Perşembe, Nisan 29, 2010

Micmacs


Jean-Pierre Jeunet, Michel Gondry gibi insanı hayran bırakan orjinal fikirleriyle son derece yaratıcı bir yönetmen. Fakat her filminde aynı yönetmenlik çizgisini korusa da her filmi aynı izlenebilirlik düzeyine sahip olmuyor. Dolayısıyla Jeunet'nin yeni filmi "Micmacs à tire-larigot" başyapıtı "Amelie"de olduğu gibi kendi içinde birçok hoş an barındırsa, onun bütüncül kalitesinden fersah fersah uzak. Babası mayına basarak ölen, kendi de bi mafya hesaplaşmasının ortasında kaldığı için kafasının içinde bi kurşunla yaşamak durumunda kalan bi adamın, bu silah ve mayınları üretenlere kendi çapında savaş açması gibi esasında ilginç ve eğlenceli bi hikayeye sahip olan "Micmacs", yer yer sıkıcı olmaktan kurtulamıyor ne yazik ki. Silahlanma üzerine bi kara komedi olan film içeriğindeki absürd ayrıntılara fazlaca odaklanıp asıl hikayesini ıskalıyor, süresini gereksiz yere uzatıyor. Ancak son 20-25 dakikasında asıl kıvam tutturularak şık bi final sunulmuş olsa da bu bütünün içindeki kopuklukları unutturmuyor. Zamanında "Alien" serisinin bana göre en iyi filmine imza atmış, sonrasında "Amelie" gibi bi yapıtla herkesi kendine hayran bırakmış bi yönetmen için kalitesinin altında bi çalışma  olmuş neticede.

Calvaire


Hayatını huzurevleri gibi yerlerde şarkılı varyeteler yaparak kazanan Marc, noel öncesi yeni programına yapacağı yere giderken ormanlık bi yerde arabası bozuluyor. Yağmurlu havada sığınacak bi mekana ihtiyacı olan Marc, o havada kapkaranlık ortamda köpeğini aradığını söyleyen bi spastiğin aklına uyup yakınlardaki bi pansiyona gidiyor. Marc'tan başka bi Allah'ın kulunun bulunmadığı bu mekanı işleten adam kendisinin de eski bir sahne sanatçısı olduğunu, başka bir sanatçıyı ağırlamaktan keyif alacağını, bozulan arabayı da tamir edebileceğini söylüyor. Bir uyarıda bulunmaktan da kendini alamıyor: "sakın kasabaya gitme, ordakiler kötü insanlar".  Hakkaten de dediği gibi kasabalılar pek sağlam ayakkabı değil zira canı sıkılıp dolaşmaya çıkan Marc, yakınlarda bi ahırda bi grup kasabalının yavru bi domuzla halvet olduklarına şahit oluyor! Ama gel gör ki otel sahibi de pek tekin bi herif değil, her hareketinde bi dengesizlik farkediliyor. Zaten bi süre sonra da adam gerçek yüzünü gösterip talihsiz Marc'a dünyayı dar ediyor.

Fransa-Belçika-Lüksemburg ortak yapımı olan, mekan olarak Belçika'yı seçen 2004 yapımı "Calvaire" fransızcada çile anlamına bi kelimeymiş. Hakkaten de filmi izledikten sonra daha uygun bi isim bulunamazdı heralde diye düşünüyorsunuz. Yönetmen Fabrice Du Welz filminin sevme ve sevilme ihtiyacı üzerine olduğunu ifade etmiş bi röportajında, ilk başta saçmalamış gibi görünse de yerinde bi tespitte bulunmuş aslında. Filmin başında huzurevinde şarkıcıya ilgilerini açığa vuran kadınlardan tutun da kendisini terkeden karısının yerine onu hatırlatan herhangi birini koyacak denli yalnızlık içinde olan otel sahibine, yada domuzlar oynaşmak dışında meyhanede birbirleriyle dans etmekten de hoşlanır görünen kasabalılara kadar herkesin temel derdi bu aslında. Ama hikaye akışında bunu o kadar zıvanadan çıkmış bi biçimde dışarı vuruyolar ki ortada sevgi falan değil, bir sapkınlık ve cinnet hali kalıyor. Otel sahibi karısının hasretiyle yanıp tutuşurken kasabalılar da aynı duygudan muzdarip görünüyorlar. Her ne kadar aralarındaki ilişki tam olarak açık edilmese de otelcinin karısının zamanında muhtemelen kasabalının da arzu nesnesi olduğu anlaşılıyor. Sonrasında kadın öldü mü kaçtı mı tam olarak bilemesek de arkada kalan adamlar onun yerine birisini koyma ihtiyacı içinde yanıp tutuşuyorlar. Marc'ın ortaya çıkması ise herkesin dikkatini ona yöneltmesine sebep oluyor ki bu Marc için sonun başlangıcı demek.


