Salı, Mart 22, 2022

The Cursed


Ağırlıklı olarak 19.yüzyılda bir kasabada geçen "The Cursed" -ya da geçen yıl görücüye çıktığı Sundance'deki ve aslında daha özgün olan ismiyle "Eight For Silver"- toprak sahiplerinin zorla yerlerinden etmekle kalmayıp acımasızca katlettikleri çingene güruhundan büyücü bir kadının ölmeden evvel kasaba ahalisi üzerine lanet salması ve akabinde musallat olmaya başlayan bir yaratığı konu ediniyor. Klasik tasvirlerinden farklı sunuluyor ve bu ad filmde hiç kullanılmıyor olsa da gümüş kurşunla telef edilebilmesinden mütevellit bu yaratığın bir kurt adam türevi olduğunu söyleyebiliriz. Boyd Holbrook benzeri bir canlı tarafından ailesi katledilmiş, haberleri duyunca aynı yaratık olabileceği düşüncesiyle kasabaya yaratığı avlamaya gelmiş bir doktoru canlandırırken Alistair Petrie, Kelly Reilly ve Amelia Crouch da küçük oğulları bu yaratığın ilk kurbanlarından olmuş bir ailenin mensuplarına hayat veriyorlar.

Sinemasına aşina olduğum bir isim olmayan yönetmen Sean Ellis anladığım kadarıyla korku sinemasıyla daha önce de cebelleşmiş bir arkadaş ama türün gereklerini ve bir korku filmini etkili kılan unsurları çok da idrak edebilmiş bir yönetmen intibası uyandırmıyor maalesef. Gerçi hakkını yemeyelim, ilk yarım saati itibariyle ilgiyi üzerinde toplamayı başarabilen bir dünya kuruyor. Tarihi korku filmleri her daim ilgimi çeken bir tür olmuştur ve Birinci dünya savaşında Sonne muharebesinde başlayıp akabinde 30 yıl öncesine ışınlanan "Cursed" de başlangıcı itibariyle pişman etmiyor. Her ne kadar kifayetsiz bir VFX çalışmasından muzdarip olsa da uzaktan kesintisiz bir sabit planla başlayıp bir  hayli vahşi biçimde portrelenerek devam eden çingenelerin katledildiği bölümler ve ardından özellikle çocuklara musallat olan rüyalarla birlikte seyirciyi germeyi başarıyor yönetmen. Fakat çok salaş biçimde gerçekleşen ilk saldırı ve akabinde yaratığın zuhur etmesiyle birlikte hızlı bir şekilde kan kaybetmeye başlıyor film. Muhtemelen bütçe kısıtından ileri gelen bir durum olarak yaratığın olduğu tüm sahneler kıyısından köşesinden çekilen, hızlı kurgulanan sahneler ve ne olup bittiğini anlamak çok da mümkün olmuyor. Bunda yönetmenin gotik ve depresif bir atmosfer yaratmayı düpedüz kötü ışıklandırılmış bir film çekmekle aynı şey addedmesinin payı da büyük. Radikal bir hareketle dijitale yüz çevirip 35 mm filmle çekilmiş "Cursed"ün görüntü yönetmenliğini de üstlenen Ellis geniş açılı atmosfer kurucu görüntüleri oluştururken bu tercihinin faydasını bir hayli görse de aynı zamanda gündüz sahnelerinde bile karakterlerin ne yaptıklarını seçmenin zor olduğu bir film yapmayı başarmış kendisi. 


Akıcılık noktasında da sıkıntılı bir film "Cursed". Aradan bir buçuk saat geçmiş, yaratığın kendisi ve nasıl ortaya çıktığı üzerine gayet net bir fikir edinmişiz ama yönetmen hala bu nokta üzerinden gizem ve gerilim yaratmanın peşine düşerek hem filmin temposunu baltalıyor hem de daha kompakt bir şekilde anlatılsa kendisi için daha hayırlı olacak bir öyküyü gereksiz yere uzatarak seyirciyi bayma günahını da işliyor maalesef. Aslında fena olmayan bir  finali var filmin ama o noktaya değin ayağını sürüdüğü için tesirini büyük ölçüde kaybediyor maalesef. Etkileyici girizgahını kötü tercihlerle mundar etmiş, kaçırılmış bir fırsat kalıyor elde.
 

