Perşembe, Kasım 25, 2021

The Wolf of Wall Street (2013) - Martin Scorsese


"Departed" ile çok beklediği oscarına kavuşan Scorsese, Jordan Belfort'un Yuppie zümresine ilişkin anı kitabının film uyarlaması için kolları sıvamış. Senaryo üzerinde aylarca emek veren yönetmen içerik hakkında çekinceleri olan yapımcı stüdyo Warner Bros.'un projeye yeşil yakmakta ayak dirediğini görünce vazcayıp "Shutter Island"a geçiş yapmış, hatta üstüne bir de "Hugo"yu çekmiş. O arada stüdyo projeyi Ridley Scott'a götürmeyi düşünse de sonradan ondan da vazgeçilmiş. Film öldü gibi gözüktüğü anda Malezya bağlantılı Red Granite isimli yapım şirketi senaryoyu herhangi bir içerik değişikliğine gitmeksizin yapmayı kabul etmiş, Scorsese de tekrar projenin yönetmenliğine kösülmüş.


DiCaprio'nun kariyerinin en iyi performanslarından birini vererek canlandırdığı Jordan Belfort 80'lerin sonunda kurduğu şirketi vesilesiyle 5 para etmeyecek hisseleri avanak avam kesimine fahiş fiyatlardan satıp yüzde 50 komisyonunu alarak yolunu bulan bir broker. Sonradan gözünü yükseklere dikip bir şekilde finans sektörünün devlerini de bu dandik hisseleri almaya ikna etmenin bir yolunu bulunca kurduğu şirket ve çalışanları ile birlikte ne yapacaklarını bilemeyecekleri kadar para kazanmaya başlıyorlar.  Uyuşturucu ve seks başta gelmek üzere yer yüzünde haz veren ne varsa tadının bakıldığı, ofiste kiralanan cücelerle dart oynamak gibi bilumum şaklabanlığın olağan hale geldiği 6-7 yıl süren bu fütursuz sefahat alemi şirketin nihayet resmi denetim mercilerince faaliyetlerinin durdurulması ile sona ererken Belfort da hisse senedi dolandırıcılığı ve para aklama suçlarından düşük güvenlikli bir federal hapishanede 22 ay hapse mahkum ediliyor. 200 milyon dolardan fazla para dolandıran bu adamın bu kadar cüzi bir süreyle ceza almasının arkasındaki sebep de bu dümende payı olan eşi dostu kim varsa hepsini gammazlamış olması. Kendisi aynı zamanda 2009'a kadar dolandırdığı 1500 küsur mağdura da 100 milyon dolar civarında ödeme yapmakla yükümlü ama bu yazının yazıldığı an itibariyle bunun ancak 10-15 milyonunu ödemiş durumda. Demek ki neymiş, bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de oymuş; rehabilitasyon, nedamet vs. hepsi hikaye.

Scorsese'nin filmi Belfort'un soluğu "hapishanede" aldığı döneme kadar olan süreci pornografik bri ayrıntıcılıkla perdeye aktarıyor. DiCaprio'nun ağzından hikayesini anlatan Belfort bunu olabildiğince sarkastik bir şekilde yapıyor olsa da bıyık altından gülerek "yalnız zamanında da iyi eğlenmişiz be" diye düşündüğünü duyabiliyorsunuz. "The Wolf of Wall Street" gösterime girdiğinden beri en çok eleştirildiği nokta da hep burası oldu; gerek kaynak yazar gerekse de yönetmen sonu kötü bitmeye mahkum bir hikaye anlattıklarının bilincindeler ama işler iyi gidiyorken de hayatın ne kadar keyifli olduğunu gülerek yad etmekten de kendilerini alamıyorlar. 
 

İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olan Scorsese Amerika'yı Amerika yapan şeyin aralarında kan bağı olmayan insanların hayatta daha iyi yerlere gelebilmek için birbirlerine destek atıp kendi aile ünitelerini oluşturmaları olduğu kanaatinde belli ki. Belfort ve yandaşları Donnie (Jonah Hill), Brad (Jon Bernthal), Chester (Kenneth Choi), Nicky (P.J.Byrne), Toby (Ethan Suplee) için kurdukları şirket de böyle bir aile ortamı teşkil ediyor; hepsi en çok burada mutlular çünkü kendilerini yoktan var edip bir yerlere geldikleri, ne kadar ahlaksız olursa olsu  başarının ne olduğunu tattıkları yer burası. Bu sebepten Belfort iyice köşeye sıkışana kadar çalışanlarını gammazlamayı reddediyor ve gene bu yüzden Belfort'un şirkette yaptığı motivasyon konuşmalarını sanki bir spor filmi yaparcasına çoşku dolu bir şekilde filme alıyor Scorsese. 
 

Bu karakterleri hiç bir şekilde sevimli gösterme gayreti içinde değil yönetmen, her birini olabildiğince itin makatına monte hallerde portreliyor ama aynı zamanda yargılamıyor ve seyircinin yargılamasına da izin vermiyor. Sonuçta kendimiz ve yakınlarımız için bu hayatta elde edebileceğimiz her tür imkana sahip olmak evrensel bir güdü, dolayısıyla hiçbiriyle seyirci olarak özdeşleşmekte zorlandığımız tipler bu adamlar. "Tamam her biri ayrı pislik ama ya ne yapsalardı?" der gibi sanki Scorsese, "sizin gibi üç kuruşa hiçbir yere varmayan işlerde ömürlerini mi çürütselerdi?". Sonu kötü bitse de en azından kabuklarını kırıp kendilerinden bir şey yapmaya çalışan insanlar bunlar ve Belfort'un günümüzde daha iyi satıcı olabilmek için motivasyon seminerleri vererek hayatını sürdürdüğünü düşününce -kızını kaçırmaya çalışırken kaza yaptığı trajik sayılabilecek bir an dışında- ne derece ibretlik bir sonla karşılaştıkları da şüpheli. Madalyonun bu yüzü ile bir hayli ilgili olan yönetmen diğer tarafına hiç mi hiç eğilmiyor zaten. O yüzden Belfort'un birikimlerini gaspettiği, dolandırdığı bir tane karaktere rast gelmiyorsunuz 3 saatlik film boyunca. Neticede Wall Street çalışanlarının tezahürat ve kahkalarla izlediği bir yapım oluyor elinizde kalan.


İlk kez bir araya geldiği görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto ile birlikte dış seslerin, seyirciye dönük konuşan karakterlerin, donan karelerin ve whip-panlerin gırla gittiği alışılageldik üslubuna yakın bir anlatım dili tutturan Scorsese filminin uzunluğunu sıkıcı olmaktan çıkaran bir dinamizmle doldurmaya başarıyor. "Hugo"dan sonra burada da dijitalle çalışması beklenen yönetmen yeşil ekran önünde ya da az ışıkta çekilen sahneler dışında filmin çoğunu selüloid ile yapmış. Öte yandan dağıtımcı Paramount tarafından sinemalara dijital formatta dağıtımı yapılan "The Wolf of Wall Street" bu yönüyle bir ilk olma özelliğini de taşıyor. Bir başka birinci olduğu husus da süresi içerisinde 569 kez kullanılan "fuck" kelimesini en çok barındıran film olarak tarihe geçmesi.


Son tahlilde etik komplikasyonları bir tarafa bırakılabilirse şayet çok da büyük hayranı olduğumu söyleyemeyeceğim yönetmenin külliyatının öne çıkan örneklerinden birisi "The Wolf of Wall Street". Hakeza kabul ettiği her rolün hakkını fazlasıyla veren DiCaprio'nun kendini rolünün içine gömdüğü en etkili oyunculuklarından birini barındırmasının yanı sıra Margot Robbie'nin kısa ekran süresine rağmen kendisini bir gecede yıldız yapacak derecede beyinde ve vücudun muhtelif bölgelerinde yer eden bir çıkış yaptığı film olması itibariyle de önemli bir yapım.

