Pazar, Ekim 31, 2021

Man on Fire (2004) - Tony Scott


Tony Scott görsel olarak resimlerin hızlı hareket ettiği filmlerin yönetmeni olageldi kariyerinin başından beri. Fakat 2000'ler geldiğinde "Man on Fire"dan başlayarak bunun sınırlarını zorlamaya karar verdi yönetmen -sonrasında "Domino" gibi örneklerde bu görsel agresiflik daha daha da şaha çıkmış okuduğum kadarıyla, izlemedim bilemiyorum-. Filmin uyarlandığı roman esasında 1987'de filme alınmış, başrolde de Scott Glenn varmış. Scott daha o zamandan romanın uyarlamasına talipmiş, hatta yönetmen aranırken adı da geçmiş  ama o dönemler henüz sadece bir film yönetmiş bir isim olarak biraz tecrübesiz bulunmuş. Aradan 20 yıla yakın bir vakit geçtikten sonra bir yeniden çevrim fikri ortada dolaşmaya başlayınca önce Michael Bay ya da Antoine Fuqua gibi isimler düşünülse de sonradan Scott'a teklif götürülmüş ve yönetmen de bunca yıldan sonra muradına kavuşmuş.


Kitabı uyarlama işi teslim edilen Brian Helgeland esasında kendi yönetmeyeceği bir filmin senaryosu ile uğraşmak istememiş başta. Scott'ın o an başka bir proje ile haşır neşir olduğu ve muhtemelen "Man on Fire"ı yapamayacağı söylendikten sonra yazıma başlamış ama sonradan diğer proje mort olunca yönetmenlik koltuğu tekrar Scott'a kalmış. Kitap esasında İtalya'da geçiyormuş ama 2000'lerde İtalya'da kaçırıp fidye isteme hadiseleri çok azaldığı için Scott mekan olarak böyle olayların sıklıkla yaşandığı Meksika'nın seçilmesini uygun görmüş.


CIA eskisi kulağı kesiklerden Creasy'nin (Denzel Washington) öyküsü "Man on Fire". Geçmişte bir işlere bulaşmış belli ki, vicdan azabı sıfatından akıyor fakat nedir öğrenemiyoruz, alkolün içinde kaybolmuş halde tanıyoruz kendisini. Eski silah arkadaşlarından biri olduğu anlaşılan Rayburn'ü (Christopher Walken) ziyarete geldiğinde kafasını dağıtacak bir iş teklifinde bulunuyor Rayburn; ülkenin genç zenginlerinden Samuel Ramos'un (Marc Anthony) küçük kızı Pita'nın (Dakota Fanning) korumalığını yapmak. Görünüşe bakılırsa kaçırıp fidye isteme işleri Meksika'da almış başını yürümüş ve baba Ramos da avukatı Jordan'ın (Mickey Rourke) telkiniyle hem tecrübeli hem de kelepir olan Creasy'yi kiralamayı kabul etmiş. Başlarda çok geçinemese de zaman geçtikçe Pita'ya iyice ısınan Creasy beklenen kaçırılma hadisesi gerçekleştiğinde de dünyayı yakmaya hazır hale geliyor böylelikle.


Hayatımda izlediğim kesif biçimde kurgulanımış olmasına rağmen aynı zamanda kurgu masasında acımasızca kıyılmaya ihtiyacı olan nadir filmlerden "Man On Fire". Dominic Sena'nın "Gone In 60 Seconds" ya da "Swordfish"  filmlerindeki renk paletinin sorumlularından olan görüntü yönetmeni Paul Cameron ile benzeri bir görsellik tuttursalar da "Tanrıkent"den esinlenerek daha kirli bir görsellik yakalamaya çalışan Scott'ın kamerası hiç durmuyor gibi ama tüm hareketliliğin altında bir mana yok. Bazen hızlıca karakterlerin etrafında dolanıyoruz, bazen kareler donuyor, anlık flashbackler vs. devamlı bir görsel bombardıman var filmde var ama tüm bunlar ne hikayenin daha iyi anlaşılmasına ne de filmin duygusal alt zeminine herhangi bir katkı sağlamıyor. Yaradığı yegane şey filmi uzatmak ki filmin en büyük günahı bu. Neresinden bakarsan bak hiçbir şekilde 2 buçuk saat sürmeyecek, hatta sürmemesi de gereken bir hikaye bu ama Scott'ın kişisel tercihleri nedeniyle aksiyonlu sahneler de karakterlere yoğunlaşan sahneler de sündükçe sünüyor. Radha Mitchell'lı iki seks sahnesi, avukatın öldürülmesi gibi birçok sahne de kesilmiş üstelik, final de Creasy'nin başkötü ile yüzleşmesi ile bitiyormuş sonradan değiştirilmiş. Onlar da kalsa nasıl olacaktı düşünemiyorum.


