Pazar, Mart 28, 2021

This Is the End (2013) - Seth Rogen & Evan Goldberg


"This is The End", bir başka dünyanın sonu temalı film olan "The World's End" ile aynı yıl gösterime girmişti. İlk bakışta sinema tarihinin bir başka "Deep Impact vs. Armageddon" ya da "Volcano vs. Dante's Peak" tarzı düellolarından birine daha şahit olacak gibi bir görüntü söz konusuydu ama neyse ki Simon Pegg ve Nick Frost ikilisi "Paul" filminde beraber çalıştıkları Seth Rogen'ı arayıp olası bir çakışmanın önüne geçmişler, hatta orjinal ismi "The End of The World" olan filmin Edgar Wright'ın filmiyle kafa karışıklığı yaratmaması için değiştirilmesine de vesile olmuşlardı. 


Film uzun zamandır görüşme imkanı bulamayan iki eski arkadaş Seth ve Jay'in bir araya gelmesi ile başlıyor.  Seth'in önerisi ile James Franco'nun evinde verdiği bir partiye intikal etme kararı alan ikili aralarında Emma Watson, Jonah Hill, Jason Segel, Kevin Hart ve Michael Cera gibi birbirinden ünlü birçok ismin yer aldığı bir güruhla geceyi geçirirken aniden patlak veren kıyamet ile dünyaları tersine dönüyor. Kaçanın canını kurtardığı, kaçamayanın da zayi olduğu bu ortamda Franco'nun evinde tıkılı kalan Rogen, Baruchel ve Hill'den müteşekkil grup kıyamet durulana kadar burada takılmayı tercih ediyorlar ama olaylar beklendiği gibi gitmiyor tabii.


Filmin en temel esprisi oyuncuların kendilerini canlandırması ve bu ögeyi dibine kadar sömürüyor yaratıcı ekip. Rogen ve Goldberg'in ifadelerine bakılırsa oyuncu kadrosu gerçek hayattaki karşılıklarının deforme edilmiş ya da abartılmış versiyonlarını canlandırmış. Öte yandan Baruchel de bir röportajda filmin yer yer bir terapi hüviyetine de büründüğünü zira birbiriyle yakın arkadaş olan bu ekibin söylemek istedikleri bazı şeyleri filmdeki yansımaları vasıtasıyla dışa döktüklerinden de dem vurmuş. Filmde izlediklerimiz gerçek hayattaki versiyonlarıyla ne derece örütüşüyordur bilemem ama yalaka ve iki yüzlü bir Jonah Hill'in bir iblis tarafından tecavüze uğrayarak içine şeytan kaçmasını ya da evdeki herkese yaramaz hareketleriyle illallah çektirdiği için kovulan Danny McBride'ın bir yamyam çetesinin başına geçmesini izlemenin bu kadar keyifli olacağı aklıma hiç gelmezdi. Yıllar önce "Knocked Up" vesilesiyle bir arada izleyip tanıma imkanı bulduğumuz ve o zamandan bu yana her biri ayrı ayrı başarılı kariyerlere sahip olmuş birbirinden yetenekli bu adamları bu konsept altında etkileşimde görmek son derece eğlenceli. Gerçi ne Craig Robinson'ın ne de James Franco'nun çok büyük hayranı sayılmam ve onların yerine Jason Segel ya da Paul Rudd gibi isimlerin hikayenin merkezinde yer almalarını tercih ederdim ama bunun aşması çok zor olmayan bir kusur olduğu da aşikar. Şahsen Emma Watson da daha fazla ekran süresine sahip olsa hayır demezdim, zira hem güzelliği ile filmi aydınlatıyor hem de komedi mevzusundan hiç de fena değil.


Görüntü yönetmenliğini Brandon Trost'a ("Crank:High Voltage", "Lords of Salem") teslim eden Rogen ve Goldberg ikilisi yapımcılıklarını yaptıkları filmlerle yıllardır aşina oldukları bir türde kamera arkasında da konuya hakim olduklarını gösteriyorlar bu filmle. Her bir işleri aynı kaliteyi taşımayıp aynı zamanda herkese hitap etmese de "This Is The End"in geniş kitlelerce erişilmeye en müsait filmleri olmasının yanı sıra kariyerlerinin de en başarılı işi olduğunu söylemek mümkün. 

