Cumartesi, Mayıs 29, 2010

Dog carcass in alley this morning


"Rorschach's Journal. October 12th, 1985: Dog carcass in alley this morning, tire tread on burst stomach. This city is afraid of me. I have seen its true face. The streets are extended gutters and the gutters are full of blood and when the drains finally scab over, all the vermin will drown. The accumulated filth of all their sex and murder will foam up about their waists and all the whores and politicians will look up and shout "Save us!"... and I'll whisper "no.""

"Rorschach'ın Günlüğü. 12 Ekim 1985. Bu sabah sokakta köpek leşi var, parçalanmış karnında lastik izleri. Bu şehir benden korkuyor. Gerçek yüzünü gördüm. Sokaklar içlerinden kan akan geniş birer oluk ve lağımlar sonunda tıkandığında tüm sıçanlar boğulacak. Bütün seks ve cinayetlerinin birikmiş pisliği bellerine kadar geldiğinde tüm o fahişeler ve siyasetçiler "Bizi kurtarın." diye bağıracak. Ve ben de fısıldayacağım : "Hayır""
 
Watchmen (2009) -  Zack Snyder

Perşembe, Mayıs 27, 2010

Date Night


Steve Carrell "Bruce Almighty"de Jim Carrey'den rol çaldıktan sonra "40 Year Old Virgin" ile bir star konumuna yükseldi, "The Office" kariyeri de bi taraftan tabi. Bulunduğu noktayı da sonuna kadar hakeden bi adam, yer aldığı filmi bir şekilde izlenebilir, hatta lüzumundan fazla keyif alınabilir hale getirebiliyor (bkz. "Evan Almighty"). "30 Rock"ın yıldızı Tina Fey ile birlikte yer aldıkları "Date Night" bu ikilinin komedi potansiyelleri açısından bakıldığında umut vadeden bi projeydi zaten, sonuçta da ortaya eğlenceli bi film çıkmış, en azından ben baya eğlendim. Evliliklerine bir renk gelsin diye lüks bir restoranda yemek yemeye karar veren bi karı kocayı canlandıran ikili, restoranda yer bulamayınca rezerveli masalardan birine rezervasyon sahibiymiş gibi yanaşıyolar. Yerlerini aldıkları insanlar bölge başsavcısına şantaj yapmaya niyetli iki hırsız çıkınca işler karışıyor haliyle. Carrell ile Fey'in muhtemelen doğaçlamalara dayalı performansları beklenen sonucu veriyor. Gerçi ben "30 Rock" izleyicisi bi adam değilim, dolayısıyla Fey'den nasıl bi iş çıkacağına dair bi fikrim yoktu ama Carrell ile birlikte gayet uyumlu bir ikili oluşturmuşlar. Aksiyonun komedi ile harmanlandığı sahneler filmin zirve noktaları, özellikle taksinin biriyle burun buruna gerçekleştirilen kovalamaca sahnesi. Yan rollerdeki yıldız sayısının fazlalığı da filmin izlenilirliğini kat kat arttırıyor: Mark Wahlberg, Ray Liotta, Mark Ruffalo, James Franco, Kristen Wiig, Taraji P. Henson, William Fichtner ve bunların tuzu biberi kabilinden Leighton Meester, Mila Kunis ve Gal Gadot. Bu isimlerin birçoğu filmin mizah boyutuna kendilerince katkı yapmaktan da geri durmamışlar. "Pink Panther" yeniden çevrimi ve "Night In The Museum" serisinin yönetmeni Shawn Levy, çok da bi numarası olmayan kariyerine kaydadeğer bi halka eklemiş neticede.

Salı, Mayıs 25, 2010

Upset the established order, and everything becomes chaos



"Do I really look like a guy with a plan? You know what I am? I'm a dog chasing cars. I wouldn't know what to do with one if I caught it. You know, I just... do things. The mob has plans, the cops have plans, Gordon's got plans. You know, they're schemers. Schemers trying to control their little worlds. I'm not a schemer. I try to show the schemers how pathetic their attempts to control things really are. So, when I say... Ah, come here. When I say that you and your girlfriend was nothing personal, you know that I'm telling the truth. It's the schemers that put you where you are. You were a schemer, you had plans, and look where that got you. I just did what I do best. I took your little plan and I turned it on itself. Look what I did to this city with a few drums of gas and a couple of bullets. Hmmm? You know... You know what I've noticed? Nobody panics when things go "according to plan." Even if the plan is horrifying! If, tomorrow, I tell the press that, like, a gang banger will get shot, or a truckload of soldiers will be blown up, nobody panics, because it's all "part of the plan." But when I say that one little old mayor will die, well then everyone loses their minds! Introduce a little anarchy. Upset the established order, and everything becomes chaos. I'm an agent of chaos. Oh, and you know the thing about chaos? It's fair!"

