Cuma, Nisan 30, 2021

Mortal Kombat Legends: Scorpion's Revenge (2020) - Ethan Spaulding



Warner Bros. "Mortal Kombat" fikri mülkünü 2009'da devraldığından üzerine proje geliştirmeye çalıştığı biliniyordu ama bunların meyve vermesi bir 10 yılı buldu. Yeni "Mortal Kombat" filminin hazırlıkları devam ederken seyirci için bir nevi ısınma olması amacıyla oyunun yaratıcısı Ed Boon'un danışmanlık yaptığı bir de animasyon yapmaya karar vermiş ve geçtiğimiz yıl içinde "Mortal Kombat Legends: Scorpion's Revenge" ismiyle  piyasaya sürmüştü stüdyo. Warner Bros Animation özellikle DC karakterleri üzerine yaptığı direk video piyasasına sürülen filmlerde bir hayli uzmanlaştı, belli bir hayran kitlesi de var. Sadece DC değil, "Tom&Jerry", "Looney Tunes", "Scooby Doo" serisinden birçok filme de imza atan stüdyonun yapımları büyük çaplı animasyonların görsel kalitesinden bilinçli şekilde uzak duran, eskilerin elle çizim estetiğini kullanan, bütçelerinin düşüklüğü ve gişe kaygısından uzak olmalarının verdiği rahatlıkla daha cesur öyküler anlatabilen filmler oluyorlar genellikle. "Scorpion's Revenge" de bu avantajdan sonuna kadar faydalanan, daha ilk karesinden itibaren oyunun ruhuna sadık bir şekilde bir hayli vahşi bir film. Hanzo Satashi isimli bir klan lideri ile ailesinin Sub-Zero ve ahfadınca katledilmesiyle açılan film, Hanzo'nun gözünü netherrealm'de açması ile devam ediyor. İntikam ateşiyle yanıp tutuşan Hanzo kendisine işkence eden iblislerin elinden kurtulması sonrasında yolunun kesiştiği Quan Chi'nin netherrealm adına Mortal Kombat'te yarışırsa Sub-Zero'dan intikamını alabileceği yönündeki teklifini kabul edince Scorpion da doğmuş oluyor. Bundan sonrası 1995 yapımı filme benzer bir şekilde Liu Kang, Johnny Cage ve Sonya Blade'in yolunun turnuvaya bir şekilde düşmesi ile devam eden film tüm bu karakterlerin bir araya gelip Shang Tsung ve Quan Chi ikilisi ile kanlı bir hesaplaşmaya girmesi ile son buluyor. Güney Koreli stüdyo Mir'in animasyonunu, DCAU'nun kaliteli örneklerinden olan "Assault on Arkham"dan hatırlanabilecek Ethan Spaulding'in yönetmenliğini üstlendiği "Scorpion's Revenge" karakterizasyonlara ve seslendirmelere biraz daha özen gösterilseymiş daha iyi olurmuş denebilecek kalitede ama gene de oyunun hayranları için göz atmadan geçilmemesi gereken bir seyirlik. 
 

Perşembe, Nisan 29, 2021

Mortal Kombat (1995) - Paul W. S. Anderson


Bu hafta izleyici karşısına çıkan yeni "Mortal Kombat" bir nebzeye kadar merakla beklediğim filmlerden biriydi. Fakat izlediğim yarım saat itibariyle gördüğüm yaptığı bazı iyi kasting tercihlerini (Tadanobu Asano, Hiroyuki Sanada, Joe Taslim) kötü olanlarıyla harcayan (Jessica McNamee, Lewis Tan, Chin Han), yönetmenlik tercihleri itibariyle pek yaratıcılık ibaresi göstermeyen ve döcüş sahneleri bir hayli kötü kurgulanmış bir film. Hal böyle olunca filmi bitirmeye harcayacağım vakti 1995 tarihli orjinale ayırmak çok daha makul bir tercih gibi göründü.