Pazar, Kasım 21, 2021

Throwback Twenty: Spy Game - Tony Scott


90'lar Tony Scott için zirve dönemdi denilebilir zira kariyerinin en iyisi olarak kabul edilen birçok filme bu dönemde yaptı; "True Romance", "Crimson Tide", "Enemy of The State". Stil ve görsellik itibariyle yeni arayışlara girmeye başlaması da gene bu dönem içinde oldu. Yeni bin yıla girerkenki ilk filmi olan "Spy Game" kariyerinin ilk dönemlerindeki yönetmenliği ile sonradan benimseyeceği kimi alışkanlıkların başarılı sentezlerinden biri olmasıyla "Enemy of The State"in bir devamı sayılabilir. Zaten buradan sonra hep aykırı sularda gezinip "Unstoppable"a değin bir daha benzeri bir başarılı senteze imza atamamıştı rahmetli.


"Spy Game" isminin Tom Bishop (Brad Pitt) olduğunu sonradan öğreneceğimiz bir ajanın Çin'deki bir hapishanede gerçekleştirmeye çalıştığı başarısız bir mahkum kaçırma operasyonuyla açılıyor. Yıl 1991. Buradan sonra Nathan Muir (Robert Redford) ile tanışıp filmin büyük bir çoğunluğunun geçeceği Washington'daki CIA binasına yöneliyoruz. Muir Bishop'ı keşfedip teşkilata kazandıran kişi ve teşkilat Çin'deki fiyasko sonrasında iki ülke arasında gelişmekte olan ticari ilişkileri baltalayacak bir şeyler yapmak konusunda temkinli. Dolayısıyla Bishop'ın zahmete girmeye değer olup olmadığına karar vermek için üstadı Muir'e danışıyorlar. En azından ilk baştaki görüntü bu, tam niyetlerinin ne olduğunu Muir'e çok açık etmiyorlar. Bilmedikleri şeyse odadaki tek uyanığın kendileri olmadığı zira Bishop'ın üzerinin çizilmesinin an meselesi olduğunu hemen idrak eden Muir kendi akıl oyunlarını başlatıp odadakileri oyalamakla kalmıyor Bishop'ın kellesini kurtaracak bir plan geliştirmenin derdine de düşüyor hemen. Neden kendini bu kadar zahmete soktuğunu da Bishop'la nasıl tanışıp onu teşkilata soktuğunu anlattığı Vietnam'dan başlayıp Berlin ve Beyrut'a kadar uzanan flashbacklerden öğreniyoruz.


Makul çoğunluğu tek binada, hatta tek odada geçen film sadece flashback bölümlerinde bu mekanı terkediyor ve Scott her bir flashbacki farklı bir renk paleti ile sunarak dönemsel ve mekansal değişiklikleri vurgulamaya çalışıyor. Böylelikle Çin, Berlin, Vietnam, Beyrut ve Washington kendilerine özgü bir görünümle karşımıza çıkarken bizim de hikayeyi takip etmemiz daha kolay hale getirilmiş oluyor. Yukarıda da bir nebze değindiğim üzere hikaye ile Scott'ın yönetmenlik tarzının uyumlu olduğu belli başlı filmlerden birisi "Spy Game". "Enemy of The State"de de beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Dan Mindel ile birlikte çok dikkat dağıtacak görsel sihirbazlıklardan kaçınan yönetmen aynı zamanda hikayesini daha tempolu ve canlı anlatmasına yarayacak kadar da bunlara başvurup ideal bir denge yakalamayı başarıyor. Bunun en ilginç örneklerinden birini belki de Berlin'de bir çatıda gerçekleşen Muir ile Bishop arasındaki bir diyalog sahnesinde görmek mümkün. Scott'ın sahneyi helikopter kamerası ile çekmekteki ısrarını başta Redford olmak üzere anlam verebilen olmamış zamanında ve yapımcılar tarafından gereksiz maliyet olarak görülerek reddedilmiş. Bunun üzerine Scott kendi cebinden harcayarak bir helikopter kiralayıp istediği görüntüyü elde etmiş ve neticede ortaya çıkan sahne dinamizmi ile ayrıksılaşan bir sahne olmayı başarmış ki Redford da filmi izlediğinde Scott'a hakkını teslim etmekten kendini alamamış.