"Calvaire"in medeniyetten uzak, ücra yerleri dehşetin kaynağı haline getirmeyi amaç edinmiş korku filmleri içerisinde ayrıcalıklı bi yere sahip olacağı kesin zira insanı kıra bayıra çıkmaktan soğutacak denli yıpratıcı bi yapıt. Öyle oluk oluk kan akan, türlü türlü kesme biçme sahnesinin olduğu bi film olmamasına rağmen 88 dakikalık süresi içerisinde filmin merkezindeki şarkıcının ağzına resmen sıçılması yönüyle son on yıl içinde çekilmiş en rahatsız edici filmlerden biri muhtemelen. Yönetmen Du Welz, düşük ışıklandırma ve geleneksel anlatımdan uzak yönetmenliğiyle neredeyse minimalist bi korku filmine imza atmış, filmin tamamına yakınının müziksiz geçmesi de bu hissi pekiştiren özelliklerden biri. Başroldeki Laurent Lucas'tan arıza filmlerin arıza oyuncusu Philippe Nahon'a kadar tüm oyuncu kadrosu da filmin iticiliğine katkıda bulunuyorlar. Du Welz daha sonra başrolünde Emmanuelle Beart'ın olduğu "Vinyan" adlı bi fime imza attı, ki o filmin de başarılı bi yapım olduğu kulağımıza gelen duyumlar arasında. "Calvaire" kesinlikle herkese göre olmayan, beğenseniz bile bi daha izlemek istediğinizde tereddüte düşeceğiniz bi film, bu yüzden de ilginç bi deneyim.

Çarşamba, Nisan 21, 2010

Get out of my fucking sight!


- "You call Mecklen?"
- "I got the machine."
- "What did you say?
- "I leave message."
- "I know you left a message, what did you say?...Hugo, you're staring at me like I just asked you for the fucking square root of something. What did you say to Mecklen on the little motherfucking machine?
- "That you were returning his call and you were very, very concerned."
- "Wow, that's fantastic work, man. You have the wisdom of a 6,000 or 7,000-year-old man, that's fantastic. We don't have to fill up the whole blackboard after all. Do me a favour, will you? Will you tell me what that is? "
- "About what?"
- "Look at the coller on that coat... whats that look like, that stain?"
- "I dunno... Cinnamon roll?"
- "Cinnamon roll? the cinnamon, the roll of the cinnamon. That looks like jizz... The Eastern European jizz...That looks like some fuckhead, shot his load on a 12000 dollar calf's skin jacket, the twist, it's my 12000 dollar calf's skin jacket! So you got the semen, ok, you got the human ejaculate  that's been allowed to soak in for like seven hours, alright. Work its way into the fabric fuckin fibers..."
- "If you like I send out?"
- "...To what? Incinerate? Hugo! There isn't a fuckin laundry detergent or dry cleaning product, known to man, that will get that clean. Some shit, suffice it to say, just don't wash out."
- "Do you want me an apology?"
- "Only if you really truly mean."
- "I very sorry."
- "...Are you a collasal fuckin idiot?"
- "I am, yeah."
- "Get the phone, it's probably Mecklin. Get Fatolli up here and start cleaning all right? And please for me will you do one thing? Get out of my fucking sight."

- "Mecklen'ı aradın mı?"
- "Telesekreteri çıktı."
- "Ne dedin?"
- "Mesaj bıraktım."
- "Mesaj bıraktığını biliyorum, ne dedin?.. Hugo, sanki sana bir şeyin karekökünü sormuşum gibi bakıyorsun bana. O s.ktiğimin telesekreterine ne söyledin?"
- "Onu geri aradığını ve çok endişeli olduğunu..."
- "Vay be, şahane iş çıkarmışsın dostum! Sende 6,000 yaşındaki bir adamdaki bilgelik var, bu olağanüstü, karatahtanın hepsini doldurmamıza gerek yok anlaşılan. Bana bir iyilik yap, olmaz mı? Bunun ne olduğunu söyler misin bana?
- "Neyin?"
- "Paltonun yakasına bak. Neye benziyor o leke?"
- "Bilmem, tarçınlı kek?
- "Tarçınlı kek? Kekli tarçın, tarçınlı kek... Daha çok sperme benziyor! Evet, Doğu Avrupa spermi! Görünüşe bakılırsa s.kkafalının teki 12,000 dolarlık cekete yükünü boşaltmış, benim 12,000 dolarlık ceketime! Yaklaşık 7 saattir senin menini, senin spermini emmesine izin vermişsin. Anladın mı? Kumaş liflerinin içine..."
- "İstersen göndereyim."
- "...Neye? Yakmaya mı? Hugo! Bunu temizleyecek herhangi bir çamaşır deterjanı ya da kuru temizleme ürünü yok. Uzun sözün kısası, bazı lekeler asla çıkmaz!"
- "Özür dilememi mi ister misin?"
- "Eğer gerçekten içinden geliyorsa..."
- "Çok üzgün ben."
- "...Sen kocaman bir dangalak mısın?"
- "Öyleyim, evet."
- "Telefona bak, muhtemelen Mecklen. Vitoli'yi buraya çağır ve temizliğe başla. Ayrıca benim için de bir şey yap olur mu? S.ktirgit gözümün önünden!"
 