Çarşamba, Mart 24, 2021

Rob Zombie - The Lunar Injection Kool Aid Eclipse Conspiracy


Rob Zombie metal dünyasının en bilinen isimlerinden biri değil belki ama en özgünlerinden birisi olduğu su götürmez bir gerçek.  35 yılı aşkın bir müzik yaşantısının yanı sıra son 15 yıl içinde 7 tane çizgi romana ve biri animasyon olmak üzere 10 filmin yönetmenliğine de imza atmış, kelimenin tam anlamıyla çok yönlü bir sanatçı. 70'lerin korku sinemasına olan tutkusunu filmografisine yansıtmasının yanı sıra müziğinin de başat faktörlerinden biri haline getirmeyi başarmış olan Zombie'nin bunda ne derece yetkin bir isim olduğunu görebilmek için "The Sinister Urge" albümünde yer alan ve dinleyicisine çoğu değme korku filminden daha ürkünç bir hisler yaşatmayı başaran "House of 1000 Corpses"i dinlemeniz yeterli. Ne albümleri ne de yaptığı filmler itibariyle ticari anlamda çok başarılı bir isim sayılamasa da kendi hayran kitlesini oluşturmayı başarmış Zombie'nin yedinci stüdyo albümü "The Lunar Injection Kool Aid Eclipse Conspiracy" de klasik Zombie çizgisinin çok dışına taşan bir çalışma olmamış. Gitarda John 5, basta Piggy D ve davullarda Ginger Fish dizilimiyle devam eden Zombie'nin yeni albümünün en akılda kalan parçalarından biri de şimdiye kadar solo olarak 5 entrümental albüme imza atmış olan John 5'in gitarından dinlediğimiz "The Much Talked of Metamorphosis". Klasik Zombie soundunun bir hayli dışında olan bu dinlendirici çalışma albümün geri kalanının yanında biraz garip dursa gene de kulağa ferahlık veren bir parça. Albümün en iyisi kabul edilebilecek "Boom-Boom-Boom" tam olarak Zombie'nin etiketine uygun bir şarkı. "Get Loose" da albümün akılda kalan bir diğer parçası. Bunların dışında albümün geneli dinlenilip unutulan ögelerden ibaret maalesef ama gene de önceki albümü "The Electric Warlock Acid Witch Satanic Orgy Celebration Dispenser"dan daha yetkin bir iş olduğu söylenebilir.

Pazartesi, Mart 22, 2021

Liar Liar (1997) - Tom Shadyac


1994 yılında 1 değil 2 değil tam 3 ayrı filmiyle ("The Mask", "Dumb and Dumber" ve "Ace Ventura") gişelerde devleşmesinden sonra 90'ların en büyük yıldızlarından biri haline gelen Jim Carrey ertesi yıllarda Ace Ventura'nın devam filmi ve "Batman Forever" ile birlikte bu çizgisini sürdürmüş, sadece kendisinden beklenenin biraz dışına çıkmaya cüret ettiği Ben Stiller filmi "The Cable Guy" ile bir nebze tökezlemişti. Belki de bu yüzden kendini tekrar "Ace Ventura"da beraber çalıştığı Tom Shadyac'in kollarına bırakma ihtiyacı hisseden Carrey "Liar Liar" ile birlikte kariyerinin bence en başarılı komedisine imza atmıştı. Belki kendisi de bu zirve duygusunu tatmış olacak ki sonraki iki filmi drama ağırlık verip ödüllerini fazla fazla topladığı "The Truman Show" ve "Man On The Moon" oldu.


"Liar Liar" mesleki hırslarından ötürü ailesini ihmal etmiş düzenbaz avukat Fletcher Reede'in öyküsünü anlatır. Babasının kendisine verdiği sözleri tutmamamasından bunalan oğlu Max, doğum gününde babasının bir günlüğüne de olsa yalan söylemeyi bırakması dileğinde bulunur mumlarını üflerken...ve dileği gerçekleşir. Ertesi gün Fletcher'ın ağzından sadece doğru sözler çıkmaktadır, hem de kariyerini ilerletecek çok karlı bir davaya girmesi gereken ve kazanmak için yalan söylemeye muhtaç olduğu bir günde.