"Man on Fire"ın lehine işleyen en önemli şey oyuncu kadrosu. O dönemlerin en parlak çocuk oyuncusu olan Dakota Fanning Denzel'ın karşısındaki şaşırtıcı derecede olgun oyunculuğu ile göz dolduruyor. (Küçükken böyle yetkin performanslar sergilemeyi başarmış Fanning'in yetişkinliğinde nasıl bu kadar donuk bir oyuncu haline gelmeyi başardığı da ayrı bir muamma). İkili arasındaki dinamik hikayenin duygusal boyutunun en önemli motoru, beraber oldukları noktalar da filmin zirve yaptığı anlar. Dakota'nın karakteri perdeden kaybolduktan sonra film oluk oluk kan kaybediyor zaten. Fanning dışında kadroda performansı ile en göze batmayı başaran isim dünyaca ünlü şarkıcı Marc Anthony olmuş bence. Sevip saydığımız üstat Christopher Walken da çok görünmese de bir iki belirmesi yetiyor. Aynı şey gene sevdiğim bir başka aktör olan ve bu filmde Denzel ile hiç geçinemediği söylenen Mickey Rourke için de geçerli. Gerçi 80'lerin en baba aktörlerinden birinin 20 yıl sonra böylesi yan rollere kalmış olması da üzücü.


Hikaye olarak sayısız benzerine rastlanabilecek filmlerden biri "Man on Fire", Helgeland'ın senaryosu da insanı gözlerini devirmeye sevkeden birçok ucuz replikle dolu. Belki de hem bu özelliği hem de Scott'ın yönetmenliği sebebiyle birçokları tarafından beğenilen, bir nevi kült bir yapım haline geldi yıllar geçtikçe. Fakat filmi ilk izlediğimde Scott'ın sinemasından buz gibi soğuyan ve "Unstoppable"a kadar olan filmlerini pas geçmiş olan ben kesinllikle bu güruhun bir parçası değilim. Filmi yıllar sonra tekrar ziyaret ettiğimde bir kez daha idrak etmiş oldum bunu. 

Cumartesi, Ekim 30, 2021

Dune


İki yıldır sinema aleminin merakla beklediği "Dune"u nihayet izleme imkanına kavuştuk. Yeni "Lord of The Rings"lik ya da "Star Wars"luk pozisyonunu doldurmakla itham edilen filmin bu bahsi geçen sinemasal yapıtaşlarının yanına yaklaşıp yaklaşamayacağını zaman gösterecek tabi ama benim gördüğüm öyle bir potansiyelin olmadığı.


Uzak bir gelecek, imparatorlukla yönetilen bir galaksi. Galaksinin motoru sayılabilecek "spice" namlı bir maddenin harman olduğu Arrakis gezegeninin idaresi Harkonnen'lerdan alınıp Atreides hanedanına verilir. Çölden müteşekkil bir gezegen bu, yaşamayı teşvik eden bir yer değil. Gezegenin yerlisi "Fremen"ler sömürülmek için elden ele dolaştırılmaktan çok da memnun değiller galiyle. Selef sömürgen Harkonnenlar da ekmek kapılarının ellerinden alınmasına çok olumlu bakmıyorlar ki işin içinde bir bit yeniği olduğunu çok geçmeden anlıyoruz zaten. Tüm bunların ortasında kalan Atreideslerın prensi göz nuru Paul da bu aralar türlü vizyonlardan muzdarip. Bunun anası, kralın metresi de böyle gaybdan haber alan Bene Geserit diye bir cemaatin mensubu, sahip olduğu tüm yetenekler de bir şekilde oğluna da geçmiş. Bu seçilmiş genç bişeyler için seçilmiş olduğunu yavaş yavaş idrak etmeye başlarken ailesinin etrafında gelişen olaylar ne için seçildiği hususunda kendine daha net fikir vermeye başlıyor.