2001 yılı için çok uzak bir geçmiş olmasa da 2021'den bakıldığında milattan önce gibi duran soğuk savaş dönemine dair ilginç bir janr denemesi "Spy Game". İçerdiği fiziksel aksiyon son derece minimalken temposunu ve gerilimini Muir ile amirleri arasındaki kedi-fare oyunu oluşturuyor. Soğuk savaşın paranoyak ortamında bilgi birçok şeyden daha değerli ve Muir'in amirlerinin kendisinden sakladıkları şeyleri öğrenmekle kalmayıp bildiği şeyleri de onlardan saklayabiliyor olması hep bir adım önde olmasını sağlıyor ve bu sayede filmin sonunda istediğini elde etmeyi başarıyor. Bilginin gücüne dair bir fikir teatisi olmasının yanında filmine duygusal bir alyapı katmayı da başarıyor yönetmen zira neticede Muir ile Bishop arasındaki ilişki bir baba-oğul ilişkisinden çok farklı değil ve filmin tamamını bir babanın oğlunu kurtlara yem etmemek için canını dişine takması olarak okumak mümkün. Bu noktada oyuncu seçimi de çok manidar zira Pitt kariyerinin başlarında hep Redford'un varisi olarak görülmüş bir isim ki zaten Redford projeyi kabul ettiğini duyduktan sonra "Bourne"da yer almayı reddedip bu filmde rol almayı tercih etmiş. "Spy Game" çoğunlukla Redford'un şovu olsa da iki aktörün beraber belirdikleri bölümlerde daha bir şaha kalktığı söylenebilir.


İçinde bulunduğumuz dönem itibariyle soğuk sabaşa dair bir ajan filmine rastlamak zaten zor, olanlar da bu filmin sahip olduğu ünlü bir yönetmen, başrolde yıldız isimler, makul bir bütçe gibi birçok kalibreye sahip olamıyorlar maalesef. Dolayısıyla gerek ele aldığı dönem gerekse de sinemasal hususiyetleri ile olsun artık benzerlerine çok sık rastlanmayan ve düşününce iç çekilerek yad edilebilecek filmlerden birisi "Spy Game".

Cuma, Kasım 19, 2021

Hitman's Wife's Bodyguard


Ryan Reynolds'ın mizahını biraz daha özgün bir şekilde kullanabilen bir yapım nihayet. 2017 tarihli "The Hitman's Bodyguard" işin içine makul miktarda komedi katan eski usül bir aksiyon filmiydi. 4 yıl sonra gelen bu devam filmi ise içine aksiyon enjekte edilmiş saf bir komedi olmuş.


İlk filmin ardından korumalık lisansı iptal edilen Michael Byers (Ryan Reynolds) depresyonda ve terapistinin tavsiyesiyle bir tatile çıkmaya karar veriyor ama tam tatilin keyfini çıkarıyorken kabuslarının öznesi Darius Kincaid'in (Samuel L.Jackson) karısı Sonia (Salma Hayek) tarafından kaçırılıyor. Ondan sonrası işin içine Yunanistan'ın ekonomik problemlerinin acısını Avrupa Birliğini cezalandırarak çıkarmaya çalışan bir iş adamı (Antonio Banderas) ile onu ele geçirmeye çalışan bir interpol ajanını (Frank Grillo) da alan bir curcunaya dönüşüyor. İlk filmin senaryosuna imza atan Tom O'Connor bu filmi de kaleme alırken "Expendables 3" ile birlikte Hollywood'a kapağı atan Avustralyalı yönetmen Patrick Hughes bir kez daha yönetmen koltuğuna oturmuş. 


