Salı, Aralık 28, 2021

Don't Look Up


Gene sevmeyeceğimi düşündüğüm halde kendimi eğlenirken bulduğum bir başka film. Adam McKay "The Other Guys" dışında benim aşina olmadığım -ki o filmden de zamanında çok memnun kalmamıştım- komedi filmleriyle bilinirken birkaç yıl önce genel olarak beğenilse de şahane oyuncu kadrosuna rağmen ben de olumlu bir intiba uyandıramamış olan "Big Short" ile ciddi filmlerin yönetmeni olarak kendini yeniden konumlamaya karar vermişti. Oscar'ıydı vesairesiydi falan derken gördüğü ilgi alaka hoşuna gitmiş olacak ki daha da bırakamadı ardını. Filmlerinin tesir gücünden de öte yer aldığı her söyleşideki fazla göze batan liberal snob havası adamın filmlerine karşı mesafeli durmaya itiyor insanı ki bu durum kendi cenahından tipleri de de rahatsız etmeye başlamış olacak ki beklendiği kadar bir beğeni toplayamadı film eleştirel olarak.


Öte yandan yönetmeninin iticiliğini bir kenara bırakabildiğiniz takdirde izlemekten keyif almanız mümkün bir film karşımızdaki. Leonardo DiCaprio ve Jennifer Lawrence tarafından canlandırılan iki bilim insanının keşfettiği dünyanın sonunu getirecek bir astroidin hakikaten dünyanın sonunu getirmesinin öyküsü "Don't Look Up". "Deep Impact"ten daha geyik, "Armageddon"dan da daha ciddi bir felaket filmi. Bilim adamlarının uyarılarına kulak asmayan siyasetçiler ve medya erbabı, işin ciddiyetini keşfettiklerinde bu sefer de olaydan nasıl kar edebileceklerine dair çözümler yaratan multi milyonerlere kulak veriyorlar ilmin ve fennin suyuna gitmektense. Kendini bir anda global bir ilginin merkezinde bulan bilimcilerimiz de sapıtıp zıvanadan çıkayazsalar da son kertede yola geliyorlar. McKay'in astroid üzerinden bir küresel ısınma alegorisi yapmaya çalıştığı aşikar olsa da çevresel felakete parmak basmak için astroid temsiline başvurmak sandığı kadar zekice bir fikir değil. Hepimizin  sonunu getirecek bir taş gezegene çarpmak üzere dediğinizde insanların filmde olduğu gibi mal tepkiler vereceğine inanmak biraz zor çünkü. Daha geçenlerde yaklaşan bir astroidin armageddon tarzı bir şekilde imha edileceğine/edildiğine dair haberler çıkmıştı. Dolayısıyla böyle bir senaryoda oluşacak bir kamuoyu tepkisinin umarsızlıktan çok paniğe teşne bir şekil alacağını varsaymakta bir beis yok, hal böyle olunca filmin yapmaya çalıştığı eleştiriler de havada kalıyor. Hikayenin merkezine astronomik bir felaketi değil de hakikaten ekolojik nedenlerden ötürü yaklaşan bir felaketi koyup bir nevi "The Day After Tomorrow"un mizahi versiyonunu yaparak meramlarını bunun üzerinden ifade etmeye çalışsa yapım ekibi daha etkili olabilirmiş.


