Cuma, Ağustos 20, 2021

CODA


İsmini "child of deaf adults"ın kısaltmasından alan film tam olarak böyle bir gencin öyküsünü anlatıyor. Lise öğrencisi Ruby (Emilia Jones) 4 kişilik özürlü bir ailenin yegane duyabilen üyesi. Balıkçılıkla uğraşan ailesine sadece işlerinde yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda tercüman olarak da diğer balıkçılarla iletişimlerinin yegane kaynağı. Sağır bir ailede büyümenin doğal bir sonucu olarak okula başladığında komik konuşan Ruby bu sebeple okuldaki birçok çocuğun da dalgasına maruz kalarak büyümüş. Böyle bir ortamda en büyük tutkusu ama aynı zamanda ailesiyle yapamadığı ya da ailesinden bağımsız olduğu yegane aktivite şarkı söylemek. Okulun korosuna katılmasıyla kendini gösterme imkanı bulan Ruby'nin müziğe olan tutkusu, ondaki ışığı gören koro hocası Mr. V'nin (Eugenio Derbez) burslu olarak konservatuarda okuyabileceğini aklına düşürmesiyle daha da pekişiyor ama bu aynı zamanda işleri çok iyi gitmeyen ve Ruby'ye her zamandan daha fazla ihtiyaç duyan ailesiyle arasındaki çatışmanın artmasına da vesile oluyor.


Sanatçı bir anne-babanın çocuğu olan yönetmen Sian Heder, "Orange is The New Black"in ilk 3 sezonunda yazar olarak görev aldıktan sonra 2015'te ilk filmi "Talulah"ı yönetmiş,  Yönetmenin ikinci uzun metraj çalışması olan "CODA" 2014 yapımı "La Famille Bélier" isimli bir Fransız filminden uyarlama aslında. Orjinal filmin yapımcılarından olan ve filmin yeniden çekim haklarını elinde bulunduran Philippe Rousselet, Amerikalı yapımcı Patrick Wachsberger ile birlikte uyarlamayı gerçekleştirmesi için Heder'i seçip ondan ilk filmin özünü alıp üstüne yeni birşeyler eklemesini istemişler, yönetmen de buna yoğunlaşmış. Orjinal filmde çiftçi olan aile yönetmenin kendi geçmişinden esinlenerek burada balıkçıya dönüşmüş ve filmdeki mavi yakalılık duygusunun altı bir hayli çizilip doldurulmuş. Bu noktada filmin çekildiği yörede hakiki olarak bu işi yapanlar da danışmanlıklarını esirgememişler ve bu konuda otantiklik o dereceye çekilmiş ki filmde bir sahnede olduğu gibi çekimler yapılırken de resmi bir gözetmeni teknede bulundurmak durumunda kalmış film ekibi.
 

Fransız filmi her ne kadar gişede yapımcılarının yüzünü güldürse de sağır karakterleri işitme engelli aktörler yerine normal aktörlerin oynaması da bir hayli tepki çekmiş film gösterime girdiğinde. Bu durumu sessiz film döneminde beyaz aktörlerin yüzlerini siyaha boyayıp zenci karakterleri canlandırmasına benzetenler olmuş. Heder neyse ki bu yola sapmayıp filmin merkezinde yer alan aile bireylerini canlandıracak oyuncuları hep işitme özürlü aktörlerden seçmiş. Bunların içinde en bilineni ve yönetmenin de filme dahil ettiği ilk isim olan anne rolünde Marlee Matlin, 1986'da "Children of A Lesser God" filmindeki performansıyla Oscar almış, "Seinfeld", "ER", "Nip/Tuck" gibi birçok dizide rol amış bir oyuncu. Yapımcılar ailenin geri kalanını özürlü olmayan aktörlerin canlandırması için baskı yapsa da Matlin ve Heder'in bu konuda ayak diremesi sayesinde baba ve oğul rolleri için Troy Kotsur ve Daniel Durant seçilmiş. 3 aktör daha önce bir müzikalde beraber çalıştıkları için herkes birbirine önceden aşinaymış ve bu dinamik de filme bir hayli yansımış.