Hughes'un istihdamında etkili olan faktör tabii ki hem "Expendables"ların hem de bu serinin aynı yapım şirketinden, Avi Lerner'ın Millenium Media'sından çıkması. Lerner Doğu Avrupa'da konuşladığı stüdyolarında maliyeti ucuza getirerek kotardığı çoğu b-filmi statüsündeki aksiyonlarıyla tanınsa da Lionsgate gibi büyük stüdyoların çatısı altında hayata geçen daha ölçekli filmler de yapıyor. Tıpkı ilki gibi bu filmin de çoğunun Avrupa'da geçiyor olmasının yanı sıra sırtını yeşil ekrana dayamayan, artık işinde ustalaşmış aksiyon ekipleri ile çalışılan ve çoğunluğu fiziksel olarak filme alınan aksiyonuyla bunun bir Millenium filmi olduğunu anlıyorsunuz.  Özellikle "Red Notice" gibi tamamı stüdyo içi çekilmiş bir filmi izledikten sonra bu farklılık daha da bir göze batıyor. Reynolds-Jackson-Hayek üçlüsünün Avrupa'nın güzide şehirlerinde türlü türlü kovalamaca ve çatışmaya bulanmasını seyrederken izleyerek büyüdüğümüz eskilerin aksiyon filmlerinin başarılı bir şekilde modernize edilmiş bir örneği ile karşı karşıya olduğunu idrak ediyor insan. Sadece aksiyonuyla değil mizahı ile de eski kafalı bir film zaten "Hitman's Wife's Bodyguard". Kullandığı dilden tutun karakterlerini itin makatına sokmasına kadar son yıllarda iyice boğucu hale gelmeye başlayan politik doğruculuğu zerre tınlamayan kaba bir komedi bir anlayışı var ki birçoklarına hitap etmeyeceği aşikar olsa da ben birçok yerde katıla katıla güldüm. Eskiye yaslanarak tazeliğe ulaşmayı başarmış olması "Hitman's Wife's Bodyguard"ı ilginç ve eğlenceli yapan en temel hususiyeti.


Reynolds her zamanki gibi bir komedi fabrikası ama burada komedinin kaynağını kendisini türlü rezil durumların içinde bulması ve karakterinin Kincaid'lerce tefeye konulması oluşturuyor. Jackson bu sefer kendini biraz geri plana almış ve sahneyi Hayek'e devretmiş bir nevi, Hayek de bu durumun keyfini çıkarmış sonuna kadar. Yunan bir iş adamını canlandırması için Banderas'ı kullanmak biraz ilginç bir tercih olsa da gene de kadroyu zenginleştirdiği aşikar. Bu noktada katkısı yadsınamayacak bir başka isim de yan rollerde göze bata bata aksiyon starı olup çıkan Frank Grillo ve ağzı bozuk asabi interpol ajanında keyifli bir performans vermiş aktör. Hughes artık bu tarz aksiyonları zorlanmadan kotaran bir yönetmen olmaya başladı ama filmlerinin ritmini ve süresini biraz daha iyi ayarlaması da şart zira bu film de gereğinden en az bir yirmi dakika daha uzun. Böyle ufak bir iki sorunun haricinde bu yılın izlemeye değer ve iyi vakit geçirten filmlerinden biri "Hitman's Wife's Bodyguard".