"Mortal Kombat"in gösterime girdiği 1995 yılında oyunlardan uyarlanan filmler denildiğinde akla gelen 3 örnek vardı; "Super Mario Bros", "Double Dragon" ve "Street Fighter". Bunlardan ilk ikisi gişe felaketi kabul edilmelerinin yanı sıra eleştirel anlamda da kimseye yaranamamış, sonuncusu ise iyi hasılat yapmasına rağmen oyunun hayranına da oyundan haberi olmayana da kendini beğendiremeyen bir film olmuştu. Dolayısıyla "Mortal Kombat"a dair de herhangi bir olumlu beklentiden söz etmek mümkün değildi. Yönetmen Paul Anderson o zaman filmografisinde tek bir film olan (Jude Law'un başrolde yer aldığı ilk film olma özelliği taşıyan "Shopping") bir isimdi ama oyunun büyük hayranlarındandı ve bu özelliği yönetmenliği kapmasında en büyük faktör olmuştu.


Oyuna aşina olanlar bilir, "Mortal Kombat" Outworld ismindeki başka bir evrenle ile dünya arasında her nesilde bir gerçekleştirilen bir dövüş turnuvasını konu eder. 10 turnuvayı kazanan diğerini ele geçirme hakkına sahip olacaktır ve Outworld halihazırda üstüste 9 kez kazanmış durumdadır. Dünyayı temsil eden ve başını Liu Kang (Robin Shou), Johnny Cage (Linden Ashby) ve Sonya Blade'in (Bridgette Wilson) çektiği dövüşçü tayfasının bir nevi koçluğunu yıldırım tanrısı Rayden (Christopher Lambert) üstlenirken onun karşısında Shang Tsung (Cary-Hiroyuki Tagawa) yer alır.


Dövüş filmlerinde sıklıkça kullanılan turnuva formatına doğaüstü elementler ekleyerek hem özgün bir yaklaşım getiren hem de ait olduğu janra saygı duruşunda bulunan "Mortal Kombat" yönetmen Anderson'ın materyale olan doğru yaklaşımı sayesinde prodüksiyon kalitesiyle oyunun dünyasını özenle perdeye aktarırken bunu kendini çok da ciddiye almaksızın yapmayı başarabilen bir yapım. Tasarlanan setler ve genel sanat yönetimi aradan geçen bunca seneye rağmen filmin görsel olarak çok da eskime hissi vermeden izlenmesini sağlıyor. Öte yandan hem oyuncuların sempatik performanları hem de filmin geneline hakim müstehzi ve rahat ton da filmin izlenebilirliğini arttırıyor. Dövüş sahneleri Robin Shou'nun sorumlu olduğu koreografileri itibariyle insanın ağzını ayıracak bir etkileyiciği sahip olmasalar da dönemine göre iyi kabul edilebilecek yeterin üzerinde kotarılmış sahneler. Shou Liu Kang'i hayata geçirmekte de gayet başarılı, kariyerinin bu filmden sonra çok da bir yere gitmediğini düşününce üzücü bunu gözlemlemek. Aynı şeyi Linden Ashby için de geçerli. Shou gibi dövüş altyapısı olmadığı halde çekimler süresince kendini eğiten ve bir çok sahneyi dublörsüz canlandıran Ashby hem karizmatik hem komik olmayı becerebilen, tam anlamıyla yıldız tozuna sahip bir isimmiş aslında. Kastın içinde iyi kötü yıldız denebilcek yegane isim olan Christopher Lambert de bu filmden sonra birçok sinemaseverin gönlünde Rayden olarak yer etmeyi başardı ama iz bırakma konusunda Cary Hiroyuki Tagawa'nın eline su dökebilen olmadı. Rolünü o derece iyi kotardı ki Tagawa iki yıl önce çıkan "Mortal Kombat" Shang Tsung'u tekrar canlandırması istendi. Bridgette Wilson kadronun içinde gerek duruşu gerekse dövüş sahnelerinin görece başarısızlığı ile inandırıclığı en düşük isimdi, zaten filmin finalinde de 90'lara yaraşır biçimde kurtarılmayı bekleyen prenses moduna indirgendi karakteri ama göz alıcı güzelliğiyle bu kusurun üstünü kapamakla kalmadı bir nesili de kendine hayran bıraktı.