Perşembe, Mart 10, 2022

Vertical Limit (2000) - Martin Campbell


Dağcı olmasına rağmen kızkardeşinin hayatını kurtarmak için babasının ölümüne sebep olduğundan beri tırmanmayan Peter'ın (Chris O'Donnell), o günden beri aralarının bozuk olduğu kızkardeşi Everest'ten sonra dünyanın en yüksek ikinci dağı olan K2'ye tırmanırken fırtınaya yakalanıp mahsur kalınca bir ekip toplayarak kardeşini kurtarmak için başlattığı operasyonun öyküsü "Vertical Limit". Esasında çıkış noktası itibariyle de feci andırdığı "Cliffhanger"ın devam filmi olarak tasarlanmış film sonradan bağımsız bir hikayeye dönüşmüş. 


Nette yazılanlara bakılırsa dağcılık sporunun en kötü temsillerinden biri "Vertical Limit" ki filmi izlerken de yönetmen Martin Campbell'ın dağcılığın otantik bir tasvirini yapmaktan ziyade Himalaya'nın eteklerinde birbirinden gerilimli anların peşisıra yaşandığı bir hikaye anlatmanın peşine olduğunu görmek mümkün. Bu gerilimi yaratırken filmde gösterdiği aksiliklerin bu yoğunlukta gerçekleşme olasığı üzerine çok da kafa yormamış anladığımız kadarıyla. Peter ve ekibi mahsur kalanları kurtarmak için sırtlarında bir tüp nitrogliserin taşıyorlar mesela tırmanırken. Film böylesine dengesiz bir patlayıcının mahsur kalanları kurtarmak konusunda nasıl işe yaracayağı konusunda bizleri çok da aydınlatma zahmetine girmediği  gibi  ekiptkilerin hayatını tehlikeye atmak ve çok da önemli olmayan yan karakterleri itlaf etmek için bir araç olarak kullanıyor nitroyu. Filmin dağcılığa yaklaşımı da nitroyu ele alışı ile aynı, karakterlerin karlı kayalıklarda ölümle burun buruna geldiği gerilimli bir hikaye anlatmak için arka plan olarak seçilmekten öteye gitmiyor.


Diğer taraftan dağcılık sporunun ne derece özenli portrelendiğine benim gibi çok takılmıyorsanız filmden bir hayli keyif almak mümkün. Martin Campbell aniden seyircisini sarsan ve kemiklerin kütürdeği şiddet sahneleri yaratmakta mahir bir yönetmen olageldi hep. Burada da kurgucu Thom Noble sayesinde özellikle yükseklik korkusu olanların yüreğini ağzına getirecek bir dolu gerilimli sahneyi ard arda sahnelemeyi başarıyor. Makul bir kısmı K2 dağının yer aldığı Pakistan ve onun muadili olarak kullanılan Yeni Zelanda dağlarında çekilen film gerilimli sahnelerde çoğunlukla stüdyo ortamından ve özel efektlerden faydalanıyor olsa da aktörlerini çoğunlukla gerçek dağ ortamında gezdirmekten de imtina etmiyor. Usta görüntü yönetmeni David Tattersall da bu görselliği filme başarılı bir şekilde yedirmeyi başarıp ortaya cool bir görselliğe sahip bir film çıkarıyor. 90'ların yıldız adaylarından Chris O'Donnell'ın "Batman&Robin"in kariyerine sinen tortusunu silkelemekle uğraştığı bir dönemde başrolünde yer aldığı film her daim güvenilir Scott Glenn ve Bill Paxton'ın yanı sıra günümüzün saygın aktörleri haline gelmiş Ben Mendehlson ve Alexander Siddig'i de barındıran ilginç oyuncu kadrosuyla da göz atmaya değer bir yapım.