Diğer taraftan filmin ders vermeye çalıştığını gerçeğini göz ardı edip bir felaket komedisi olarak yaklaştığınız takdirde keyif almak gayet mümkün. McKay sandığı kadar zeki bir herif olmasa da seyircisini nasıl tebessüm ettireceğine dair az buz fikri olan bir şahıs. Sırf benim çekilmez bulmaktan kendimi alamadığım Mark Rylance haricindeki oyuncu kadrosu da cabası. Başta yetişkin iki oğlan babası, heyecanlandığında panik ataklar yaşayan pısırık bir profesörü canlandırmak için fazla genç ve yakışıklı olduğunu düşünüp role bir türlü yakıştıramasam da DiCaprio bir kez daha ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu gösterip performansıyla filmi sürüklemeyi başarıyor. Zannederim ilk kez bu kadar apaçık bir komedide yer alan aktör inşallah bundan sonra başka eğlenceli filmlerde görme imkanı da buluruz çünkü çok başarılı. Onun dışında Jonah Hill, bu filmden sonra daha da öne çıkmayı başarmasını umut ettiğimiz usta karakter aktörü Rob Morgan, feci şekilde az kullanılsa da varlığı yetecek sempatik aktris Melanie Lynskey ve ilginç bir şekilde her yeni filminde parlamayı başarabilen Timothee Chalamet kadronun diğer göze çarpan isimleri. Ufacık bir cameoda beliren Chris Evans'ı da unutmayalım. Her ne kadar yönetmeninin istediğinin bu olmadığından emin olsam da çok ciddiye almadan vakit öldürmek için ideal bir film.

Pazartesi, Aralık 27, 2021

Hawkeye


Marvel Sinematik evreninin Endgame sonrası 4.safhası pandeminin de etkisiyle tökezleyerek yoluna başladı biraz, en azından benim gözümde. "WandaVision" ve "TFATWS" her ne kadar bazılarınca başarılı bulunmuş olsa da gerek yavan hikayeleri gerekse de materyale lüzumsuzca pompalanan woke politikalarının etkisiyle bende hiç olumlu intiba bırakmayı başaramamışlar, akabinde çıkan "Loki"nin yanı sıra "Shang-Chi" ve "Eternals"ı da geçiştirmeme sebebiyet vermişlerdi. Öte yandan "Hawkeye"a karşı gerek Jeremy Renner'a yönelik sempatim gerekse de Hailee Steinfeld'in Kate Bishop karakteri için ideal bir seçim olduğunu düşünmemden mütevellit uzak kalamadım ki finali izledikten  sonra söyleyebilirim ki iyi ki de kalmamışım.


"Endgame" sonrası bir dünyada, yakın arkadaşı Natasha'yı kaybetmenin hüznü ailesine 5 yıl aradan sonra tekrar kavuşmanın sevincine karışmış, haleti ruhiyesi gidip gelen bir Clint görüyoruz dizide. Nasıl olduysa işitme yetisi de zarar görmüş, kulaklıkla dolaşıyor. Derken blip sonrası ortalığı kasıp kavurduğu Ronin kıyafetini üzerine geçirmiş birilerinin ortalarda dolandığını görüyor haberlerde. Kate Bishop'tan başkası değil tabii ki bu ve başını boyundan büyük işlere sokmuş durumda. Onu içine düştüğü bu durumdan çıkarmak da Clint'e düşüyor haliyle.


Lafa Clint'den girmiş olsam da Kate'in dizisi aslında "Hawkeye" zira zamanımızın çoğunu onunla harcıyoruz -Kevin Feige orjinal Avengers tayfasından geride kalanların sadece bir süreliğine daha gideri olduğunu düşüncesinde belli ki yenilere bayrağı devretme peşinde, seneye çıkacak "She-Hulk"ta da Bruce Banner için benzeri bir durumun söz konusu olacağı konuşuluyor zira-. Kate babasını ilk "Avengers"daki uzaylı saldırısında kaybetmiş, o zamandan beri de Clint'i kendisine idol yapmış bir genç kız. Varlıklı annesinin (her zamanki karizmasıyla Vera Farmiga) sayesinde çok sıkıntı yaşamadan bugüne gelmiş ama içindeki bu Hawkeye  olma hayali hiç bir yere gitmemiş ve okçuluğundan tut dövüş sanatlarına kadar her bir alanda kendini geliştirmiş. Annesinin sürpriz bir şekilde nişanlandığı adama hiç içinin ısınamamasıyla başlayan ve akabinde gizemli bir cinayetle devam eden olaylar silsilesi Kate'in hayatı boyunca öğrendiklerini uygulayabileceği bir ortam oluşturuyor  oluşturmasına ama mevzuların umduğundan farklı noktalara çıkmasıyla birlikte Clint'le yolunun kesişmesi çok uzun sürmüyor.