Smokin' Aces (2006) - Joe Carnahan

Pazartesi, Nisan 19, 2010

Jennifer's Body


"St. Jude, patron saint of hopeless causes, please give me the power to crush this bitch!"
(Çaresizlerin kurtarıcısı Aziz Yehuda, şu kaltağın hakkından gelmem için gerekli gücü bana bahşet!)

"Jennifer's Body" başlarda çok umutla beklenen bi projeydi. Zira "Juno" ile herkesi şaşırtmış eski striptizci yeni senarist Diablo Cody'nin imzasını taşıyordu. Başrole de Hollywood'un yeni scut füzesi Megan Fox'u koymuşlardı, daha ne olsundu, seyirci akın akın dolduracaktı salonları. İşi riske atmamak için Fox'un sette çekilmiş üstsüz fotoğrafları da basına sızdırıldı. Artık herkes Megan Fox'un göğüslerini temaşa etme fırsatı veren bu filmi bekliyordu. Ama film gösterime girip başrol oyuncusunun gayet giyinik bi biçimde arzı endam ettiği anlaşılınca hitap edilen kitlenin niceliği bir anda düştü. Bununla kalmadı hem izleyiciler hem de eleştirmenler filmin ağzına sıçtılar. Neticede 2009'un en büyük gişe başarısızlıklarından biri olarak tarihe geçti "Jennifer's Body".


Filmin konu edindiği şey lisenin afeti devranı Jennifer'ın bi gün başarıya aç bi müzik grubu tarafından bu emele ulaşmak amacıyla şeytana kurban edilmesiydi. Kurban edilecek kişinin bakire olması gerekirken kendi ifadesiyle "arka kapı" bekareti bile kalmamış olan Jennifer şeytana adak olarak sunulunca işler sarpa sarıyor, normalde ölmesi gereken Jennifer hem hayatta kalmak için hem de intikam almak için erkekleri öldürüp yiyen yarı zombi yarı insan bi mahluka dönüşüyordu. 
 

Ondaki bu değişimi farkedense en yakın arkadaşı, aynı zamanda okulun ineği Needy oluyor ve bu durumun önüne geçmeye karar veriyordu. Senarist Cody'nin "Juno"daki işçiliğini takdir etmiş olsam da bu hikaye taslağıyla film o kadar da ilgi çekici durmuyordu açıkçası. Bir de üstüne yazılıp çizilenleri okuyunca ister istemez kötü çıkması beklentisiyle filmi izler hale gelmiştim. Fakat tüm söylenenlerin aksine gayet eğlenceli bi yapımla karşılaştım. 
 

Bi kere senaristin ilk filminde de fark edileceği üzere müthiş bi dialog yazma kabiliyeti var. Filmin en büyük sürükleyici gücü de bu zaten, zira dialoglar oyuncuların ağzına şahane oturmuş. Yani kastla senaristin müthiş bi uyum sergilediği, iyi yazılmış ve iyi oynanmış bi film var karşımızda. Megan Fox, süs bebeği görüntüsünün ötesinde yeri geldiğinde rol de kesebileceğini ele güne kanıtlamış, kendisinden kat kat daha iyi bi oyuncu olan Amanda Seyfried karşısında hiç ezilmiyor. Seyfried "güzel kızın yanında gezen çirkin ördek yavrusu" rolü için fazla şeker ve düpedüz güzel bi oyuncu olsa da gene de Needy için ideal bi seçim olmuş. 
 

Zaten bu filmden karlı çıkan yegane isim o zira akabinde sürüyle filmle karşımıza çıkmaya başladı, resmen işleri açıldı hatunun. Burda Fox'la karşılıklı uyumları çok yerinde. Yan rollerde, her daim iyi bi aktör olan Adam Brody, "Chip" rolündeki Johnny Simmons ve tabii ki J.K.Simmons da son derece keyifli oyunculuklar sergilemişler. Filmi linç edenlerin bile toz konduramadığı soundtrackini ben o kadar da tutmadım(All Time Low'dan Toxic Valentine ile The Sword'un Celestial Crown'u hariç). Fakat Theodor Shapiro'nun film için bestelediği bir iki melodi var ki şahane (rock grubunun Jennifer'ı götürdüğü sahnede ve finalde Jennifer'la Needy kapışırken çalan müziklere dikkat!).