"Mortal Kombat" ilk oyunundan beri ultra vahşi olmasıyla bilinen bir oyun ki o zamandan günümüze bu durum iyice katlandı. Hal böyle olunca PG13 bir "Mortal Kombat" filmi izlemek bazılarına garip gelebilir ama benim gibi materyalle tanışıklığı bu filmle başlamış birçokları için bu durum çok sorun teşkil etmedi tabii. Goro karakteri itibariyle fiziksel kukla kullanımının en son uygulandığı filmlerden biri olma özelliği de taşıyan "Mortal Kombat" bu yaratığın olduğu sahnelerin halan çok sırıtmıyor olması itibariyle bu kaybolup giden zanaatin ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha göstermesi cihetiyle de önemli. Gerçi prodüksiyon hikayelerine bakılırsa çekmesi izlemesi kadar keyifli değilmiş, dolayısıyla insanların kendini bu kadar yormaktansa CGI'a sırtını dayamaları biraz makul karşılanabilir. Reptile gibi tümüyle bilgisayar efektlerinin kullanıldığı bölümler de var filmde gerçi ve bunların ilkelliği ister istemez göze batıyor. Filme dair eskimeyen şeylerden biri ise elektronik ve endüstriyel rock'ın ağır bastığı soundtrack. George S.Clinton'ın film için yaptığı besteleri de gayet iyi ama Stabbing Westward, Orbital, Fear Factory gibi bir çok ismin yer aldığı şarkı koleksiyonu filmi akıllara kazıyan ögelerden birisi. Özellikle Lords of Acid elemanlarının kurduğu The Immortals imzalı "Techno Syndrome"u filmin girişinde dinleyip gaza gelmeyen kimse var mıdır bilmiyorum. Zaten neredeyse filmden daha fazla ünlü olmayı başardı bu parça.


Bazı yönleri itibariyle ister istemez yaşını gösterse de geneli itibariyle gayet zarafetle yaşlanmayı başarmış ve bu sebeple birçok sinemaseverin gözünde hatırı sayılır bir konuma oturmayı başarmış bir film "Mortal Kombat". 

Pazartesi, Nisan 26, 2021

The Falcon and the Winter Soldier


"Avengers:Endgame" muhtemelen geride bıraktığımız 10 yılın en büyük sinema olayıydı. Hele üstünden bir pandemi falan da geçtikten sonra geriye dönüp bakıldığında her şeyiyle bir dönemin sonuna işaret ettiği bile söylenebilir. O zamanlar bunu idrak edememiş olsak da sonunu gördümüz şeylerden biri de muhtemelen Marvel'in zirveye doğru yolculuğu idi muhtemelen zira ortaya koydukları dizilere bakılırsa "Endgame"den sonrası yokuş aşağı olacak.


Kolaylık olsun diye "FATWS" olarak hitap edebileceğimiz dizi, çizgi romanlarda da sık sık bir takım olarak karşımıza çıkan Sam Wilson ile Bucky Barnes'ın "Endgame" sonrası yolculuklarına odaklanıyor doğal olarak. Biz Steve Rogers'tan kalkanı devralan Sam'in yeni Captain America olarak göreve devam etmesini beklerken kimi çekincelerinden ötürü bunu reddettiğini görüyoruz ve bunların ne olduğunu hikaye ilerledikçe öğrenme şansımız oluyor. ABD hükümeti de madem sen istemiyosun biz de isteyen birini buluruz deyip John Walker (Wyatt Russell) isminde bir askere kalkanı teslim etmekte bir sakınca görmüyor. Sam bu duruma bozuluyor elbette ama ondan daha fazla uyuz olan birisi varsa o da Bucky ve o da haklı olarak çemkiriyor tabii Sam'e, bir kalkana sahip çıkamadın diyerekten. Bucky'nin kendi derdi başından aşkın halbuki, geçmiş günahları ile hesaplaşma çabaları pek de iyi gitmiyor