Frank Herbert'ın 1965 tarihli "Dune" dünya kurma cihetiyle ardından gelen birçok jenerasyonu etkilemiş, artık klasik kabul edilen bir eser. Bugün dünya inşası deyince akla gelen birçok eserin arkasındaki esin kaynaklarından biri muhtemelen. Öte yandan son 10 yılını "Game of Thrones" hatmederek geçirmiş, "LOTR"ların "Harry Potter"ların fenomen olduğu bir döneme denk gelmiş bir izleyici için...çok da etkileyici bir içerik yok benim gördüğüm. Kitabı okumadım tabii, muhtemelen çok daha detaylı ve etkileyicidir diye tahmin ediyorum. Öte yandan yönetmenin vizöründen perdeye akanın bilimkurgu formatına bürünmüş bir ortaçağ esinlemesi olduğu aşikar. Hal böyle olunca filmi izlerken "o kadar teknoloji yapmışlar niye hiç televizyon ya da benzeri bir eğlence formatı yok, bu gelecek neden bu kadar sıkıcı" diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi.


"Dune"un çokça dile getirilmiş bir handikabı da bu na-etkileyecilikte pay sahibi tabii; film yarım. Tamam, kitabın hakkı verilsin denilmiş ilk kitap tüm filme sıkıştırılmak istenmemiş anladık da, sonuçta bu filmin 2 buçuk saat olmasını gerektirecek birşeyler de olup bitmiyor hikayede. Bu bölümün içeriğini acımasızca kırpıp -ki çok rahat bir şekilde bir saat kısaltılabilir- kitabın geri kalanı 3 saat süreye yedirilmiş olsaydı belki çok daha tempolu ya da en azından belli bir nihailik hissi vermesi itibariyle daha doyurucu bir deneyim sunulabilirdi. Bu haliyle "Matrix Reloaded" ya "Deathly Hallows Part 1" benzeri bir deneyim sunuyor "Dune" ama onların da fersah fersah uzağında zira bu bahsettiklerimiz öncülleriyle bizleri karakterlerine ve dünyalarına aşina kılmışlardı, o sebeple bu yarım yamalaklık hissini çok da yadırgamıyorduk. Demek ki neymiş devam filmlerini ikiye bölmek lazım, herşeyi seyircinin ayağına yeni döktüğün ilk filmi değil.


Yönetmen terchininden de kaybediyor "Dune". "Incendies"ı izlediği en iyi filmlerden biri olarak gören, "Prisoners" ve "Arrival"a da büyük hayranlık duyan biri olarak Villeneuve sinemasının uzun zamandır takipçisiyim. Öte yandan böylesi franchise potansiyeli taşıdığı düşünülen bir proje için fazla sanatsal bir isim olduğu da aşikar. Bu hususiyetini sıkıcı bir film olan "Blade Runner 2049" ile göstermişti aslında ama o film bazılarınca yere göğe sığdırılamadığı için gerekli ders alınmamış anlaşılan. Üzerine iyi para yatırıp hatırı sayılır bir geri dönüş beklentiniz var madem, sanat kaygısı ile ticari beklentileri dengelemeyi başarabilen Spielberg, Scott ya da Nolan ayarında bir yönetmene teslim etmeniz lazım bu materyali, bu adama değil. Diyaloglar bayıyor, aksiyonda genel olarak bir numara yok. Filmin görselliği yere göğe sığdırılamamış birçoklarınca ki şaşaalı bir yapım hakkaten, eyvallah. Öte yandan, 165 milyon dolar bütçesi olan bir filmden bahsediyoruz neticede, bir zahmet güzel gözüksün artık, o paraya kötü gözükseydi haber değeri taşırdı. İnsanın ağzını açık bırakan bir görsel kalite de değil bahsettiğimiz, görüntü yönetmeni Geig Fraser'a saygımız sonsuz ama kameranın içine kum kaçmış gibi bir renk paleti var filmin.


Son tahlilde kitabın azılı hayranlarını memnun etmek için yapılmış, gayrısına çok da hitap edeceğini düşünmediğim bir yapım. İkincisini bir çeksinler beraber bir görelim, tekrar değerlendiririz.

Çarşamba, Ekim 27, 2021

Kin


Bu seriye sırf Charlie Cox'un varlığından ötürü başladım ki diziyi pazarlarken en öne sürdükleri isim de oydu zaten. Aidan Gillen ve Ciaran Hinds gibi artık herkesin aşina olduğu yüzler de var gerçi ve bu isimleri görünce İrlanda mafyasına dair modern bir öykü izleyeceğimiz intibası uyanıyor insanda ama izledikçe gördük ki bu adamlardan ziyade bunları suya götürüp suzuz getiren bir kadının, Clare Dunne'ın canlandırdığı Amanda'nın hikayesiymiş bize anlatılan.