Filme lezbiyen bi alt metin yerleştirilmiş. Jennifer her ne kadar girdiği her ortamın ilgi odağı olmayı becerse de en yakın arkadaşı Needy, onun yanında sönük kalan görüntüsü ve ingilizcedeki "dork" kelimesiyle en iyi şekilde ifade edilebilecek karakteriyle bi bakıma Jennifer'ın cazibesinin sağlamasını yapıyor. Bu nedenle Jennifer Needy'ye ihtiyaç duyuyor, bu ihtiyaç da film ilerledikçe aşikar olacağı üzere cinsel bi çekime doğru yol alıyor. Jennifer kurbanlarını seçerken de Needy'ye olan hislerinden hareket edip onun çevresindeki erkeklere dalıyor. İşin garibi Needy de Jennifer'a karşı boş değil! Gerçi hikaye ilerledikçe hissiyatı nefrete doğru kaysa da başlarda resmen hayran hayran bakıyor Jennifer'a, bir dediğini iki etmiyor. Bu çerçevede finaldeki kolye kopartma sahnesi de hikaye için anlamlı bi son oluyor. 

 
Filmin en büyük sorunu tonunu tutturamaması, yani komedi mi korku mu, yoksa dram mı olduğu pek anlaşılmıyor. Hepsinden bi tutam atılmış ama ahenkli bi karışım oluşturmak yerine çorbaya çevirmişler. Gerçi bu filmin egzantrik haline katkıda bulunmuyor da değil. Ama neticede gişedeki hayal kırıklığının en büyük nedenlerinden biri de bu oldu aynı zamanda. Yapımcılar filmi korku diye satmaya çalışmak yada Megan Fox teşhirciliği yapmak yerine ellerindeki yapıtı en doğru bir şekilde seyirciyle buluşturmaya kafa yorsalardı bu derece hor görülen bi sonuç çıkmayacaktı ortaya muhtemelen. Finansörlerinin hıyarlığına rağmen izlemeye değer, keyifli bi film "Jennifer's Body", aşağıda bi kaç örneğini aktaracağımız repliklerinden de fikir edinilebilir...

"They're just boys, morsels. We have all the power. [Grabs Needy's breasts] These...These are like smart bombs, you point them in the right direction and shit gets real."

"I dreamed some bad people were trying to nail you to a tree with hammers and big stakes and shit. Just like J.C. But I didn't let 'em get to you, 'cause I'm a hard-assed, Ford-tough mama bear."

"Can I borrow your English homework again? I forgot to read Hamlet. Is he gonna fuck his mom?"


"I'll kill him myself, I will. Do you hear me, you bastard? I'll cut offyour nut sack and nail it to my door, like one of those lion door knockers rich folks got! That will be your balls!"

"To the rest of the world, we were famous. We were saints. Our town's only bar had burned to the ground, and our star linebacker was someone's Snack Pack.
The whole country got a huge tragedy boner for Devil's Kettle."

"Do you know how hard it is to make it as an indie band these days? There are so many of us, and we're all so cute and it's like if you don't get on Letterman or some retarded soundtrack, you're screwed, okay? Satan is our only hope. We're in league with the beast now, and we have to make a really big impression on him. And to do that, we're going to have to butcher you and bleed you. And then Dirk here's gonna wear your face. Relax, I'm kidding about the face. The rest is gonna happen though."
"Why don't you just get a publicist? We can make T-shirts. I could be a part of your street scene. Please..."

"By the time they found Colin in that godforsaken house, he looked like lasagna with teeth. I'd know. I had to identify the remains. My boy is not in the realm ofthe undead. He is not flying around in the firmament on magical wings of flame. He's in an overpriced rosewood box that's headed six feet downtown. So you can take your pain and you can shove it up your asses, kids!"

Cumartesi, Nisan 17, 2010

getting that little fragment wrong too


"What does a scanner see? Into the head? Down into the heart? Does it see into me, into us? Clearly or darkly? I hope it sees clearly, because I can't any longer see into myself. I see only murk. I hope for everyone's sake the scanners do better. Because if the scanner sees only darkly, the way I do, then I'm cursed and cursed again. I'll only wind up dead this way, knowing very little, and getting that little fragment wrong too."

"Bir tarayıcı ne görür? Kafanın içini mi? Kalbin derinliklerini mi? Benim içimi görür mü, içimizi görür mü? Apaçık mı görür, belirsizce mi görür? Umarım apaçık görüyordur, zira ben artık içimi göremiyorum. Gördüğüm tek şey kasvet. Umarım herkesin iyiliği için tarayıcılar daha iyisini becerir. Çünkü tarayıcı benim gördüğüm gibi belirsiz görüyorsa, o zaman temelli bitmişim demektir. Böyle giderse ölümü boylayacağım, çok az şey bilerek ve o azıcık şeyi de yanlış bilerek..."
 