Hayat üzerlerine başka gaileler attığı için bu konu üzerinde çok duramıyorlar tabii. Thanos'un marifetiyle 5 yıl boyunca evrenden silinen insan oğullarının geri dönüşü dünya çapında bir emlak ve istihdam sıkıntısı yaratmış anlaşılan, onların yokluğunda keyfi yerinde olanlar geri dönüşle birlikte yerlerinden edilip göçmen konumuna düşmüşler. Kali ismindeki tıfıl bir kızın lideri olduğu, kendilerini Flag Smashers diye adlandırmayı münasip görmüş bir grup da buna karşı mücadele vermenin en iyi yolunun birkaç süper asker serumuna erişip kendilerini yenilmez yaparak ortalığı terörize etmekten geçtiğine kanaat getirmişler. Yani galiba, tam olarak neyi başarmaya çalıştıklarını anlamak pek mümkün olmuyor dizi boyunca. Zaten karşılarında çok geçmeden Sam, Bucky ve kalkanı hakettiğini ele güne kanıtlama aşkıyla yanıp tutuşan yeni Kaptan Amerika üçlüsünü buluyorlar. Bu Flag tayfası ergenler tarafından ikide bir tokatlanmak Walker'daki bu eziklik hissiyatının pekişmesine vesile oluyor tabii. Bu süper asker serumu da ne menem bir şeyse içen sadece fiziksel olarak çok güçlenmiş olmakla kalmıyor, hepsi kara kuşak MMA şampiyonuna dönüşüyor mübarek, bu işin yıllarca eğitimini almış adamları kolayca alaşağı edebiliyorlar.

(Spoiler!!!)

Böyle ayrı kanallardan akıp giden dramalar yaratmanın derdinde dizi ama çoğunun altını doldurmaktan aciz. Bu flag smashers mevzusu çıkış noktası itibariyle ilginç olsa da işlenişi itibariyle derinlikten uzak ve feci şekilde kastingden kaybediyor. Zaten iyi tasarlanamamış olmaktan muzdarip Karli'yi oynasın diye buldukları kızıl kıvırcık kız çocuğunu görünce ne karakteri ne de karakter üzerinden anlatılmak istenenleri kaale almak tümden zorlaşıyor. Kötü adamınız ve davası ne kadar iyiyse filminiz-diziniz de o kadar iyi, bunu her zaman belirtiyoruz. Bu minvalde derinliği olmayan bir karakteri yetersiz bir oyuncuya teslim etmek iyice ölüm fermanı oluyor dizi için. Bu durum MCU'nun en başarılı kötü adamlarından olan Zemo'nun (Daniel Brühl) devreye girdiği bölümlerde özellikle  hissediliyor, Zemo'lu bölümlerde dizi sınıf atlarken piyasadan çekildiğinde yokluğunu hissettiriyor. ABD'de iyice zıvanadan çıkan woke kültürünün başımıza sardığı bir bela bu da; bacak kadar bir kızın izbandut gibi adamları tefe koyduğunu izlememizi istedikleri yetmiyormuş gibi herşeyiyle itici olan bu karakterle özdeşleşmemiz bekleniyor. Dizinin sonunda Rabbine kavuşmasını dramatik bir hadise gibi karşılamamız isteniyor bizden halbuki hepimizin aklındaki yegane düşünce "biri şunu öldürsün" oluyor.

Politik doğruculuk rüzgarının efil efil estiği hikayelerden biri de Sam'inki. Malum geçen yıl George Floyd hadisesi ile birlikte tekrar çirkin yüzünü göstermişti ırkçılık hadisesi. O yüzden bu yıl izleyici karşısına çıkan yapımlarda siyahilerin kimlik politikalarına ilişkin hikayeler rastlıyoruz sık sık. Bir yere kadar makul karşılanabilir bir şey bu ama şimdiye kadar filmlerde bu mevzularda hiç sıkıntı yaşar bir hali varmış gibi görünmemiş Sam'i sırf bu yüzden kalkanı sahiplenmekten imtina ediyor şekilde tasvir etmek bir hayli zorlama duruyor burada. Hele finalde karakterin ağzından dinlediğimiz uzun bir vaaz kısmı var ki iyice kulak tırmalıyor. Zaten çizgi romandaki tasarıma sadık kalacaz diye üzerine saçma sapan bir kıyafet giydirmişler, bir de o kılıkla millete akıl dağıtması evlete şenlik bir görüntü oluşturuyor.