Red Notice


Ben bu Dwayne Johnson'ı anlamıyorum. O kadar "sütoğlan bu, aksiyon mevzu bahis olunca elini taşın altına sokmuyor" diyerekten Vin Diesel a laf attı, bir dolu gürültü kopardı. O vakitten beri yaptığı filmlere bakıyoruz, hepsi CGI ortamlarda bilgisayar mahsülü tehlikelere karşı "mücadele" ettiği filmler; "Jumanji"ler, "Rampage", daha fragmanını izlerken insanı baymayı başaran "Skyscraper" ve bu yıl gösterime giren "Jungle Cruise". Aksiyon  denince işbilir kabul edilebilecek Stath ve David Leitch'in dahlolduğu "Hobbs ve Shaw" bile bir noktaya kadar bu problemden muzdaripti. 80'lerin aksiyon starlarının mirasına sahip çıkar gibi yapıp suni aksiyonlarla dolu filmlerle piyasaya çıkmak nereden baksan tutarsızlık. Kendisini sempatik bulmasam daha da saydıracam da neyse. Şahsının kadrolu statüye geçirdği Rawson Thurber ("Central Intelligence", "Skyscraper") isimli yönetmen arkadaşın yazıp yönettiği son filmi "Red Notice" buraya kadar yazdıklarımın tecessüm etmiş hali gibi. Bir kanun adamı (Johnson) ve birbirine rakip iki hırsız (Reynolds ve Gadot). Hırsızlar mısırlılardan kalma bir hazinenin, polis de hırsızları enselemenin peşinde. Bir noktada hırsızlardan biri diğerini yenmek için polisle işbirliği yapmak durumunda kalıyor ve olaylar gelişiyor. Indiana Jones ile buddy komedi filmlerinin hercümerc olduğu, izleyen beyni yorulmadan hoşca vakit geçirsin diye yapılmış bir film. Bu yormama gayesini hikayenin kaba hatlarını jenerik başlar başlamaz üst ses vasıtasıyla seyirciye aktarak ilk dakkadan belli eden yönetmen hikaye yazımındaki bu "pratik" yaklaşımını çekimler  esnasında da göstermekten imtina etmemiş. Zaten biraz da Covid yüzünden yüzde 90'ı CGI ortamlarda çekilmiş filmdeki bu yapaylık her karede kendini hissettiriyor. Böyle bir arka planda çekilen aksiyon sahneleri de -fena çekilmemiş olmasına rağmen dublör kullanmının çok göze battığı bir iki parkurlu sahne dışında- insanda en ufak bir heyecan duygusu uyandıramıyorlar çünkü perdede olup biten o kadar sahte duruyor ki karakterlerin herhangi bir tehlike içeren bir durumda olduklarına inanmayı beyniniz reddediyor.  Yönetmen hanesindeki bu kifayetsizlik yüzünden bir süre sonra filmin elinde kalan yegane silahı olan karakterlerin inandırılığını sorgulamaya da başlıyor ve kani olamayınca karakterleri değil onları canlandıran aktörleri izlemeye başladığınızı farkediyorsunuz; mevzu Reynolds, Johnson ve Gadot'nun kendi aralarında yaptıkları bir müsamereyi izlemeye dönüşüyor belli bir noktadan sonra. Gal Gadot ne güzel bulduğum bir kadın ne de ilgi çekici olduğunu düşündüğüm bir aktris olmadı bu kadar, dolayısıyla beni filme çeken Reynolds ve Johnson arası dinamikti zira "Hobbs ve Shaw" da yer alan kısa sahneden buradan eğlenceli birşeyler çıkabileceğini biliyorum. Yapımcılar da bunun ayırdında olacak heral Gadot'ya "sen femme fatale'sın cool ol, çok ortalarda dolanma" deyip sürenin çoğunu Reynolds ve Johnson'a ayırmışlar ayırmasına ama aktörleri kullanmakta yaratıcılık göstermekten acizler. Ryan Reynolds bir kez daha Deadpool'u, Hannibal King'i ve bizzat kendisini canlandırıyor; Johnson da onun karşısındaki düz adam sami'yi. Reynolds'ın sarkastik karizma konusundaki yeteneğini artık tüm dünya biliyor ama böyle her filme yerli yersiz enjekte edildiğini görmek de baydı artık. Sanki film ekibi aktörü değnekle dürtüp "hadi komik bişeyler söyle de çekelim" demişler gibi bir görüntü söz konusu. Dwayne Johnson'ın isteyince komedi yapabildiğini bilmiyor olmaları mümkün değil, hal böyleyken aktörleri akla gelen personalarının zıttı bir karaktere bürüme yoluna neden gidilmemiş anlamak mümkün değil.  Neticede milyonlarca dolar para döküp dahil olan herkesin hanesine kreatif bir mağlubiyet olarak yazılacak bir yapım ortaya çıkaran Netflix ve cemi cümle yapım ekibini canı gönülden kutlayarak sözü noktalayabilirz.

One Shot


Scott Adkins filmografisini elimden geldiğince takip etmeye çalıştığım, sevdiğim ve saygı duyduğum bir aktör. 80'lerde piyasada olsaydı muhtemelen ortalığı silip süpürecek yetenekte bir isim kendisi ama yanlış bir zamana denk geldiği için direct-to-video filmlerine sıkışıp kalmış bir hazine. O yüzden her yeni filmine denk geldiğimde bu adam daha üst düzey prodüksiyonlarda şans bulsa neler olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Gerçi bir çok A-bütçe filmde belirmişliği de var ama genelde yan rollerde harcanıyor kendisi daima. Umuyorum kadrosuna katıldığı açıklanan sıradaki "John Wick" filmi bu durumu biraz değiştirir ve yaşlanıp filmlere dövüş koreografisi hazırlama kariyerine kaymadan kendisinin merkezinde yer aldığı stüdyo filmleri izleme şansına erişiriz.