A Scanner Darkly (2006) - Richard Linklater

Çarşamba, Nisan 14, 2010

Maléfique


Şirket yöneticisi Carrère, karısı tarafından tongaya düşürülüp hapse girer, tufaya getirildiğini anladığı andan ititbaren yegane amacı oğlunu tekrar görmek olur. 4 kişilik hücredeki mesai arkadaşlarından Marcus göğüs operasyonunu yaptırmış, birgün kaçtığında alttaki fazlalığından da kurtulmayı hayal eden bi transeksüeldir. Marcus'un hapishanedeki en büyük meşgalesi, üzüldüğünde sonradan ekleme göğüsleriyle onu "emzirip", revire gidip gelsin diye parmaklarını kesecek(!) derecede şefkat beslediği Paquerette'i sırtında taşıyarak kaçabilecek güce erişmek için egzersiz yapmaktır. Bir spastik olan Paquerette, ailesince domuzlarla ahırda büyütülmüş, orda bulduğu herşeyi (saat,böcek,kitap vs.) yemeyi adet edinmiş, ahırdan birgün dışarı çıktığında  6 aylık kızkardeşini canlı canlı yediği için hapse atılmıştır. Hücrenin diğer sakini Lassalle, eski bir kütüphanecidir. Bi sabah kahvaltıda iki dakikalığına bilincini yitirip karısını öldürmüş, doktorlarca bu durum kısa süreli bunama olarak izah edilmiştir. O olaydan sonra kendisini delirten şeyin kitaplar olduğuna inanarak herhangi bişey okumayı ve kahvaltı yapmayı reddeden, herhangi bi keyif almadığı halde kendini Marcus'a becerttiren bi adam haline gelmiştir.


Carrère bigün hücre duvarına gizlenmiş eski bi günlük bulur. Günlüğü okudukça bunun 20'li yıllarda bu hücreye misafir olmuş Charles Danvers’e ait olduğu anlaşılır. Danvers, zamanında kafayı gençliğini muhafaza etmekle bozmuş, bunun yolunun plasenta yemekten geçtiğine inandığı için hamile kadınları öldürmüş bi seri katildir. Yakalandıktan sonra atıldığı hücrede bir gün anzısın kaybolan Danvers, bu olaydan sonra bi efsane haline gelmiştir. Kara büyüde uzmanlaştığına inanılan Danvers'in günlüğüne aldığı notlarla hapishaneden kaçmayı başardığına inanılmaktadır. Carrere ve diğerleri de kitaptaki büyüleri kullanarak kaçmayı kafalarına koyarlar, ama günlüğün içeriğinin umdukları doğrultuda olmadığını bi süre sonra keşfedeceklerdir.

Çıkış noktası ve karakter tasarımı ile hayli orjinal bi film "Maléfique" ("malefik" diye okunuyor, "uğursuz,müsibet" anlamında). Tüm film bir hapishane hücresinde geçiyor ki kapalı tek bir alanda bir hikaye anlatmak çok kolay bişey değil. Sırf bu yönüyle bile ilk filmini çeken yönetmen Eric Valette'yi tebrik etmek lazım. Fakat Alexandre Charlot ve Franck Magnier'in yazdığı senaryo, parlak bi girizgaha sahip öyküyü geliştirirken aynı başarıyı gösteremiyor ve dağınık bir yapı sergiliyor. Filmin finali itibariyle hikayede belli bi anlam bütünlüğü tesis edilmiş olsa da senaryodaki boşlukları dolduracak denli güçlü değil. Buna Carrere rolündeki adamın kazmalık mesabesindeki oyunculuğu, Paquerette rolündeki elemanın da oynadığı rolden mi kendinden mi kaynaklandığı anlaşılamayan iticiliği eklenince öykünün akışkanlığı ister istemez zedeleniyor. Zaten kastta rolünün hakkını veren yegane isim, dönme Marcus rolündeki Clovis Cornillac. Yönetmen Valette, 2002 yapımı bu filmden sonra Hollywood'a gidip yeniden çevrim hezeyanındaki dip noktalardan birini teşkil eden "One Missed Call"a imza attı. Nispeten parlak böyle bir ilk filmin ardından bu tarz saçma bi kariyer hamlesi yapmak ancak para iştiyakıyla falan açıklanabilir heralde. Gerçi yönetmenliğe sıkı bi giriş yapıp Hollywood tarafından yeniden çevrim yapmakla görevlendirilen ilk Franzsız yönetmen Valette değil ama neyse... Eksiklerine rağmen ilginç ve izlenmeyi hakeden bi film "Maléfique", Éric Sampieri'nin bestelediği müzikler de filmin bir diğer artısı.