Dizinin Zemo dışında işlevsel yegane ögesi Bucky ve oyunculuğı ile Sebastian Stan. Aktörün böyle cepheden bakınca ben ne arıyorum burda havası veren bir oyunculuğu var ama beklenmedik yerlerde ufak bir iki nüansla performansını etkileyici hale getirmeyi başarıyor ki takdir etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bucky'nin geçmişinin kefaretini ödemeye çalışması üzerinden ilerleyen hikayesi de takibi ve özdeşleşmesi kolay bir hikaye, keşke Falcon'dan bağımsız sadece bu karaktere odaklanan bir dizi yapılsaymış diye düşünüyorsunuz.


"WandaVision"in ardından "FATWS"ı da izledikten sonra bende oluşan ilk hissiyat Netflix'in Marvel dizilerini ne kadar özlediğim oldu, özellikle son 10 yılın en başarılı işlerinden biri olan "Daredevil"ı. Marvel şayet bu işi kıvırmak istiyorsa en azından Netflix'in neleri doğru yaptığına baksa iyi olacak kendi selametleri için. Herşeyden önce bu dizileri haftalık çıkarma stratejisi ideal değil. Zaten bölüm sayıları az, tek seferde sunulup tüketilse daha yazım kısmındaki açıkları bir nebze kapatarak bütünleşik bir hikaye hissi uyandırmaları mümkün. Dizilerin patronluk koltuğuna da daha kalibre isimlerin oturtulması lazım, daha önce "Empire" isimli dizinin yazar kadrosunda yer almak dışında kaydadeğer bir başarısı olmayan Malcolm Spellman ile falan yürümüyor bu işler. Aynı şeyi yönetmen seçimleri için söylemek mümkün. Zaten filmlerin ölçeğinden sonra prodüksiyon kalitesindeki düşüş çok göze batıyor, pandemi koşullarının da bunda payı var tabii. Netflix dizileri MCU'ya atıfta bulunmakla yetinip kendi dünyalarını yaratmak için bir hayli çaba sarfediyorlardı, dolayısıyla filmlerden bağımsız olarak da bu dizilerden keyif almak mümkündü. Disney+ dizilerinin buna karşılık yaptığı sırtını fazlaca MCU'ya yaslıyor.


Açıkcası gerek "WandaVision" gerekse de "FATWS"in yarattığı hayal kırıklığının ardından sıradaki yapım "Loki"ye dair beklentilerim bir hayli düşmüş durumda, animasyon dizisi "What If" belki bir ihtimal.

Pazartesi, Nisan 05, 2021

Max Hastings - All Hell Let Loose


Max Hastings bizim topraklarda çok bilinen bir isim değil, belki de bu yüzden hiçbir eseri Türkçe'ye kazandırılmamış bugüne kadar. Halbuki 2011'de piyasaya çıkan "All Hell Let Loose: The World at War 1939-1945" 2.Dünya Savaşı üzerine yazılmış belki de en yetkin eserlerden birisi. Nazilerin 1939'da Polonya'yı işgal etmesiyle açılan kitap 6 yıl süren savaşın birçok cephesini ve taraflarını 746 sayfaya sığdırarak anlatmayı başarıyor. Hastings'in kitaplarını okuma şansına erişmiş bir çok insanın ortak görüşü yazarın tüm hadiseleri olabildiğince tarafsız bir gözle aktarmayı becerebilmesi ve bu tarz eserlerde sıkça rastlanması olası olan ABD ya da İngiliz yanlılığının yanına yaklaşmaması olmuş ki ben de bu yargıya yüzde yüz katılıyorum. İnsanlık tarihinin en ilginç ve en ibretlik periyodlarından biri olan bu dönemi yazarın kaleminden takip ederken aynı anda dehşete düşmek, umutsuzluğa sürüklenmek ve ya umutla dolmak mümkün oluyor fakat kitap sona erdiğinde her halükarda insanlığın bir daha böyle bir şeyle yüzleşmemesi gerektiği sonucuna vararak bitiriyorsunuz. Kronolojik olarak "AHLL"dan önce yazılmış olsalar da bu kitabın akabinde okunmasının yararlı olduğunu düşündüğüm ve öyle de yaptığım "Nemesis" ve "Armageddon" savaşın sırasıyla Japonya ve Avrupa kıtası ayağına odaklanan, Hastings'in "AHLL"de fırça darbeleriyle değinmek durumunda kaldığı hadiselerin derinliklerine inme imkanı bulduğu, aynı ölçüde vurucu ve iz bırakan iki kitap. Japonların karakteristik ve kültürel ayrıksılıklarının savaşlarına da yansıyan boyutunu etraflıca gösteren Nemesis özellikle mutlaka okunması gereken bir eser. İlk cümlede de belirttiğim üzere Hastings'in eserlerinin benim gördüğüm bir Türkçe çevirisi yapılmış değil henüz ama umuyorum ileride gayretli bir yayınevi bu yükü üzerine alma cesaretini gösterir ve yerli okur da bu bilgi kaynağından faydalanma imkanı bulur.