Son derece basit ama bir o kadar muazzam bir çıkış noktasından hareket eden "Liar Liar" Fletcher yalan söyleyememeye başladığı andan itibaren sazı Jim Carrey'nin eline veriyor ve aktör kelimenin tam anlamıyla döktürüyor. Overacting nedi, neye benzer en bariz örneklerinden birini sergileyen Carrey belki de birçoklarınca abartının sınırlarına varan bir performans sergilemiş olsa da bir iki ufak sahne hariç filmi komple sırtlayan, tüm zamanların en başarılı komedi performanslarından birine imza atıyor, izlerken gülmekten çenenizi ağrıtacak bir oyunculuk bu. Carrey'nin önceki filmlerinde yoğunlukla yer alan bel altı mizahının bu filmde oranının sıfıra yakın olması ve ebeveyn-çocuk ilişkisi gibi sıcak bir hikayeye sahip olması da hem Carrey'nin performansının göz yormadan turnayı gözünden vurabilmesinde hem de filmin kalıcılığının artmasında önemli bir faktör. Filmin sonunda en az film kadar eğlenceli olan kamera arkası görüntülerden de anlaşılacağı üzere her bir sahne için birçok farklı yorum getirebilen aktörün performanslarının içinden en vurucu olanları seçip filmini anlamlı bir haline getirebilmiş yönetmen Shadyac'in hakkını da teslim etmeden geçmemek lazım. 


Üzerinden 24 yıl geçtikten sonra izlendiğinde hala aynı güçte komik olmayı başarabilmesinin yanı sıra artık çok geride kalmış bir zaman diliminden bir hatıra olması itibariyle insanı güldürürken buruk bir tat da bırakabilen bir yapım "Liar Liar". Çünkü ne biz o zamanki insanlarız, o dönemki saflığımız, masumiyetimiz ve umut doluluğumuzdan eser yok ne de filmin yapıldığı Amerika aynı ülke. Elbette her dönem kendi sorunlarıyla doluydu ve bugünden romantik bir gözle geçmişe dönmek çok da gerçekçi değil ama dışarıdaki durum ne kadar kötü gözükürse gözüksün filmlerinde cynicallıklan uzak pozitif bir dünya yaratmayı başarıyordu Hollywood, o yıllarda dünyanın zirvesinde yalnız olmanın verdiği bir özgüvenle belki de. Artık o devre çok geride kaldı ama neyse ki "Liar Liar" gibi filmler yaşamaya devam ediyor ve bunaldığımız anlarda elimizden tutup bizi eğlenceli ve dertlerimiz unutturacak bir yolculuğa çıkarmayı başarıyorlar.

Perşembe, Mart 18, 2021

The Edge of Seventeen (2016) - Kelly Fremon Craig


Özellikle 80'ler ve 90'lar Amerikan sinemasının popüler janrlarından olup akabinde tümüyle kaybolup gitmiş olmasa da eski popülerliğinden bir hayli uzakta olan "Coming of age" ya da "teen" filmlerinin son yıllarda ses getiren örneklerinden biri "The Edge of Seventeen". Yönetmen Kelly Fremon-Craig Hollywood'da yazar olarak tutunmaya çalışarak geçen bir 10 senenin ardından yazdığı bu senaryoyu idolü James L.Brooks'un yapım şirketine göndermiş ve Brooks'un senaryoyu beğenip destek çıkmasıyla filmin prodüksiyonuna başlanmış.

 
Hailee Steinfeld tarafından canlandırılan Nadine karakter tibariyle çocukluğundan beri herkesle çok uyum sağlayamayan, babasının bir kaç yıl önce ani vefatının da bu durumu hiç kolaylaştırmadığı bir karakter. Yegane ebeveyn pozisyonunu dolduracak potansiyele hiç sahip olamamış annesi (Kyra Sedgwick) devamlı bir nevroz halinde ve ergen çocuklarının zırıltılarına hiç yeri yok. Hal böyleyken kendisini daha az üzen ve daha sorumluluk sahibi olan oğlu Darian'ı (Blake Jenner) Nadine'e bariz bir şekilde tercih ediyor. Darian'ın çocukluğundan beri kolay uyum sağlayan öz güvenli bir karakter olması ve sadece evde değil Nadine'in bir hayli zorlandığı lise ortamında da herkesin favorisi olması iki kardeş arasındaki ilişkiyi bir hayli limoni hale getirmiş. Nadine'in tüm bu süreç içerisindeki yegane dayanağı, çocukluktan beri en yakın ve hatta yegane arkadaşı olan Krista'nın abisi ile flört etmeye başlaması Nadine'in hayatını alt üst etmeye yetiyor. Herşeyi yolunda gittiği gibi en yakın arkadaşını da kapan abisine duyduğu gücenme, Krista'nın "erkek arkadaş buldum" havalarına çok hızlı bir şekilde kapılıp Nadine'i kolay satması ile birleşince arkadaşsız ergen hayatının ne kadar ıssız bir çöl olabileceğini hızlı bir şekilde kavrıyor Nadine. Annesinin duygusal olarak çevrim dışı olması sebebiyle kendisine yol gösterecek bir yetişkin figürü olarak ikide bir tarih hocası Max'i (Woody Harrelson) darlayan Nadine, Max'in döverek sevme metoduyla biraz biraz rahatlıyor olsa da içine düştüğü yalnızlık hissinin içinde ardı ardına bazı hatalar yapmaktan kendini de alamıyor.