Salı, Nisan 13, 2010

Shutter Island


Martin Scorsese sinemasını pek sevmem, daha doğrusu haddinden fazla abartıldığını düşünürüm. "Mean Streets" ve "Raging Bull" farzımisal, benim izlediğim en kötü filmlerdendir. "The Departed", orjinal filmin  rafine halinden uzak, gereksiz yere uzun, izlenebilirliliğini oyuncu kadrosuna borçlu, çakma bi filmdir. "Taxi Driver" kötü bi film olmasa da klasik bi adaleti eline alan antikahraman filminden çok da öte değildir. "Goodfellas" ve "Age of Innocence" iyi olduklarını inkar etmek mümkün olmasa da bunların şöhretlerinde de abartı payı yok değildir. Benim izlediğim en iyi Scorsese filmi, yönetmenin takipçilerince çok tutulmamış olan "Gangs of New York"tur. Galiba artık "Shutter Island"ı da izlenebilir Scorsese filmleri arasına sokmam gerekecek.


Film boston açıklarındaki bi adadaki tehlikeli akıl hastalarının tutulduğu bi tımarhanede geçiyor. Burdaki hastalardan birinin kaçmasıyla birlikte olayı soruşturmakla görevli iki federal ajanın yollanması ile başlayan hikaye, zamanla adaya gelen ajanların da, adanın sakinlerinin de, hatta adanın kendisinin de olduğundan farklı bi hüviyete büründüğü bir noktaya evriliyor. "Shutter Island" çok da tahmin edilemez olmayan ama gene de filmin geneli itibariyle anlamlı duran bir finale sahip. Önemli olan nokta zaten finalin ne derece sürpriz olduğundan ziyade, filmin içeriğindeki cinnet, bilinçaltı, suçluluk ve kefaret gibi ilgi çekici temaların, dedektiflik hikayeleriyle gotik edebiyatın sentezi bi öyküyle ve bulutlu, gri bir atmosfere sahip ücra bir ada fonunda anlatılıyor olması. Bu noktada mekan tasarımını ve görüntü yönetimini takdir etmeden geçmemek lazım. Robbie Robertson imzalı müzikler, özellikle filmin girizgahından itibaren kullanılan ana tema çok başarılı. Bazı sahnelerin yer yer haddinden  fazla uzatılıp filmin ritmini yitirmesinin sebebi olarak Scorsese'nin yıllardır değişmez kurgucusu Thelma Schoonmaker'a dönmek gerekiyor ki bu bahsettiğimiz nokta yönetmenin birçok işinde ortak bi aksaklık. Kadın sahneyi nerde kesmesi gerektiğini bilmiyo mudur nedir, adamın kariyerindeki kara delik gibi bişey. Neyse ki bu filmin bütünü itibariyle ortaya çıkan sonuç tatmin edici, başta önyargılı yaklaşıp sonunda mahcup olduğum filmlerden...Bunda her ne kadar okumamış olsak da filmin uyarlandığı kaynak kitabın, Dennis Lehane'nin romanının payı da unutulmamalı. Yazarların eserlerinden yapılan ilk uyarlama olan "Mystic River"ı ben pek sevemediysem de ikinci uyarlama "Gone Baby Gone" taş gibi bi filmdi. Malzemeye kimin el attığına göre durum değişiyor haliyle. Bu minvalde Scorsese kendisinden beklemediğim bi performans sergilemiş, hakkını vermem lazım. 

Perşembe, Nisan 08, 2010

We've experienced only the American Nightmare!


"Brothers and sisters, I am here to tell you that I charge the white man. I charge the white man with being the greatest murderer on earth. I charge the white man with being the greatest kidnapper on earth. There is no place in this world that this man can go and say he created peace and harmony. Everywhere he's gone he's created havoc. Everywhere he's gone he's created destruction. So I charge him. I charge him with being the greates kidnapper on this earth! I charge him with being the greatest murderer on this earth! I charge him with being the greatest robber and enslaver on this earth! I charge the white man with being the greatest swine-eater on this earth. The greatest drunkard on this earth! He can't deny the charges! You can't deny the charges! We're the living proof *of* those charges! You and I are the proof. You're not an American, you are the victim of America. You didn't have a choice coming over here. He didn't say, "Black man, black woman, come on over and help me build America".He said, "Nigger, get down in the bottom of that boat and I'm taking you over there to help me build America". Being born here does not make you an American. I am not an American, you are not an American. You are one of the 22 million black people who are the *victims* of America. You and I, we've never seen any democracy. We didn't see any... democracy on the-the cotton fields of Georgia, wasn't no democracy down there. We didn't see any democracy. We didn't see any democracy on the streets of Harlem or on the streets of Brooklyn or on the streets of Detroit or Chicago. Ain't no democracy down there. No, we've never seen democracy! All we've seen is hypocrisy! We don't see any American Dream. We've experienced only the American Nightmare!"