Every Breath You Take


Çıkış noktası 2012'lere dayanan bir film. O vakitler Rob Reiner'ın yönetmesi, başrollerde de Harrison Ford ve Zac Efron'ın yer alması planlanıyormuş. Sonrasında uzunca bir süre kimse dönüp ilgilenmediği proje 2 yıl önce çekim aşamasına geçiverdi birden;  Casey Affleck, Sam Claflin ve Michelle Monaghan ana kaarkterleri canlandıracağı filmin yönetmenliğini Christine Jeffs ("Sylvia","Sunshine Cleaning") üstlenecekti. Çok geçmeden Jeffs'in de yerini bir iki sene önce Margot Robbie ile Simon Pegg'in yer aldığı "Terminal" isimli bir filme imza atmış olan Vince Vaughn'a bıraktığı duyuruldu ve çekimlere başlandı. Filmi izledikten sonra insan çok daha iyi senaryolar kendine finansman bulamazken bu projede ne görülmüş ve aradan bunca zaman geçtikten sonra bu kadar ısrar edilmiş merak etmekten kendini alamıyor.


Oğlunu bir trafik kazasında kaybetmiş olmanın acısını hala atlatamamış bir psikiyatrın (Casey Affleck) hastalarından birisinin (Emily Lind) intiharıyla hayatının daha gerilimli hale gelmesinin hikayesi bu. Gerilimin sebebi de ölen kızın kardeşi olduğunu söyleyen adamın (Sam Claflin) psikiyatrın karısına (Michelle Monaghan) ve kızına (India Eisley) musallat olması. Çatırdayan aile dinamiklerinin dışardan gelen harici saiklerle dağılmaya başlaması insana ister istemez "Teorama" ya da "Visitor Q" gibi sıradışı örnekleri hatırlatıyor ama bu filmin o taraklarda bir bezi yok. 

Çıkış noktası itibariyle 90'lardan fırlayıp gelmiş bir gerilim intibası uyandırsa da çok geçmeden içeriğinin alelade bir televizyon filminden ileri gidemediğini aşikar ediyor film. Çekildiği mekanın doğal güzelliklerini başarıyla yansıtan görüntü çalışması bu durumu bir nebze perdelemeyi başarıyor. Hepsi iyi kötü bilinen isimlerden kurulu oyuncu kadrosu da filmi bir tık yukarı çekiyorlar ama gerek Affleck gerekse de Monaghan'ın filmi gelir amaçlı yaptıkları performanslarından anlaşılıyor. Özellikle Affleck neredeyse bütün filmi uyurgezer modda geçiriyor desek yeri. Bir tek Claflin ikinci sınıf film demeyip elinden geleni ardına koymamış ama o da tabii bir yere kadar. Germeden sıkan bir gerilim filmi.
 

Perşembe, Nisan 01, 2021

Godzilla vs. Kong


Marvel herkese nasıl yapılacağını gösterdikten sonra diğer tüm stüdyoların da derdine düştükleri şeylerden biri oldu film evrenleri yaratmak. Herkes elinin altındaki fikri mülkleri karıştırdı, hangilerinden film üstüne film yapabilirim diye düşünmeye başladı. Universal'ın "The Mummy" ile yeltenip yere çakıldığı "Karanlık Evren"i bunun en bilinen örneklerinden. Warner Bros da DC filmleriyle benzeri bir işe girişip davul olduysa da "King Kong"u da işin içine katarak oluşturduğu "Canavar Evreni" ile belli ölçüde bir başarı yakalamışa benziyor, en azından finansal olarak. Filmlerin kalitesi ölçüsünde bakıldığında durum biraz farklı tabii.