Nadine kendi dertlerinde boğulurken etrafındakilerin duygu ve düşüncelerini çok da umursamayabilen bencil bir karakter aslında. Sınıf arkadaşı Irwin açıkça Nadine'den hoşlanıp ilgisine mazhar olmaya çalışıyor ama Nadine her yalnız hissettiğinde soluğu Irwin'in yanında alıyor olmasına rağmen ikide bir oğlanı itin makatına soktuğu yetmiyormuş gibi kendisine en ufak ilgi göstermeyen okulun yakışıklılarından birinin peşinde gezmekten de geri durmuyor. Kyra Sedgwick'in personası sağolsun anne karakterine herhangi bir sempati beslemek mümkün olmasa da Nadine'in kardeşine de haksız yere öfke beslediğini hikaye ilerledikçe görebiliyoruz zaten. Öte yandan Nadine'in hissettiği kafa karışıklığını ve terkedilmişlik hissini de hain arkadaşı Krista ve çapsız annesi ile olan ilişkisi üzerinden seyirciye geçirmeyi başarıyor film. 
 


Bu noktada bir parantez açıp Hailee Steinfeld'e değinmeden geçmemek lazım çünkü başka bir aktrisin elinde gayet itici olabilecek bir karakteri çok sempatik bir şekilde hayata geçirmeyi başarmış genç oyuncu. Normalde lise filmlerinde çoğunlukla 20'li yaşların ortasında oyuncular kullanmak adetken film çekildiğinde daha 19 yasinda olan Steinfeld'in lise çağlarından çok uzaklaşmamış olması karakterini hayata geçirirken ne kadar etkili olmuştur bilemiyorum ama manik depresif ergen tiplemesine yeni bir boyut katmış kendisi. "True Grit" sonrası kariyerini çoğu vasat filmlerde Mark Ruffalo, Guy Pearce, Kevin Costner ya da Vince Vaughn artık kim denk gelirse, ana karakterin kızını  oynayarak geçiren Hailee Steinfeld müzik olaylarına da girince bu aktörlük işlerini çok da kıvıramayacakmış gibi bir intiba uyandırmıştı bir dönem herkeste ama bu filmle birlikte sahalara şık bir geri dönüş yaptığı söylenebilir. Altın Kürede aday gösterildiği bu filmin akabinde yaptığı işlerin hepsi de iyi kötü ses getiren yapımlar oldu zaten.


Artık "me too" öncesi çekilmiş olmasından ileri gelen bir durum mu emin olmamakla birlikte filme dair en hoşuma giden hususlardan biri erkek karakterlerin ya pislik ya da düşüncesiz gerizekalı oldukları "erkeklerin canı cehenneme,yaşasın kizkardeslik" temalı modern feminist filmlerden biri olmaması. O kadar ki anne ve arkadaş karakterleri -biraz da kastingden kaynaklanan bir durum olarak- erkek karakterlere kıyasla çok daha itici. Nadine'in favori öğretmeni rolünde Harrelson zaten filmin gizli yıldızı, ikilinin beraber olduğu her noktada film bir tık daha keyifli hale geliyor. Umuyorum ilerde bir başka komediye daha bir araya gelirler. Blake Jenner da göründüğünden daha derin olan iyi yazılmış ağabey karakterinde gayet basarili. Nadine'e yanık Irwin'i canlandıran Hayden Szeto film çekilirken 30 yaşındaymış ve izlerken bebek yüzü sağolsun bu adam liseli olamaz demiyorsunuz ama daha genç başka bir aktörü hiç mi yoktu diye düşünmemek de elde değil. Babayı canlandıran oyuncu da hakeza çok yaşlı , Nadine'in dedesi gibi duruyor.


Açıkçası ilk izlediğim vakit fragmanının bende uyandırdığı beklentiyi karşılamadığını düşündüğüm overrrated bir yapım olarak aklımda kalmış "The Edge of Seventeen" ama ikinci izleyişimde aradan geçen zamanın kendisine iyi davrandığı, oyuncu kadrosunun üst düzey performansları sayesinde başından sonuna kadar keyifle izlenebilen, iyi yazılmış ve kifayetli bir şekilde çekilmiş bir filmle karşılaştığımı söyleyebilirim. Akabinde pek bir şey yapmamış Fremon'ın sıradaki işini merakla bekliyoruz.