Amca Frank'in (Gillen) in liderliğindeki Kinsella ailesi Belfast ın saygı duyulan suç ailelerinden. Tam belirtilmese de yeğeni olduğunu var saydığım Jimmy Frank'in sağ kolu, Jimmy'nin karısı Amanda da ailenin para aklamak için kullandığı galeriyi işletmekle yükümlü. Her ne kadar namlı bir klan olsalar da en güçlülerden de değiller ve Eamon Cunningham (Ciaran Hinds) ismindeki daha büyük birine hesap verme durumundular. Ailenin hapisteki üyelerinden Michael'ın (Cox) dışarı çıktığı vakitler Frank'in delifişek haylaz oğlu Eric başını belaya sokuyor ve onu öldürmeye gelenler de kazara Jimmy'nin ergen oğlu Jamie'yi katlediyorlar. Aileye bunun bir kaza olduğu ve kendilerinin hatasından aynaklandığı dolayısıyla herhangi bir karşılık vermemeleri gerektiği yönünde gerekli uyarılar Eamon tarafından yapılıyor yapılmasına ama evlat acısıyla yanan Jimmy ve özellikle Amanda'nın bunlara kulak asmaya hiç mi hiç niyeti yok.


Umut verici başlasa da bölümler ilerledikçe nefesi kesilen bir seri "Kin" ve bunun temel sebebi modern takılmak için ellerindeki bir dolu karakterin içinden Amanda'yı alıp hikayenin merkezine oturtmaya dönük yapılan zorlama çabalar. Mafya dünyasında ayakta kalmayı beceren sert ve zeki kadın karakterlere bir lafımız yok ama burada bu işlerin içinde doğup büyümüş olmalarına rağmen en basit şeyleri bile öngöremeyecek kadar basiretsiz ya da asabi gösterilen bir grup adamın arasında (ki üzülerek belirtmek gerekirse Cox en sümsükleri) en aklı selim, en aklı başına ve yeri geldiğinde en acımasız, herşeyin "en"i bir karakter olarak piyasaya sürülüyor Amanda ve bir noktadan sonra seyirci olarak sıkılıyorsunuz. Aile üyelerinin kendi aralarındaki geçmişe dayanan bir dolu dinamik var belli ama neredeyse sezon sonuna gelinmesine rağmen genel olarak ima edilmekten öteye de geçemediler. E zaten çok aşırı aksiyonu ya da temposu olan bir dizi de değil. En kötüsü de dizinin tasvirine bakılırsa İrlanda mafyasının modern görünümü de elinde silahla gezen bir dolu ergen sıfatından müteşekkil, dolayısıyla Hollywoodvari sert görünümlü adamların sert hareketler yaptığı bir gansgter hikayesi değil karşımızdaki hiçbir şekilde. Ben 7 inci bölüm itibariyle paydosu çektim, meraklısı varsa devam edebilir.

Cuma, Ekim 15, 2021

The Guilty


Jack Bailor (Jake Gylenhaal) ne olduğunu filmin sonuna doğru öğrendiğimiz bir mevzu başında kızağa çekilerek 911 operatörü olarak görevlendirilmiş bir polis memuru. Ne yaptığı işten, ne beraberinde çalıştığı insanlarda, ne de kendinden hoşlanan bir adam değil gördüğümüz kadarıyla. Karısı bile telefonlarına cevap vermiyor, kızını göremiyor. Derken 911'i arayıp kaçırıldığını söyleyen bir kadının yardım isteği Jack'in içinde birşeyleri ayağa kaldırıyor bu kadını kurtarmak için elinden geleni yapmaya karar veriyor.