Hailee Steinfeld kendisinin bu rol için biçilmiş kaftan olduğuna dair şüphelerimi hiç boşa çıkarmamış ve dört dörtlük bir Kate Bishop olmuş. Benim okuduğum Hawkeye çizgi romanlarına kıyasla daha genç olsa da burada anlatılanın bir nevi orijin öyküsü olduğunu düşünürsek çok da anormal bir durum yok. Karaktere dair takdire şayan en önemli husus Kate'in kendi ayakları üzerinde durabilen, güçlü bir kız olmasına rağmen son zamanların feminist güçlü kadın tiplemelerinin çoğunda görülen uyuz kendini beğenmişlikten burada eser olmaması. Gerek senaryo gerekse de Steinfeld'in performansı sayesinde doğrudan çok yanlış yapsa da sempatikliği ve kalbinin doğru yerde olmasıyla seyirciye kendini sevdiren bir karakter olmuş Kate Bishop.


Renner bir röportajında yer aldığı tüm MCU filmlerinden daha fazla diyalogu olduğunu belirtmiş dizide. Hakikaten de Clint'den adını alan bir dizi sayesinde Clint'in filmlerde ne kadar arka planda kaldığını daha iyi idrak edebiliyorsunuz. Renner ilk kez sahne ışıklarının kendi üzerine doğrultuğu bu projede yeri geldiğinde Natasha üzerinden duygusallığını sergileme imkanı da buluyor yeri geldiğinde kendisini bir ortaçağ rol yapma kampında bulup yalandan kılıç dövüşü yağarak komedi yapma fırsatı da yakalıyor. 


Hawkeye'ın MCU'daki yeri gibi dizinin hikayesi de çapı itibariyle benzerlerinden çok daha mütevazi. Ne kozmik tehlikeler var bertaraf edilmesi gereken ne de global bir problem. Kate ve Clint'in başa çıkmaları gereken bela yaşadıkları şehirle kısıtlı ve 6 bölümlük dizi için bu gayet ideal bir seçim olmuş. Gene de küçük ölçeği bir nebze olsun heybetlendirmek için tüm entrikanın Vincent Donofrio'nun Kingpin'ine bağlanması hoş bir detay olmuş. Başta Charlie Cox olmak üzere Daredevil dizisinden karakterlerin MCU'ya yavaş yavaş entegre olacaklarına dait söylentiler bir süredir dolanıyordu zaten, vesileyle sağlaması da alınmış oldu. Buradaki Kingpin "Daredevil"de izleme şansına eriştiğimiz derinliğinden ve kudretinden kat kat uzakta ama gene de aktörü tekrar bu rolde izlemek keyifli.


Kingpin piyasaya çıkana kadar kötü adamlık pozisyonunu dolduran tracksuit mafia daha ziyade eğlendirmek için dizide yer alıyor ve hakikaten eğlenceliler de ("Trust a Bro!" taşımacılık:))) -Öte yandan onların başlarında yer alan işitme engelli kızla yanındaki elemanı çok beğenmedim açıkçası-. Dizideki bu geyik havası Clint'in taşıdığı değişik okların zıpır özelliklere sahip olması, buz sahasında geçen final, Yelena (Florence Pugh) ile Kate arasındaki muhabbet gibi birçok noktada daha zuhur ediyor zaten.

Kusursuz olmasa da Steinfeld ve Renner'ın aralarında tutturmayı başardıkları uyum sahnesinde Mcu dizilerinin şu ana kadarki en başarılı örneği olmayı başaran "Hawkeye", Kevin Feige ve ekibine olan güvenimi yeniden tazelememi sağlayıp bundan sonraki projeleri ihmal etmemeye vesile olduğunu söyleyebilirim.