Hikayenin merkezinde yer alan Ruby karakteri için yüzlerce kişi arasından seçilen Emilia Jones "Ghostland" ve "Brimstone" gibi filmlerde belirdikten sonra geçtiğimiz yıl Netflix'te gösterilen fantastik dizi "Locke&Key"in başrolünde parlamış bir isim. Senaryonun yarısına yakını işaret dilinde olduğu için yazım esnasında işaret dilini öğrenen yönetmen Heder'in isteği üzerine çekimler başlamadan önce 9 ay boyunca hem işaret dili hem de müzik eğitimi alan Jones bu emeklerinin karşılığını fazlasıyla almış zira gerek duyan gerekse de duymayan aktörlerle olan etkileşimleri ve şarkı söylerkenki büyüleyici performansı ile filmin ruhunu ve kalbini oluşturmayı başarıyor. Zaten hikayeden özürlülük boyutunu çıkardığınızda elinizde kalan basit bir liseli filmi; fakat Ruby'nin hikayesi sağır ailesinin kulağı ve dili olmaktan öteye geçip kendi sesini dünyaya duyurmaya çalışması boyutuyla benzerlerinden ayrılıyor ve hem bu özürle alakalı olmayı hem de tümüyle bununla ilgili olmamayı başarıyor aynı zamanda. Yer yer işitememe olgusuna dair melodramaya doğru evrilme eğilimleri gösterse de çoğunlukla bundan uzak durmayı başarıp işitme özürlüleri kendi hayatlarını öyle ya da böyle idame ettirmeyi başaran, gülen, eğlenen, sevişen insanlar olarak betimlemesi itibariyle takdire şayan bir filme attığı söylenebilir yönetmen için. Öte yandan hikayesini giriş ve gelişmesini başarıyla seyirciye sunup üçüncü perdede biraz paldır küldür bir şekilde herşeyi bir çözüme bağladığı da bir gerçek.


Bu yılın başında Sundance'te gösterilip bir hayli beğeni ve ödül toplayan film, gösterimi yapıldıktan iki gün sonra festival için rekor bir düzey olan 25 milyon dolar karşılığında Apple tarafından satın alındı. Tabii içinde yaşadığımız zamanların olmazsa olmazı olarak işitme engellileri gayet olumlu portrelemesine rağmen aynı grup içinden filme karşı birçok ses de yükseldi. Özellikle işitme engellilerin müzik yoksunu olarak tasvir edilişi ve bunun altının çiziliyor oluşu bir çok işitme engelliyi rhaatsız etmiş görünüşe bakılırsa.

Pazartesi, Ağustos 16, 2021

The Suicide Squad


Warner Bros'un DC kahramanlarını son 10 senede nasıl bulamaç haline getirdiği kendi başına ayrı bir film olabilir aslında. Biraz da Chris Nolan'ın marifetiyle filmlerin genel koordinesini üstlenmesi için Zack Snyder gibi halihazırda bölücü bir ismi tercih etmek, "Man of Steel" ile Snyder'ın "vizyon"unun ne menem bir şey olduğu apaçık görüldüğü halde "Batman vs Superman"i de kendisine teslim etmek, o film herkes tarafından itin makatına sokulunca David Ayer'in "Suicide Squad"ını bulamaç etmek vs. derken birbirinin üstüne binen hadiselerden müteşekkil bir keşmekeş.