"The Guilty" -her ne kadar yönetmen Antoine Fuqua bir iki sahnede gereksiz yere kamerasını çağrı merkezinin dışına çıkarsa da- neredeyse tamamı tek mekanda geçen, gerçek zamanlı akan, birçok yönüyle ahlakçı bir tiyatro oyununu andıran 90 dakikalık sıkı bir gerilim. Sarkmayan süresini etkin biçimde kullanan, seyircisini diken üstünde tutmayı başaran filmin her ne kadar içerdiği twistleri öngörmek çok zor olmasa da duygusal yükü bir hayli ağır, insanda iz bırakan bir hikayesi var. Gelgelelim bir özelliği var ki filmi değerlendirirken kanaatinizi ister istemez etkiliyor; 2018 tarihli Danimarka yapımı aynı isimli bir filmin yeniden çevrimi "The Guilty" ve orjinali izlememiş olsam da netten anladığım kadarıyla iki filmin olay örgüsü neredeyse birebir aynı. Uyarlama işini üzerine alan ve Fuqua ile daha önce "Magnificient Seven"da çalışmış olan Nic "True Detective" Pizzolatto"nun senaryosu birkaç yıl önce ABD'yi kasıp kavuran ve ülkemizin de geçen yıl tadına bakmak durumunda kaldığı orman yangınlarını fon olarak kullanırken pandeminin başladığı vakitler ABD'yi yangın yerine çevirmiş Jack Floyd'un katledilmesinin gölgesinde çekilmiş bir kötü polis öyküsü anlatıyor ve orjinal filmin hikayesi polis şiddetinin yoğun tartışıldığı bir ülke olan ABD kurulumunda daha da uyumlu ve etkili bir hal alıyor denebilir. 
 

"Southpaw"dan sonra ikinci kez Fuqua ile çalışan Gylenhaal genel olarak iyi ama karakterinin kendini kaybettiği dramatik noktalarda performansı biraz zıvanadan çıkıyor. Öte yandan sadece sesleri ile filmde yer alan Riley Keough ve Peter Sarsgaard dört dörlük bir iş çıkarmışlar. Şayet yeniden çevrim olmasaydı son yılların en iyi filmlerinden biri olarak adlandırabileceğim son derece güçlü bir film ama kopya hususiyeti nedeniyle böyle tanımlamak mümkün olmuyor maalesef.
 
 

Salı, Ekim 12, 2021

Brimstone (2016) - Martin Koolhoven


Hollanda sinemasıyla ilintisi Paul Verhoeven'dan öteye geçememiş birisi olarak Martin Koolhaven ismini hiç duymamış olmamda çok da şaşılacak birşey olmamakla beraber bu noktada çok yalnız olduğumu da zannetmiyorum zira kendi ülkesi dışında çok da duyulmuş bir isim değil gördüğüm kadarıyla. Öte yandan filmleri Hollanda'da gayet iyi gişe yapmış bir isimmiş görünüşe bakılırsa ve bu sayede gözünü daha yükseklere dikip bir western filmi yapmaya yeltenebilmiş.


Oyuncu kadrosu çoğunlukla Amerikalı aktörlerden müteşekkil İngilizce bir film olsa da yapım ekibi itibariyle tamamiyle bir Hollanda filmi "Brimstone". Tarihteki ilk Hollanda westerni mi bilmiyorum ama ilk akla gelecek olanlardan biri olduğu kesin. Yönetmen 5 yıldır hazırlığını yaptığı senaryosunu Hollywood stüdyolarına da teklif etmiş ama nihai kurguyu kaybetmekten korktuğu için 8 ayrı ülkeden kaynağı gelen bir Avrupa prodüksiyonu olmasını tercih etmiş, makul bir miktarda kendi parasını da koymuş ortaya.  Başlarda R-Patz ile Mia Wasikowska'nın başrolünde yer alması planlanan proje, önce Mia'nın öngörülemeyen özel sebepler yüzünden projeden çekilmesi sonra da finansörlerden birinin filmden desteğini çekmesi sebebiyle bir noktada iflasın eşiğine gelmiş zira tüm setler inşa edilmiş ve teknik ekip kiralanmış durumdaymış. Neyse ki Guy Pearce oynayacağı karakter ilgisini çok çektiği için finansman sorunlarına rağmen filmde yer almayı kabul etmiş, Mia Wasikowska'nın yerini de Dakota Fanning almış. Fakat bu sefer de Wasikowska gidince film nasıl olsa iptal olur diye düşünen  Pattinson kuyruğunu kıstırıp toz olmuş. O kriz de Kit Harington'ın tatilini yarıda kesip filmde yer almayı kabul edilmesiyle aşılmış.