Cumartesi, Aralık 25, 2021

The Matrix Resurrections


Wachowski'lerden Lana bacının sinema kariyerini keskin bir şekilde ikiye ayırmak mümkün; yola çizgi roman yazarlığı ile başlayan, video oyunlarına ve animeye meftun, kardeşiyle birlikte "Matrix", "V For Vendetta", "Bound" gibi cool filmlere imza atmış Larry dönemi ve "Cloud Atlas", "Sense8", "Speed Racer", "Jupiter Ascending"in yönetmeni Lana dönemi. Zamanında Larry'nin büyük bir hayranı olsam da Lana'nın ortaya koyduğu işlerin büyük çoğunluğu ile bana hitap ettiğini söyleyemem. Hal böyleyken Lana'dan gelecek yeni bir "Matrix" filmine karşı hiç mi hiç umudum yoktu ama "Resurrection"ı iki kez seyrettikten sonra bu konuda yanıldığımı ifade etmem gerek. En azından bir noktaya kadar.


"Matrix Resurrections" ilk 15-20 dakikası itibariyle insanda o kadar kötü bir izlenim yaratıyor ki, filmi durdurma noktasına gelmeniz işten değil -özellikle benim gibi ilk filmin büyük bir hayranıysanız-. "Matrix"in artık ikonik hale gelmiş açılış sahnesinin (Carrie Anne-Moss değil başka bir aktrisce canlandırılan Trinity'nin polisleri bertaraf etmesi, ajanları gelişi vesaire) öğrenci filmi formatında çekilmiş bir taklidi seyrettiğimiz. Bunun kötü bir taklit olduğu konusunda bize katılan ve olayları seyirci olarak takip eden Bugs ve Seq isimli iki karakterle de burada tanışıyoruz. Sonradan bu şahit olduğumuz şeyin modal denilen bir simülasyon olduğunu ve bu simin yaratılışında ilk "Matrix"te Trinity'nin Neo'yu bulduğu kodların kullanıldığını öğreniyoruz. Bu simülasyonu yaratan şahıs bir çeşit Morpheus versiyonunu da ajan olarak bu simülasyona eklemiş ama bu Morpheus kendi kendine program olduğunu idrak etmiş sonradan, bir şekilde. 


Bu Bugs arkadaş gibi biz de sonradan öğreniyoruz ki simülasyonun arkasındaki isim Thomas Anderson'dan başkası değil. Daha doğrusu John Wick'ten başkası değil zira Keanu Reeves son 5 senedir her rolü aynı tiple canlandırdığı için insan aktörü ister istemez o karakterle özdeşleştiriyor. Bu Thomas'ın dünyasında "Matrix" alanında çığır açmış bir video oyunu serisi ve kendisi de bu oyunun yaratıcısı. Ne tesadüf ki Smith (Jonathan Groff) isminde çok anlaşamadığı bir patronu var ve yarattığı eserin büyüsüne fazla kapılıp gerçeklikle hayali birbirinden ayırt etmekte zorlandığı için düzenli olarak bir psikologla (Neil Patrick Harris) görüşüyor. Bu sebeplerden ötürü Bugs modal sayesinde kendisine ulaşıp "beni takip et" dediğinde biraz tereddüt etse de peşinden gitmekten de kendini alamıyor.


"Matrix"in Thomas Anderson tarafından yaratılmış bir fenomen olduğu bir matrix fikri güzel bir çıkış noktası. Gerçi hikayenin girişini Thomas ile yapıp filmin yarısına kadar Bugs ve tayfasıyla muhatap olmasak, böylelikle karakteri ve bizi "Inception" misali bir gerçeklik sorgulamasına sevketse bence daha isabetli bir hamle olurdu ama bu versiyonu ile de -David Mitchell ve Alexander Hermon'dan müteşekkil senaryo ekibinin de yardımıyla- kendi Larry versiyonunun yarattığı bu şaheserin ve oluşturduğu fan aleminin de kendince bir tahlilini yapma fırsatı yakalamış yönemen. 
 