Muhtemelen stüdyonun en başta yapmak istediği şey Nolan'ın "Dark Knight" üçlemesinin kurduğu temel üzerinden hareket eden, ciddiyeti bol geyiği az filmler yapıp Marvel filmlerinden böylelikle ayrışmak, seyirciye farklı bir şeyler sunmaktı. Bu minvalde yönetmen koltuğuna Snyder ve Ayer gibi isimlerin getirilmesi manalı bir seçim. Öte yandan bu adamlara teslim edilen "Superman" ve "Suicide Squad" gibi materyallerin ciddiyetten ziyade daha gevşek, geyiğe teşne yorumlamalara daha müsait birer fikri mülk olduklarını da idrak edebilmeleri lazımdı. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, Richard Donner'ın "Superman"i ya da DC Animasyon evreninin sıkı örneklerinden olan "Assault On Arkham" gibi filmler bunun en güzel örnekleri. Ayrıca "BVS"nin gösterime girdiği süreye değin Marvel'ın işinde iyice uzmanlaşıp seyirciyi en optimum tarzda eğlendirecek derecede filmlerini formüle etmeyi başarmış olması seyircinin beklentilerinin de ister istemez Marvel ürünleri baz alınarak programlanmasına vesile olmuştu. Hal böyle olunca "BVS"ye dair yapılan en temel şikayet unsurlarından birinin filmin tonu olması da bir sürpriz değildi.


Bu noktada Marvel'ın rahle-i tedrisinden geçmiş James Gunn gibi bir ismin WB'nin ve "Suicide Squad"ın 5 yıl önce ihtiyaç duyduğu yönetmen olduğu su götürmez bir gerçek. Geç olsun güç olmasın deyip bu durumun tadını çıkarmak da bir seçenek elbette ama ilk filmin tortularının Gunn'ın filminin mevcudiyetine sindiği gerçeğini de göz ardı etmek mümkün değil maalesef.


"-The- Suicide Squad" filmi birçok yönüyle garip bir yapım. Devam filmi desen değil, reboot desen o da tam sayılmaz, arasatta bir yol tutturmaya çalışmışlar. Önceki filmden buraya terfi edebilen sadece 3 karakter var, onların biri de filmin başında telef oluyor zaten. Hadi Margot Robbie çok tutan bir seçimdi Harley Quinn için, kendi ayrı filmini falan da yaptı, dolayısıyla yeni bir SQ filminde yer almaması söz konusu olamazdı. Amanda Waller karakteri Squad'ın varoluş sebebi, Viola Davis de karakter için biçilmiş kaftan, dolayısıyla onun varlığı da kaçınılmaz. Hadi Rick Flag'e de Joel Kinnaman'ın hatırına eyvallah diyelim ama Boomerang'ın, yani Jai Courtney'nin bu filmde ne işi var? Ne karakter ne de oyuncu ilk filmde herhangi bir ekstra olumlu izlenim bırakmayı becerememişlerdi, buraya yer verip daha 10 dakika olmadan öldürtmek neden?


Bunları bir kenara bırakırsak gayet eğlenceli başlıyor film. İlk 15 dakikası itibariyle gerek gore gerekse de mizah olarak tam kıvamında bir ton yakalamayı başaran yönetmen Gunn Bloodsport (Idris Elba), Peacemaker (John Cena), Ratcatcher 2 (Daniela Melchior), King Shark (Sylvester Stallone)  vs. den müteşekkil yeni karakterlerle de bizi haşır neşir etmeyi başarıyor. Waller'ın emriyle sahip oldukları alien bir teknolojiyi bertaaraf etmek üzere darbe sonucu lideri değişmiş bir Latin Amerika ülkesine gönderilen ekibin öncelikli amacı ana gruptan ayrı kalan Flag ve Quinn'i bulmak oluyor ve filmin 3'te 2'si bununla geçiyor zaten. O esnada Harley ile ilişkisi üzerinden bu ülkenin yeni lideri, onun generali ve ülke içindeki muhalif gerillalar ile tanışıp filmin politik tonlamalarıyla muhatap oluyoruz. Film ilerledikçe bu ABD'nin uluslararası politikalarına yönelik bir eleştiriye dönüşüyor ama tarihte 15-20 yıl geriye gidersek anlamlı olabilecek düzeyde bir derinliğe sahip. Ne Dünya ne de Amerika Gunn'ın eleştirisini yaptığı haldeler şu an,  ayrıca böylesi bir film için biraz gereksiz bir çaba bu kadar politizasyon.