Yönetmenin hayranı olduğu spagetti westernlerden esinlenmiş olsa da gerek ton gerekse de içerik itibariyle esin kaynaklarından bir hayli ayrışan bir yapım "Brimstone". Revelation, Exodus, Genesis ve Retribution gibi İncil'e atıflı dört bölüme ayrılan filmin ilk bölümünde evli ve bir çocuk annesi dilsiz Liz (Dakota Fanning) ile tanışıyoruz. Ebelik de yapan Liz kasabaya yeni gelen rahipten (Guy Pearce) bir hayli rahatsız oluyor ama sebebi ney bunu ilk başta anlayamıyoruz. Eşlik ettiği bir doğum ters gidip bebek ölü doğunca kasaba halkı Liz'e sırtını dönüyor ve ölen bebeğin babası Rahip'in dolduruşuyla Liz'i ve ailesini rahatsız etmeye başlıyor. Bu hikaye vahşi bir şekilde nihayete ermiş gibi göründüğünde ikinci bölüme geçiyor ve üstü başı yırtık bir şekilde yalın ayak bozkırda dolan Joanna adında ergen bir kızla tanışıyoruz. Çinli göçmenler tarafından bulunan Joanna (Emilia Jones) bir geneleve satılıp büyüyor ve Liz oluyor. Rahip bu bölümde de ortaya çıkıyor ve bölüm finali itibariyle hikaye bir önceki kısma bağlanıyor.


Genesis'te ise Joanna'nın geçmişine dönüyor ve Rahip karakterinin öz babası olduğunu öğreniyoruz. Hollanda göçmeni ailede anne fanatizm ölçeğinde dindar olan babanın baskısı altında. Artık nasıl bir anlayışı varsa Joanna büyüdükçe ona da göz koymaya başlıyor Rahip. Bu arada ailenin evine gizlice sığınan kaçak haydut Samuel'ın (Kit Harington) varlığı da işleri karıştırıyor. Bu bölüm de bir öncekinin başına bağlanarak bitiyor ve Revelation'ın bitişinden devam eden Retribution ile Rahip ile Liz'in nihai hesaplaşmasına şahit oluyoruz.


Western gibi herşeyi ile Amerikalı bir janra mensup olsa da içeriği itibariyle bir hayli Avrupai bir film "Brimstone". Bir hayli pis şeyleri anlatıp pis şeyleri göstermekten de imtina etmeyen bir yapım. Zaten kızına sulanan bir baba olgusu tek başına rahatsız edici, bunun yanına vurularak öldürülen ya da kırbaçlanan çocuklar, çocukların önünde müşterisiyle ilişkiye girmek durumunda kalan ya da müşteye dil uzattı diye dilinden olan fahişeler, kocasına dil uzattığı için ağzına gem vurulan eşler, boğazı kesilen ya da bağırsağı deşilen adamlar vs. bir dolu görüntüyü izlemek durumunda kalıyoruz. Vahşi batının herkes için ama özellikle de kadınlar için rezalet bir yer olduğunu altını kalın çizgilerle çizerek anlatmaya çalışıyor gibi görünen yönetmen bunu yaparken seyircinin kafasına odunla vuruyor hissi uyandırmıyor da değil. İzleyenin hassasiyet derecesine göre anlatılanların vuruculuğu değişecek olsa da yer yer abartının sınırlarına kaçmanın eşiğine geldiğini düşündüm ben yer yer şahsen.
 

Bulandığı materyali her daim bir tık daha üst kaliteye çıkaracağından emin olunabilecek Guy Pearce Joanna'lı bölümlerde abazalıktan alıklaşan halleriyle, Liz'li bölümlerde tüm ürkütücülüğü ile portrelemeyi başarıyor Rahip karakterini. Bu yıl "CODA" ile bir hayli ses getiren Emilia Jones geleceği parlak bir aktris olacağı daha bu filmden belliymiş. Hollywood'un en güzel yüzlerinden birine sahip olsa da Dakota Fanning bir kez daha donuk ifadelerle bezeli bir oyunculuk sergileyip oyuncu kadrosunun zayıf halkası olmayı başarmış.


Bölümlere ayrılan hikaye anlatımı da ne derece gerekli olduğunu yer yer sorgulatsa da en azından ilk üç bölüm itibariyle bağlantıların güzel kurulduğu söylenebilir. Öte yandan son kısımda hikayenin gerçekçiliği bırakıp doğaüstüne kaymasının suları biraz bulandırdığı da aşikar. Beni aşırı rahatsız etmedi ama bu son kısım olmasaydı da olurmuş diye de düşündürttü. Zaten 2 buçuk saati buluyor filmin uzunluğu, ilk bölümle son bölüm bir şekilde sentez yapılıp makul bir süreye çekilebilirdi belki, bilmiyorum. Görüntü yönetmeni Rogier Stoffers'in ısrarı üzerine dijitalle çekilen film hem görsel hem de içerik olarak farklı bir western izlemek isteyenlerin göz atabileceği, değişik bir deneyim vaadediyor nitekim.