"Sevgili kardeşlerim. Buraya size, beyaz adama meydan okuduğumu söylemeye geldim. Beyaz adamı, dünyadaki en büyük katil olmakla suçluyorum! Beyaz adamı, dünyadaki en büyük köle tüccarı olmakla suçluyorum! Bu dünyada beyaz adamın gittiği hiçbir yerde barış ve huzur görülmemiştir. Gittiği her yeri cehenneme çevirmiştir. Gittiği her yere yıkım götürmüştür. Onu bu yüzden suçluyorum. Onu, dünyadaki en büyük insan taciri olmakla suçluyorum! Onu, dünyadaki en büyük katil olmakla suçluyorum! Bu dünyadaki en büyük hırsız ve zalim olmakla suçluyorum! Beyaz adamı dünyadaki en büyük hain olmakla suçluyorum! Dünyadaki en büyük sarhoş ve pislik olmakla suçluyorum! Suçlamaları reddedemez. Suçunu inkâr edemez! Bu suçların kanıtlarıyla yaşıyoruz! Siz de, ben de kanıtız. Siz Amerikalı değil Amerika'nın kurbanlarısınız! Buraya gelmek sizin seçiminiz değildi. Siz, siyah adam ve siyah kadınlar, "Bizi alın da Amerika'yı birlikte inşa edelim." demediniz. Size,"Zenci, gemiye bin seni Amerika'nın inşası için götüreceğim." denildi. Burada doğmak sizi bir Amerikalı yapmaz. Ben Amerikalı değilim. Siz Amerikalı değilsiniz. Siz Amerika'nın kurbanı olan, 22 milyon siyah insandan birisiniz. Siz ve ben biz hiç demokrasi görmedik. Georgia'daki pamuk tarlalarında demokrasi görmedik. Burada demokrasi yok. Harlem sokaklarında, Brooklyn sokaklarında, Detroit sokaklarında ve Chicago'da demokrasi görüyor musunuz? Burada demokrasi yok. Hiç demokrasi görmedik! Tüm gördüğümüz ikiyüzlülük! Biz bir Amerikan rüyası görmüyoruz, yalnızca Amerikan kâbusunu yaşıyoruz!"

Malcolm X (1992)'in açılış jeneriği, sinema tarihinin en iyi açılış jeneriklerinden biridir.

Çarşamba, Nisan 07, 2010

Storm


Almanya sineması ile uluslarası platformda diğer ülke sinemalarından daha öne çıkan bi ülke bana göre. Korku türüne katkılarını bi tarafa koyarsak Fransız ve İspanyol sineması, gene Guy Ritchie-Matthew Vaughn ikilisini hariç tutarsak İngiliz sineması tat vermiyorlar. Birçoklarının hayranı olduğu uzakdoğu filmleri ise ele aldıkları her temayı ters yüz ederken bokunu çıkarmakla meşguller. Almanya ise Oliver Hirschbiegel, Tom Tykwer, Florian Henckel von Donnersmarck gibi yönetmenlerin kalburüstü filmleriyle izlemesi keyifli bi ülke. Hans-Christian Schmid de, her ne kadar ben bu filmle tanımış olsam da ülkesinin önde gelen yönetmenlerinden biri, geçtiğimiz ay içinde İstanbul Goethe-Institut de yönetmenin filmlerinden oluşan bi seçkiyi seyirciyle buluşturdu.