Warner Bros'un kendisinin onayı olsun ya da olmasın Matrix'e yeni bir devam oyunu tasarlayacağı bilgisi kendisine iletilen Thomas'ın gönülsüzce katıldığı dördüncü oyun hazırlık çalışmalarında açıkça görüyoruz ki sanatçının yarattığı bir sanat eseri ile bu eseri "tüketen" herkesin kendi kafasında yarattığı versiyonlar arasında dağlar kadar fark olabiliyor, ve o kadar ayrı yorumlar duyuyoruz ki eserin parçalara ayrılarak bambaşka şekillerde zuhur ettiğini de farkediyoruz. "Tüketilen" her sanat eserinde olduğu gibi olayın bir de ticari ayağı var tabii ki; yaratıcı toplantıların olmazsa olmazı reklamcıların "Matrix"in marka değerinin ne olduğu, tüketicilerin zihninde "Matrix" dendiğinde akla nelerin geldiği -"orjinallik" ve "tazelik"(!)- gibi hususları yapılacak yeni oyunların doğuş aşamasına enjekte etmeleri, özgün eserden yola çıkan bir başka orjinal parça ortaya çıkarmanın değil de ilkinin farklı bir ambalajda sunulan kopyasını yapmanın da yolunu açıyor.


Film ilerledikçe öğreniyoruz ki psikolog olarak tanıdığımız Analist isimli programın bu yeni matrix'i yaratırken yaptığı da öncülünün modifiye edilmiş bir versiyonunu yapmakmış. Neo yla Trinity yi yeniden üretip sisteme sokmanın yolunu birbirlerine yakın tutup asla kavuşturmamaktan geçtiği sonucuna ulaşan Analist geri kalan insanları da sahip olduklarını kaybeymekten korktukları için hayallerinin peşinden koşmamayı tercih ettikleri bir gerçekliğe sokmuş ve hiç kimse bunu yadırgamamış, buna Neo ve Trinity de dahil. Birisi sahip olduğunu düşündüğü ailesini kaybetme korkusu, öbürü de gerçeklikle bağını kopararak akli dengesini kaybetme korkusu yüzünden harekete geçememişler ve Analist de bunun ekmeğini yemiş. 


Olayın gerçek dünya boyutunda da bir hayli değişim görüyoruz. "Revolutions"ın neticesince insanların özgürleştirilmesi makineleri önce bir enerji darboğazına, sonrasında da iç savaşa götürmüş, bu ortamda insanlarla olan barış ortamı da yalan olmuş tabi. Zion'un yok oluşu ile neticelenen bu sürecin sonunda insanlarla barışı tercih eden makinelerin yardımıyla kurulmuş, o zamandan beri huzur içinde yaşayan bir IO şehri var Zion un yerini alan, başında da Niobe. Makinelerle mücadelenin çok gerilerde kalmış olması Neo'nun geri dönüşüne şüpheyle bakmaya itiyor Niobe'yi çünkü kendini tekrar bir savaşın içinde bulmak istemiyor. "Revolutions"de yaşananların insan dünyasındaki yansımaları güzel tasavvur edilmiş bence ve önceki filmlere sirayet etmiş bir sorun olan "insan şehri ve içindekilerin pek ilginç olmaması, seyircinin bir an önce Matrix'e dönmek istemesi" sorunsalı bu filmde yaşanmıyor bu şekilde, politik altyapısı güçlü bir yorum çünkü izlediğimiz.


Filmin üçüncü perdesi iki kere izlemiş olmama rağmen açıkçası hala anlamadığım bir plan neticesinde Trinity ve onun kurtarılması üzerine kurulu. Üçlemenin seçilmiş insan meselini seçilmiş çifte döndüren Analist vasıtasıyla hikayenin merkezine Trinity'yi oturtuyor Wachowski ama ilginç bir şekilde filmin en az ilgi uyandıran karakterlerinden biri de Trinity oluyor. Moss'un yaşının seçilmişlik ünvanını kaldırmak için biraz geçkin duruyor açıkçası. Kafedeki buluşma bölümü şık ve cool olsa da akabindeki kovalamaca ve üç helikopterin Neo'yla Trinity'yi sıkıştırmasından mütevellti finalin heyecan uyandırmaktan çok bayıyor açıkçası. 
 

