Riot Aftermath" ve "Blood On The Streets" özellikle öne çıkan parçalar. Son tahlilde film için söylenebilecek şey iyi
yazılmış, iyi yönetilmiş ve iyi oynanmış bir yapım olduğu. Bir
belgesel değil bir kurmaca olduğu akıllardan çıkarılmadığı müddetçe iyi
bir seyirlik.
Çarşamba, Kasım 04, 2020
Throwback 20 : Bedazzled - Harold Ramis
Brendan Fraser'ın 90'lardaki filmografisine göz atınca adamın yeni milenyumla birlikte kariyerinin serbest dalışa geçmesine içerlememek elde değil. Karizma aksiyon adamlığından (Mummy) dramaya (Gods&Monsters) hiç zorlanmadan geçiş yapabildiği gibi komedi yeteneğiyle de göz dolduran dört dörtlük bir yetenekken birbiri ardına gelen talihsizlikler ve kötü tercihlerin birleşimiyle hakettiği yerlerin çok uzağına düşmüş olması gerçek bir kayıp.
2000 yapımı Bedazzled Fraser'ın komedi konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip olduğunun en güzel örneklerinden biri. Türün bir başka üstadı olan Harold Ramis'in kariyerinin en iyi işi olan "Analyze This"in akabinde çektiği film sosyal ilişkiler konusunda bir hayli kifayetsiz olan Elliott'ın Elizabeth Hurley'in büyük bir keyifle hayat verdiği her halinden belli olan Şeytan ile bir anlaşma yaparak ruhu karşılığında 7 dilek hakkı kazanmasının öyküsü. Dileklerin ortak amacı hep aynı; Elliott'ın platonik aşkı Alison'ı elde etmesi. Ama Şeytan her dileğin için öyle tuzaklar beziyor ki Elliot hep bir öncekinden daha kötü durumda buluyor kendini.
Hepsi ayrı ayrı komik olan bu dilek sekanslarının içinde benim en beğendiğim şahane makyaj çalışması ile Kolombiyalı uyuşturucu baronu olmuştur hep ama Fraser diğer karakterlerin hepsini de o kadar başarıyla perdeye taşıyor ki hayran kalmamak elde değil. "Bedazzled" Fraser için bir "tour de force" her şeyiyle ama filmi bunca yılın ardından hala izlenebilir yapan en önemli şeylerden biri oyuncu kadrosunun diğer unsurlarına da parlama alanı açması ve her birinin bu şansı keyifle değerlendirmeleri. Elizabeth Hurley muhteşem güzelliği, şahane kıyafetleri ve bu ikisine tezat oluşturan kalın sesli ingiliz aksanıyla zaten sinema tarihinin en etkileyici şeytanlarından biri olmayı başarıyor ve filmin temel karakteri bir bakıma. Fakat öncelikli işlevi kahramanın arzu objesi olmak olan Frances O'Conner'ın her dilek bölümünde karakterine daha farklı, daha hınzır bir çekicilik katabilmesi ve filmin buna müsaade etmesi takdire şayan. Hakeza Elliot'ın iş arkadaşları rolünde Paul Adelstein, Orlando Jones ve Toby Huss'un da her bölümde daha absürd şekillerde yer alarak filmin mizahını başarıyla arttırabilmeleri de.
"Bedazzled" 60'larda yapılan bir Dudley Moore filminin yeniden çevirimi. İnternet ortamlarında bu filmin 2000 model yeniden çevriminden kat kat üstün olduğuna dair ifadeler mevcut ama şahsen ben Şeytan rolünde yaşlı bir adamı seyretmektense Elibath Hurley'i izlemeyi tercih ederim her seferinde. Ramis'in Fraser'la bu ortaklığı sadece her ikisinin kariyerlerinin zirve noktalarından biri değil, kadrodaki birçok isim için de aynı şeyi söylemek mümkün. Mevcut sıkıntılarından bir 90 dakikalığına uzaklaşmak isteyen herkesin 20 yıl öncesinden bize ulaşan bu cevhere bir şans vermesi şart.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)