Pazartesi, Mart 07, 2022

Fresh


Feci halde yalnızlıktan muzdarip Noa (Daisy Edgar-Jones) karşısına devamlı kazma herifler çıkıp durmasından bezmişken karşısına hem eli yüzü düzgün, hemi sempatik, hemi de iş güç sahibi Steve (Sebastian Stan) ile karşılaşınca neye uğradığını bilemez, üç günde tutulur elemana. Hatta beyni o denli donmuştur ki daha yeni tanıdığı adamla haftasonu tatiline gitmeyi bile kabul eder, en yakın arkadaşının uyarılarına kulak asmaksızın. Tatil vakti gelip çattığında herifin gerçek olamayacak kadar kurgu bir karakter olduğunu acı bir şekilde öğrenir Noa; Steve yakaladığı kadınların etlerini parça parça kesip zengin müşterilerine satan bir cerrah/aşçıdır, satmakla kalmaz sadece, kendisi de meftunudur kadavranın, özene bezene pişirir pişirir yer. Ne hikmetse müşterileri en çok kadın etine düşkündür, o yüzden kurbanları da hep kadındır. Noa çok geçmeden vücudunun bir yerlerini feda etmeden buradan kurtulmanın mümkün olmadığını da anlar, bura denilen yerde yegane damızlığın kendisi olmadığını da.


Janr filmi olarak tasarlanıp belli mevzularda alttan alta bir iki kelam etmeye yeltenen filmlerden "Fresh" ve bunlardan birini diğerine göre daha iyi yapıyor ki o da göreceli olarak, söylenen şeyi bir izleyici olarak sizin ne kadar dinlemeye değer bulacağınıza göre değişir çünkü. Zaten lafını çok ince bir şekilde söylemek gibi bir derdi de yok;kadın etinin bir erkek tarafından kesilip başka erkeklere satıldığı bir hikaye neticede bu. Erkekleri gömerken kadınlar da es geçilmemiş gerçi; yalnız kalmak korkusuna olmadık elemanla yüzgöz olan, eli yüzü birine denk gelir gelmez de mala bağlayan Noa olsun; kocası ve çocuklarının babası olan Steve'in yediği herzeleri bilmekle kalmayıp yardım yataklık yapmaktan geri durmayan, Steve'in eski bir kurbanı olduğunu prostetik bacağından idrak ettiğimiz karısı Ann (Charlotte Le Bon) olsun, hemcinslerine de sağlı sollu giydiriyor film ekibi. Woke-feminist bir filme yakışır bir şekilde en aklı başında karakter olarak beliren, hemi zenci hemi de lezbiyen Mollie bile kendine fazla güveneyim derken Steve'e paçasını kaptıracak kadar salaklaşan bir tip burada. Ben en azından bu yönünü özgün buldum.


İşin janr kısmına geldiğimizde elimizde çok da ele avuca gelir birşey yok ne yazık ki. Çıkış noktası yamyamlık üzerine kurulu, derdi de olan bir hikaye anlatmak niyetiyle yola çıkıyorsanız elinizi korkak alıştırmayıp arada bir iki mide kaldırmayı göze alabiliyor olmanız lazım. İçeriğine kıyasla son derece +13 bir film "Fresh" ve bu durum bu içerikle uyuşmuyor hiç. Yani bir "Society" çılgınlığı görmeyi de ummuyor kimse ama gene de ait olduğu janra dair beklentileri karşılama yönünde biraz gayret gösterilse iyiymiş. Bu çekingenlik filmin feminist cakasını da bozuyor ister istemez, söylemek istediklerini makul miktarda bir kan ve vahşet ambalajjıyla seyirciye sunsaymış seyircinin beynine de mesajını çiviyle çakma şansını yakalayabilirmiş aslında yönetmen. İmtina edilmiş, kaybedilmiş. Film bittikten sonra ara sahnede bunlar aslında satanistti demek filminizi korku filmi yapmaya yetmiyor ki son derece gereksiz bir ekleme olduğu kanaatindeyim. Şık da bir oyuncu kadrosu var halbuki, Edgar-Jones, Stan ve Le Bon bir kan banyosunun ortasında oluşturacakları tezatın göze batmamasının imkansız olduğu güzellikte oyuncular, değerlendirilebilirmiş en azamisinden. Neticede kaçırılmış bir fırsat, beklentileri -varsa şayet- çok da karşılayamayan bir çalışma.