Hikayenin kötü adamlarından Neil Patrick Harris'in Barney Stinson dışındaki hiç bir performansı beni etkilememiş olsa da Analist rolüne uymuş bence. Smith'i canlandıran Jonathan Groff çok daha etkili bir performans sergiliyor ama Smith'in hikayedeki yeri biraz eğreti. Yani Analist niye Smith'i bu versiyona ekleme ihtiyacı hissetsin ki sorusunun makul bir cevabı yok, Neo'yla etkileşimi de dramatik bir engel oluşturmaktan ziyade finalde "bir deux es machina" işlevi görmekten ibaret. Benzeri bir durum Yahya Mateen'in Morheus'u için de geçerli, hikayedeki mevcudiyetlerinin çok da sağlam bir zemini yok. Eski yüzlerden Niobe dışında olumlu bir intiba uyandıran yok, Reeves bile Neo'yu canlandırırken bezgin, hatta yer yer sıkılmış duran bir performans sergilemiş. Wachowski'nin "Sense8"de  çalıştırdığı oyuncu kadrosu ile doldurduğu Neo'yu kurtaran gemi mürettabatından müteşekkil yüzler genel olarak başarılılar, özellikle Max Riemelt ve Brian J.Smith ama Bugs'ı canlandıran oğlan çocuğu Jessica Henwick tüm jest ve mimikleri ile itici bir performans sergilemiş. "Iron Fist"in iyi yanlarından biriydi halbuki


"Orjinalinin ucuz bir taklidi" vurgusu ilginç bir çıkış noktası ve filmin genel meta-farkındalığı ile uyumlu bir yaklaşım olsa da içerikten ziyade suretteki iticilik insanda gene de hayal kırıklığı yaratıyor. Orjinal filmin yapımında emeği geçmiş ve "Matrix"i "Matrix" yapan birçok isme bu filmde yer vermemeyi tercih etmiş yönetmen. Görüntü yönetmeni Bill Pope, yapım tasarımını yapan Owen Patterson, dövüşlerin koreografisinden sorumlu Yuen Woo-Ping, müzisyen Don Davis (yerini alan Johnny Klimek ve Tom Tykwer çok da fena iş çıkarmamışlar, onu da velirtmek lazım) ve daha niceleri bu filmde yoklar. Orjinal "Matrix"in farklı bir sürümünü sunmanın derdinde olan Wachowski ambalaj olarak onu hatırlatsa da tamamiyle seyircinin önüne farklı bir şeyler koymanın derdinde orası aşikar. 


Fakat öte yandan "Matrix"i, -hatta buna devam filmlerini de dahil edebiliriz-  özel yapan şey sadece içeriğinin doluluğu değil, bunları nasıl sunduğu noktasında da farklılık yaratabilmesiydi. Yeşil renk paletine bulanmış kusursuz bir görüntü yönetimiyle Keanu Reeves'i koreografileri çok başarılı yapılmış dövüş sahnelerinde izlemekti "Matrix". "Resurrections" daha ilk karesinden bu mirası elinin tersiyle itiyor. Bir su birikintisine basılan polis botu görüntüsünden dijitalle çekildiğini gözümüzün içine sokuyor film. Renk seçimlerinin orjinaliyle en ufak bir bağı yok. Kariyerinin başlarında hareketli görüntüler müteşekkil bir çizgi-roman yaratma ya da canlı bir anime çekme uğraşında olan Wachowski, ışık kullanımından mizansenine kadar son derece iyi tasarlanmış, doğaçlamaya çok az yer bırakan, baz alındığı storyboardlara sadık görüntüleri elde etmenin peşinde bir yaratıcıydı ki ilk filmin kusursuza yakın yapısında bu mükemmeliyetçiliğin payı büyüktür. Son 10 yıldır çalıştığı görüntü yönetmeni John Toll ile birlikte dijital kameraların yanı sıra daha doğal bir ışık anlayışını benimseyen yönetmen, sahnelerin tasarımında da daha rahat, önceden planlanmışlıktan uzak bir yaklaşımı benimsemiş. Yukarıda da belirttiğim gibi bu durum daha ilk sahneden kendini belli ediyor ve orjinal filmlerin estetiğini gözler mumla arıyor. Özellikle dövüş sahnelerinde. Dövüş koreografilerini Yuen Woo-Ping, dublör sahnelerini Chad Stahelski gibi ustalara bırakan Wachowski gitmiş yerine tüm aksiyon sahnelerini kendi çeken bir Wachowski gitmiş. Netice; berbat. Orjinal filmin dahil olduğu tüm janrları bir tarafa bıraksak bile dört dörtlük bir kung-fu filmi olduğunu düşününce "Resurrections"ın dövüş ve aksiyon sahneleri o kadar yavan, o kadar tesir bırakmaktan uzak ki seyirci olarak kendinizi "neden? sebebi neydi?" diye sorarken buluyorsunuz ister istemez. 
 