"Storm" temelini bosna savaşına dayandıran bir mahkeme draması. Savaş suçu işlediği gerekçesiyle tutuklanan bir sırp komutanın yargı sürecine tanık olarak iştirak eden bir bosnalının, ifadesinde tutarsızlıklar keşfedilmesinin ardından intihar etmesiyle ucu Bosna'daki toplu tecavüz kamplarına dayanan bir sırrın ifşası üzerine kurulu bir hikayeye sahip olan "Storm", ele aldığı konuyu ait olduğu türün gerekleriyle ele almayı başaran bir yapım. Hollywood'dan çıkmış başarılı örnekleriyle bilinen bu alt türün, Avrupa insan hakları mahkemesinde geçen versiyonu olarak nitelendirilebilir. Sadece biçimsel olarak değil, Bosna merkezli içeriğiyle de ilgi çeken bi yapım "Storm". Dennis Tanovic, Jasmila Zbanic gibi bosnalı yönetmenlerin yapıtları dışında, batı sinemasından da insanlık tarihinin şahit olduğu en büyük kitle kıyım hareketlerinden biri olan bu hadiseye eğilen filmler çıkmaya başladı. Konuyla alakalı ilk örnek aslında çok erken bir tarihte, 1997'de gelmişti aslında. Çekimleri işgalin sona ermesinden aylar sonra, adını aldığı şehirde gerçekleştirilen "Welcome to Sarajevo". Arada saçma sapan filmlere imza atsa da vicdanlı bi adam olduğunu bildiğimiz Michael Winterbottom'ın elinden çıkma bu film, daha külleri soğumamış bir savaşın yıkıntıları üzerine dramatik bir hikayeyi ajitasyona kaçmadan anlatmayı beceriyordu. Bir iki yıl önce ülkemizde de gösterime giren Richard Gere, Terence Howard ve Diane Krueger'in başrolünü oynadığı "The Hunting Party" de, her ne kadar başkarakterinin asıl travmasını "aşk" acısına bağlamak gibi son derece hollywoodvari bi saçmalığa imza atsa da, müstehzi tavrı ve yönetmeninin becerisi sayesinde bir sırp savaş suçlusunun yakalanma hikayesi üzerinden Bosna üzerine kelam etmeyi beceren bi filmdi. "Storm" ise savaşın suçlularından ziyade kurbanları üstüne eğilip adalet olgusunu tartışmaya açan bi film. Avrupa ülkelerinin savaş esnasındaki basiretsizliklerinin savaş sonrasında suçluları cezalandırmada da sürdüğünü gösterek eleştiri oklarını sağa sola savuran yapım, böylesine iki yüzlü bi adalet sisteminde bi suçlunun ceza almasını sağlamak adına cürümlerinin bir kısmını hasır altı etmeye göz mü yummalı yoksa ne pahasına olursa olsun tüm kirli sırları gün ışığına mı çıkarmalı sorusunu sorup, tereddütsüz de bir cevap veriyor. Schmid'in hikayeyi ele alış tarzı da Winterbottom'ı andırır biçimde gözlemci, seyirciyi çok manipüle etmeye yanaşmayan bi yaklaşım. Oyuncuların performansları filmin gücünün önemli bir parçası, özellikle "4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün" ile uluslararası üne kavuşan Anamaria Marinca savaş mağduru Bosnalı kadın rolünde döktürüyor, "Welcome to Sarajevo"nun da başrolünde de yer almış olan Stepen Dillane de hakeza şahane bir oyunculuk sergiliyor.

Geçtiğimiz yıl Berlinale'de Altın ayı için yarışan ama ödülü Peru yapımı "Milk of Sorrow"a kaptıran "Storm", gene de yönetmenine festivalde üç ödül kazandırmıştı. Halihazırda Schmid'in sinemasıyla tanışmamış benim gibi cahiller için bu film iyi bi başlangıç olabilir.

Cuma, Nisan 02, 2010

It's good that we got stuck here..


Mom: How can she go out in public, looking like that?
Dad: I don't know, why don't we just ask her?
Mom: Don't, you'll embarrass me.
Dad: Honey? Your mother was wondering if you got dressed this morning with the specific intention of showing your ass off to the entire world?                                                                                 
Daughter: It's because I woke up hoping to get double teamed by a couple of meth head truckers in some bathroom of a desert shit hole...It's good that we got stuck here.
Dad: I feel satisfied with that answer. I really do.

-"Böyle bi kıyafetle nasıl insan içine çıkabiliyor?"
-"Bilmem, neden ona sormuyoruz?"
-"Sakın, beni utandırırsın."
-"Tatlım? Annen, bu sabah g.tünü tüm dünyaya göstermek gibi belirgin bi niyetle giyinip giyinmediğini merak ediyor da.."
-"Evet, çünkü çöldeki boktan bi mekânın tuvaletinde kafayı bulmuş bir kaç et kafalı kamyoncuyla grup seks yapmayı umarak uyandım bu sabah...burada sıkışıp kalmamız güzel bir şey."
-"Bu cevap beni tatmin etti, gerçekten."

"Legion" filminden...

Perşembe, Nisan 01, 2010

I WILL FUCK YOU UP!



-"This is Les Grossman, Who is this?"
-"This is Flaming Dragon!" 
-"Okay, Flaming Dragon, Fuckface. First, take a big step back... and literally, FUCK YOUR OWN FACE! I don't know what kind of pan-pacific bullshit power play you're trying to pull here, but Asia Jack is my territory. So whatever you're thinking, you'd better think again! Otherwise I'm gonna have to head down there and I will rain down in a Godly fucking firestorm upon you! You're gonna have to call the fucking United Nations and get a fucking binding resolution to keep me from fucking destroying you. I'm talking about a scorched earth, motherfucker! I will massacre you! I WILL FUCK YOU UP! "     
 
Tropic Thunder (2008) - Ben STILLER