Bu karakterlerden bir evren oluşturma lafları Kong'un haklarını elinde tutan Legendary Pictures'ın yeni film "Skull Island"ı 2015'te Universal'den WB'ye taşımasıyla başlamıştı, akabinde de hemen duyurusu yapıldı zaten. 1962 yılında yapılmış bir başka "King Kong vs Godzilla" daha var ama o film Japon işi ve bu yeni filmle isim benzerliği dışında bir bağı yok. Daha önce Peter Jackson'ın "King Kong"u için düşünülen devam filminin potansiyel yönetmenlerinden biri olarak adı geçmiş Adam Wingard projenin dümenini eline alınca senaryo için de TV dizilerinde yapılana benzer şekilde başını Terry Rossio nun çekyiği ve aralarında J.Michael Straczynski'nin de bulunduğu bir yazar odası oluşturulmuş ilginç bir şekilde. Nesi ilginç birazdan eğileceğiz.


Ne gişe ne de eleştirel anlamda çok başarı sağlayamamış bir film olarak hafızalara kazınan "Godzilla: King of Monsters"ın 5 yıl sonrasında geçiyor film. En son 70'lerde gördüğümüz Kong "Truman Show" misali büyük bir kubbenin içine kurulmuş bir kafatası adası simülasyonunun içinde yaşamını devam ettiriyor. Onu kim ne ara oraya getirmiş, kendi habitatında kendi halinde yaşayan hayvanı o ortama hapsetmenin mantığı nedir öğrenme fırsatımız olmuyor. Öğrendiğimiz şey Rebecca Hall'un canlandırdığı bir bilimcinin işitme ve konuşma özürlü üvey kızıyla gayet sıcak bir ilişkilerinin olduğu. Neticede King Kong bu, sarışın bir güzele aşkından zamanında gökdelenlere tırmanmış bir arkadaş, illa bir insanla temas halinde gösterilmezse olmaz. Akabinde Godzilla'yı bir şehre saldırırken görüyoruz, hangisi olduğunu hatırlayamadım şu an, Hong Kong'tu galiba. Bu saldırıyı bazıları Godzilla'nın insanlık için tehdit olduğunun ayyuka çıkması olarak algılarken bir önceki filmde tanıştığımız Madison Russell (Millie Bobby Brown), Godzilla'nın o tarz karakterde bir yaratık olmadığına emin. Godzilla avcısı babası Kyle Chandler'a bunu izah etmekte başarısız olunca derdini dünyaya haykırma yolunda yanına yakın arkadaşı Josh'u (Julian Dennison) alıp olayların arkasında başka olaylar olduğu hakkında podcast üstüne podcast yapan Bernie'yi  (Brian Tyree Henry) bulmak için yollara düşüyorlar. Bulduktan sonra da üçü birlikte askeri bir üsse hiç kimsenin ruhu duymadan sızıp bir yeraltı metrosuyla Hong Kong'a ışınlanmayı başarıyorlar. Öte yandan Kong cephesinde de sular durulmuyor, Demian Bichir'in canlandırdığı evil iş adamı Godzilla'ya karşı Kong'u göreve çağırmanın vaktinin geldiği noktasında Alexander Sarsgard'ı ikna ediyor, Sarsgard da Rebecca Hall'u. Bichir yavrusu Eiza Gonzalez'i bunların başına dikip hepsini donanma eşliğinde Antartika'ya yolluyor, oyuna yeni bir alfanın girdiğini hisseden Godz donanmaya saldırıp Kong'u bir güzel pataklıyor. İnsan karakterler bunun eline çekiç mekiç bir şey tutuşturalım deyip soluğu "Hollow Earth"de alıyorlar. Olaylar gelişiyor.
 