Diğer taraftan şöyle de bir şey var, video piyasasından ara ara göz adı edilmeye müsait iyi filmler çıkabiliyor ve sevinerek belirtebilirim ki aktörün yeni filmi "One Shot" bunlardan biri. Adkins'in canlandırdığı Jake Harris'in başında olduğu bir özel tim, Guantanamo benzeri bir üste tutuklu olan bir mahkumu alıp Washington'a getirmesi gereken CIA analisti Zoe Anderson'a (Ashley Greene) eşlik etmekle görevlendirilirler. Bu tutuklunun peşine düşenin bir tek onlar olmadığını anlamamız çok uzun sürmez ve kısa süre sonra kamp saldırıya uğrar. Hikayesinin özü bu olan filmin ismi hem hikayenin içeriğine atıf yaparken (mahkumun sağ salim kamptan alınıp Washington'a getirilmesi, gerçekleşmesi beklenen bir saldırının önüne geçilmesini sağlayacak yegane şey) hem de çekiliş tarzına atıf yapıyor zira "One Shot" tamamı tek plan çekilmiş bir film. 


Şahsen uzun planları tüm filme yaymaya çalışan yapımların çok da hayranı sayılmam ama yapım ekibinin hakkını teslim etmek lazım. Filmografisi bir başka Adkins filmi olan "Eliminators" dışında video franchiselarının devam filmlerinden müteşekkil olan ("The Marine 5", "Green Street 3") yönetmen James Nunn ister ister filme sirayet eden düşük bütçesini bir avantaja dönüştürmeyi başarıyor.  Eski bir askeri üstte çekilen film bu alanın dışına çıkmayarak çapını aşacak işlere hiç girmiyor. Onun yerine tüm kaynaklarını ve enerjisini bu alan içinde yapabileceklerine ayırıp çatışmasından tut patlamalarına kadar daha üst liglerde mücadele eden janrdaşlarını kıskandıracak bir kalite tutturmayı başarıyor. Bu tarz tek plan filmlerin bir noktadan sonra bayacağını bilen yönetmen sözü çok uzatmadan aksiyona dalarak da akıllıca bir iş yapıyor. Zaten ideal bir sürede hikayesini noktalayan filmin aksiyon dışı diyaloglu sahneleri de insanı bayan türden değil ayrıca. Hatta 11 eylül sonrası terör algısındaki değişimlere dair ufak tefek bir iki kelam etmeyi de beceriyor senaryo. 
 

Adkins'in etrafında toplanan oyuncu kadrosu da bu noktada başarılı. Gerçi Ashley Greene'in vaktinden önce göçmüş yüzü biraz dikkat dağıtıyor olsa da  uzun zamandır kendisini izlemediğim kampın idaresinde sorumlu Yorke'u canlandıran Ryan Philippe ve onun yardımcısı rolünde Terence Maynard bu açığı fazlasıyla kapatıyorlar. Buradan gayrısı Scott Adkins şov zaten. Gerçi aktörün filmlerini dövüş sahneleri sebebiyle izleyen  benim gibiler için ilk başta hayal kırıklığı gibi görünebilecek bir husus "One Shot"taki aksiyonun yüzde 90'ını silahlı çatışmaların  oluşturuyor oluşu. Diğer taraftan filmin çoğunu kamera ensesinde geçiren aktör müthiş bir kondüksiyon göstererek yeri geldiğinde bıçakla stealth de yapıyor john wick misali tabancası ile kötü adam da telef ediyor. Dolayısıyla tekme atma yeteneğinin bu filmde kendini çok arattığını söylemek haksızlık olur. Son tahlilde düz bir şekilde çekilmiş olsa oldukça sıradan olabilecek bir hikayeyi çekiliş tercihleriyle farklı ve izlenebilir kılmayı başaran, sadece Adkins hayranları değil aksiyon sever herkesin de birşeyler bulabileceği, senenin iyi filmlerinden birisi "One Shot".