"Reloaded" ve "Revolutions"a zıt bir şekilde hikaye anlamında yaptığı -çoğunlukla- doğru hamleleri görsel tercihleri ile baltalayan bir yapım olsa da aradan geçen süre zarfında bize bu evreni niye bu kadar sevdiğimizi bir nebze daha hatırlatabiliyor olması itibariyle önemli bir film "The Matrix Resurrections". Larry ile Andy çekse daha iyi olacakmış ama,orası kesin.

Perşembe, Aralık 23, 2021

The Animatrix (2003)


Anime hayranı olan Wachowski'lerin ilk filmin gösterimi için gittikleri Japonya'da sevdikleri animecileri ziyaretleri esnasında ortaya çıkmış bir fikir "Animatrix". Dokuz kısa animasyondan müteşekkil antolojideki filmlerin 4'ünün senaryosu kardeşlere ait. Bunların arasında yer alan iki bölümlük "The Second Renaissance" açık ara farkla sürünün içindeki en iyi parça. 
 

Makinelerle insanlar arasındaki savaşın ve Matrix'in nasıl ortaya çıktığının tarihsel bir dökümünü, insanın beynine kazınan türlü referanslarla bezeli şekilde hikaye eden "The Second Renaissance"ın yönetmeni Mahiro Maeda, "Blue Submarine No.6" isimli bir OVA ve "Final Fantasy: Unlimited" dizisi ile yapımcıların dikkatini çekmiş, "Animatrix" sonrasında da "Kill Bill Vol.1"ın anime bölümleri ve "Mad Max:Fury Road"un konsept tasarımına katkısıyla da adını duyurmuş bir isim. Yok edilmek istemediği için sahibini öldüren bir robotun yargılanıp imha edilmesiyle filizlenen Makine-insan sürtüşmesi makinelere ve onların sempatizanlarına yönelik şiddet uygulanmasıyla büyüyüp makinelerin haritaya göre Arabistan çöllerinde yer alan bir noktaya sürülüp burada Matrix'teki makine şehrinin atası olan "Zero-One"ı kurmalarıyla sonuçlanıyor. Bu şehrin ekonomik büyümesinin insan şehirlerinin ticaretini baltalaması sonunda çıkan savaşta süratle zafere ilerleyen makinelere karşı son çare olarak gökyüzünü küçük nanomakinelerle kaplamak suretiyle makinelerin enerji kaynaklarını kapatma yoluna giden insanlar savaşın seyrini bir noktada kendilerinden yana çevirmeyi başarıyorlar. Öte yandan insanlar model alınarak şekillendirilmiş öncülerini bu saldırıda kaybeden makineler kendilerini örümcekler ve kafadan bacaklı canlılar baz alınarak yeniden tasarlayıp hem eski sahipleri insanların görüntüsünü almayı reddedip hem de güneş yoksunluğuna kendilerini daha iyi adapte etmenin bir yolunu buluyorlar; insanları enerji kaynağı olarak kullanmak. Kanlı bir sürecin sonunda savaşı kesin bir zaferle kazanmış olsalar da ellerinde harap olmuş bir gezegen kalan makineler yaptıkları deneyler sonucunda insanların zihinlerini sanal bir gerçeklik içinde uyuştururken bedenlerinin güç kaynağı olarak kullanıldığı devasa santraller inşa ediyorlar ve böylelikle ilk Matrix prototipi de ortaya çıkmış oluyor.