Buraya kadar anlatıklarımız da çıkarılabileceği üzere yazım kalitesi filmi yapan ekibin öncelikleri arasında değil. Koskoca bir yazar odası yaptık bu film için deyip böyle bir senaryo ile çıkagelmek kendi çapında bir başarı olsa gerek. Gerçi kafalarını insan dramasında ziyade canavarların yollarını nasıl kesiştiririz hususunda yordukları kesin ama gene de takip edelim diye bir sürü karakteri buraya doldurup onları nasıl ilgi çekici kılabiliriz noktasında hiç mi beyin fırtınası yapılmaz... Filmdeki insan karakterlerin her biri o kadar tekdüze o kadar sıkıcı ki geçenlerde yönetmen Wingard'ın "bu filmler sonrasında içinde insanların olmadığı canavar filmleri yapılabilir" şeklindeki açıklamasını düşününce acaba kasıtlı mı yapıldı diye düşünmeden edemiyor insan zira herhangi birini çıkarsanız filmde hiçbir eksikliği hissedilmeyecek piyonlar hepsi, buna küçük ve sağır ve sevimli kız çocuğu da dahil. Özellikle Brown-Dennison-Henry üçlüsünün -ki esasında hepsi birbirinden sempatik oyuncular ve başka bir projede bunları yanyana izliyor olsak tadından yenmez muhtemelen- hikayeleri  devasa mantık hatalarıyla dolu ve son derece sıkıcı, araya biraz mizah yerleştimek bu kadar mı zor bilemiyorum. İnsanın oyuncu kadrosuna acıyası geliyor ama muhtemelen dünyanın parasını kazanıyorlar ve herhangi birinin de Sheakespeare'i canlandırdıklarını düşündüklerini sanmıyorum. Gerçi gerek hikaye gerekse de oyuncuların ciddiyetine bakılırsa, düşünüyor da olabilirler emin değilim. Sonuçta CGI canavarların dövüştüğü bir film, niye kasıyorsunuz kendinizi bu kadar.


Ben Seresin'in ("Unstoppable","Pain&Gain","World War Z","Transformers: Revenge of The Fallen") görüntü yönetmenliğini yaptığı filme dair akılda kalan yegane şey görselliği ki o kısmı da beceremeseler kimse yüzüne bakmaz muhtemelen, özellikle dünyanın merkezinde geçen bölümler. "Hollow Earth" 17.yüzyıl sonlarında ortaya atılmış, dünyanın merkezinin oyuk olduğu ve içinde bambaşka bir dünyanın yer aldığına dair bir tez. Sonraki yüzyıllarda bilimsel bir temelinin olmadığı kanıtlanmış olmasına rağmen bilim kurgu edebiyatında kendine yer bulmaya devam eden bu konsepti gayet şık bir şekilde görselleştirmeyi başarmış Wingard ve ekibi. Bundan ötesi birbiriyle tepişen devasa yaratıklar ve yerle bir olan şehirler. Ne zaman böyle bir filmi değerlendirsem dönüp dönüp aynı noktaya geliyorum ama bu tarz filmlerin bir yıkım pornosuna dönüşmüş olması kadar beni rahatsız eden az şey var modern popüler sinemaya dair. Ve son 10 yıla dair bir fenomen bu. Çok öteye gitmeksizin 2005 tarihli "King Kong"a baktığımızda bile filmin modern kent ortamında geçen kısıtlı bölümünde elbette bir keşmekeş ve kaos hakim ama dön Allah dön yıkılan binaları, paramparça olan şehirleri izleme gibi bir durum söz konusu değil. Teknolojinin ilerlemesiyle perdeye herşeyi koyabilecek olmanın verdiği özgüven bu filmlerin arkasındaki tipleri en ufak bir mantık arayışına girmeksizin görsellik namına türlü saçmalığı filme yedirmeye teşvik ediyor. Sonrasında izleyici olarak biz de kendimizi acaba bunlar burda tepişirken kaç insan telef oldu, bu şehirdeki yıkımın masrafı ne kadar olmuştur gibi sorulara cevap ararken buluyoruz filme odaklanacağımız yerde.
 

Bu canavar evreninde yer alan her yeni filmi izledikten sonra Roland Emmerich'in "Godzilla"sını daha fazla takdir eder buluyorum kendimi. Yıllara dayanan bir Godzilla tasarımını şeyine takmayıp "Jurassic Park" yapmaya yeltenmek gibi türlü kusuru olan bir film olsa da en azından kendini zerre ciddiye almayıp eğlendirmeye bakan, bunu da insanın kulaklarını ve beynini yormayan bir görsellikle kotarmayı başaran bir yapımdı en azından. İnsan özlüyor.