Ortalarda karakterlere ilişkin birbiri ardına gelen backstoryler ile biraz gereksiz bir dramaya boğuluyor hikaye. Yani Gunn'ın her bir karakterine göstediği özeni görebiliyoruz ama sahnelerin filme yedirilişi itibariyle hikayeyi zenginleştirmeye çalışmaktan ziyade "bakın karakterleri nasıl da öne çıkarıyorum"un altını çizmeye çalıştığı intibasını edinmek de mümkün. Komedi, dram, aksiyon ve politik eleştiri, hepsini bir potada eritmeye çalışıyor Gunn ve bu durum hikayenin bir saatten fazla süren 3 üncü perdesi ile daha daha da garip bir hal alıyor. Bir sahnede özdeşleştiğimiz karakterlerin dramatik biçimde telef oluşlarına şahit olurken iki dakika sonrasında King Shark'ın bir akvaryumu keşfederkenki sevincini izlerken buluyoruz kendimizi. Sadece tonal olarak oradan oraya atlamakla kalmıyor film, zaman açısından da gereksiz sincaplıklalara girip ritmini zedeliyor ve süresini gereksiz yere uzatıyor. Gunn'ın "Guardians of The Galaxy" dışında filmlerini izlemedim, bu filme gelen tepkilerden anladığım kadarıyla buraya kadar bahsettiğim şeyler bir çok insana yadırgatıcı gelmiş gibi görünmüyorlar ama bana gayet battılar diyebilirim. 


Kasting de bir acaip. Herşeyden önce King Shark için Stallone'un tercih edilmesi olmamış. Hem konuşması çok spesifik olduğu için Stallone'u göz önüne getirmeden Shark'ı görmem mümkün olmuyor, hem de ne bileyim "sana ancak bu yakışır" der gibi koca Stallone'a bu karakteri teklif etmek, saygısızca geldi bana, gerçi gerek Gunn gerekse de Sly cephesinde alan memnun satan memnun ama... Idris Elba kaliteli ve izlemesi keyifli bir aktör ama neticede bir Will Smith değil -ki artık Will smith bile bir Will Smith değil, eski forsunun uzağında-. Bol karakterli bir kadronun parlak yancısı olmaya daha müsait bir isim, ön plan insanı değil. Ön plan demişken kastın ve hikayenin en popüler isimleri olan Harley Quinn ve Margot Robbie'nin bir Idris Elba'dan daha geri plana atılmış olmasının da affedilir yanı yok. Gerçi tümüyle Harley'ye ayrılan ve bir hayli göz boyadığı bölümler var ama gene de çok daha fazla ekran süresine sahip olmalıydı diye düşünüyorum. İnsan ister istemez hayıflanıyor, sinema tarihinin en ideal eşleşmelerinden bir tanesi denebilir Robbie'nin Harley'si için ama şimdiye kadar yer aldığı uyarlamaların hiçbiri bu durumu tümüyle değerlendirmeyi başaramadılar ki "Birds of Prey" özelinde en kabahatlilerden birinin Robbie'nin kendisi olduğu da aşikar. Gişede yarattığı hayal kırıklığına bakılırsa gerek "Suicide Squad"gerekse de Harley için devam filmi olasılığının düşük olduğu göz önünde bulundurunca kaçırılan fırsata üzülüyorum bir seyirci olarak.


Öte yandan John Cena'nın çok büyük bir hayranı sayılmasam da kendisine verilen kısıtlı süreyi hakkıyla değerlendirdiği için kendisini takdir etmek lazım. Kinnaman da bu sefer kendisine verilen mizah boyutunu güzel kullanmış. Kastın esan ışıldayan güneşi ise sıçanları kontrol etmek gibi iğrenç bir süper güce sahip olmasına rağmen sevimliliği ile filme ışık katmayı başaran Daniela Melchior olmuş. Sonraki işlerini merakla bekliyoruz.


Neticede garip bir film "The Suicide Squad". Kötü bir film değil kesinlikle ve başından sonuna ilgiyle takip ettiriyor kendini ama birbiriyle alakasız o kadar unsuru var ki resmin bütününü görmeye çalışınca batıyorlar insanın gözüne. İkinci kez izlesem daha fazla beğenecekmişim gibi bir his var içimde.