Kardeşlerin kaleminden çıkan diğer iki animasyondan birisi olan "Final Flight of The Osiris" bir anime değil düpedüz bir animasyon aslında ama yönetmen Andy Jones "Final Fantasy: Spirits Within"de görev yapmış animatörlerden birisi ve bu dünyaya haliyle çok da uzak sayılmaz. Azgın iki karakterin bir dojo simulasyonunda yaptıkları etkileyici bir egzersiz seansıyla açılan film sentinellerin saldırıyla devam edip makinelerin "Reloaded" ve "Revolutions"da detaylı olarak göreceğimiz Zion'a saldırı hazırlıklarını keşfeden gemi mürettabatının bu bilgiyi diğer gemilere aktarmak için hayatlarını feda etmelerinin hikayesi. 


"Reloaded"la direk bağlantısı olan ve gene kardeşler tarafından yazılmış "Kid's Story" de gene devam filmlerinde karşımıza çıkan bir karakterin nasıl özgürleştirildiğini anlatıyor. Shinichirō Watanabe ("Cowboy Bebop") tarafından yönetilen bu film alışıldık anime tarzının bir hayli uzağında, farklı tarzların denendiği bir yapım ama ne hikayesi de ne görselliği ile çok beğendiğim bir parça değil açıkçası. Gene Watanebe tarafından yönetilmiş ama senaryonun bu sefer kendisine ait olduğu "A Detective Story" retro bir gelecekte Trinity'nin peşine düşen bir detektifin öyküsü adı üstünde. Siyah beyaz hard-boiled estetiğini klasik anime tarzına yakın çizimlerle başarılı bir şekilde birleştiren bu film hikaye olarak çok bir ilginçlik arzetmese de en azından görüntü olarak cezbedici.


Sinema dünyasına "Wicked City", "Ninja Scroll", "Vampire Hunter D:Bloodlust" gibi uçuk kaçık animeler hediye etmiş Yoshiaki Kawajiri'nin yazıp yönettiği "Program" derlemenin içindeki en anime görüntülü bölümlerden birisi ve bir nevi bir sadakat testi niteliği taşıyan bir simülasyonu konu edinen içeriği ile diğer filmlere nispetle bir nebze daha ilginç bir hikayeye sahip. Kawajiri'nin sadece senaryosunu yazıp bir asistanı tarafından yönetilmiş olan "World Record" bir atletin kazanmak üzere olduğu bir yarış esnasında simülasyondan uyanmayı deneyimlemesi gibi ilginç bir çıkış noktasından hareket ediyor ama açıkçası buradaki animasyon stili bana hiç mi hiç hitap etmedi.


Kalan diğer iki bölüm olan "Beyond" ve "Matriculated" açıkçası biraz fazla soyut, bir hikaye anlatmaktan çok "Matrix"le bağlantılı görsel bir deneyim yaratmanın peşindeler daha ziyade. Açıkçası "Matriculated"daki insan çizimleri bana bir hayli itici geldi ama Peter Chung'ın ("Æon Flux") alameti farikalarındanmış görünüşe bakılırsa. Öte yandan robot tasarımları ve robotların hareketleri vs. bir hayli etkileyici. 


Yüzdeye vurulduğunda akılda kalan öykü sayısı düşük olsa da eğer "Matrix" dünyasında devam filmleri yapılacakdıysa bu şekilde yapılmalıydı noktasında önemli bir yapım "Animatrix". "Reloaded"ve "Revolutions"ın göz boyayan ama içi boş bir şekilde ilk filmin mirasına eklemlenmesindense "Matrix" evreninde geçen, orjinal hikayedeki karakterlerin direk bağlantılarının olmadığı bağımsız hikayelerden müteşekkil bir devam filmi sinsilesine imza atılmış olsa serinin kaderi açısından çok daha münasip bir seyir tercih edilebilirmiş.