"Plan yapan birine benziyor muyum? Ne olduğumu biliyor musun? Arabaları kovalayan bir köpek gibiyim. Arabayı yakalasam ne yapacağımı bilemem. Anladın mı? Sadece yaparım. Mafyanın planları olur. Polisin planları olur. Gordon'ın planı olur. Hepsi de komplocudur. Küçük dünyalarını kontrole çalışırlar. Ben komplocu değilim. Komploculara bir şeyleri kontrol etmeye çalışmanın zavallılığını gösteriyorum. Yani samimiyim bak, yaklaş, ben sen ve kız arkadaşının olayı kişisel değildi dediğimde doğru söylediğimi biliyorsun. O komplocular yüzünden bu hale geldiniz. Sen de komplocuydun, planların vardı. Sonuçta olanlara bir bak. Ben en iyi yaptığım şeyi yaptım. Senin küçük planını aldım ve sana karşı çevirdim. Birkaç bidon benzin ve birkaç mermiyle şu şehre neler yaptığıma bak. Biliyor musun neyi fark ettim? Her şey plana göre gittiğinde kimse paniklemiyor, plan korkunç olsa bile.Yarın basına, bir çete üyesi vurulacak yada bir kamyon dolusu asker havaya uçacak desem kimse paniklemez. Çünkü plana uygun olur. Ama bir belediye ölecek desem herkes kafayı yiyor. Azıcık anarşi yaratıp kurulu düzeni sarsınca her şey kaosa sürükleniyor. Ben kaosun elçisiyim. Kaosun en güzel tarafı nedir biliyor musun? Adildir."
 
The Dark Knight (2008) - Chris Nolan

Pazartesi, Mayıs 24, 2010

Kick-Ass: The Game


"Kick-Ass" çizgi roman uyarlamaları içerisinde beğeni ile karşılanan son filmlerden birisi. Çizgi roman uyarlamalarından arada böyle hedefini tutturan örnekler çıksa da aynı şeyi filmlerden uyarlanan video oyunları için söylemek çok da mümkün olmuyor maalesef. "Kick-Ass: The Game" de bunun sağlamasını yapan son örneklerden birisi ve insanı bu tarz oyunları kim finanse ediyor diye kafa kaşıttıran bir muamma hatta.


Bir beat-em-up oyunu olan "Kick-Ass"te ismiyle meşhum Kick-Ass, Hit-Girl ve Big Daddy karakterlerinden birini seçerek karşınıza çıkan sonu gelmez kötü adam yığınlarını pataklıyorsunuz. Oyunun özü bu olsa da ve kulağa hoş gelse de birçok beat-em-up oyununda olduğu gibi burada da oyunu biraz göz attıktan sonra bırakmamaya teşvik edecek bir hikaye altyapısı kurulmamış. Karakterlerin hiçbirinin kendine özgü bir izleği yok, sadece yetenek ve saldırı çeşitleri noktasında bir farklılaşma çabasına girilmiş ama o da çok fark yaratacak düzeyde değil, neredeyse birbirinin aynı hatta. Beğeni toplamış bir çizgi-roman ve film uyarlamasının sağladığı hali hazırda kurulu böylesine zengin bir hikaye ortamında en ufak bir anlatı çabasına girilmemiş olması anlaşılabilir bir şey değil.


Seçtiğiniz karakterle hafif ve ağır saldırılar yapabiliyorsunuz, bu ikisi arasında bir nebze bir kombo yapma imkanı verilmiş. Birkaç hafif saldırının akabinde bir ağır saldırı yaparsanız karşınızdaki düşmanı uçurup bowling dubası gibi arkasındakileri de devirmeniz mümkün. Gene de çok fazla bir çeşitlilik yok ve 8 level boyunca deli gibi düğmelerden birine basarak karşınıza çıkan düşman sürülerini haklamaya çalışıyor, oyunun size emir buyurduğu görevleri yapmaya çalışıyorsunuz; "oraya git, buraya gel, buraya C4 koy" vs. Hal böyle olunca oyun deneyimi çok kısa sürede kendini tekrar eder bir hüviyete bürünüyor ve ilk 15-20 dakikada ne yaptıysanız kalan 3,5- 4 saatte de -oyun neyse ki kısa- aynı şeyleri yaparak geçiriyorsunuz.


Süre ilerledikçe skill point kazanımı söz konusu. Bu pointleri saldırı, savunma ve karakterin özel yeteneği noktasında harcayabiliyorsunuz. Oyuna dair nadir ilginç noktalardan bir tanesi oyun içinde bu skillpoint kullanımını değiştiriyor olabilmeniz, yani sıkıştığınız noktada daha öncesinde saldırıya harcadığınız pointi geri alıp savunmada kullanabiliyorsunuz. Öte yandan  oyunda ilerledikçe her seviye neredeyse birbirinin aynısıyken karşınıza çıkan düşmanlar bu aynılık halinden görsel olarak paylarını düşeni almakla birlikte sizin XP seviyenize nispetle çok daha güçlü hale geliyorlar ne hikmetse. Bir dodge özelliği bahşedilmiş her bir karaktere ama çatışma anında ne zaman bunu denemeye kalksanız arkanızdan biri belirip sizi pataklıyor. Nereye sindiğini anlamadığınız silahlı bir elemanın sizi vurma ihtimali de cabası, böylelikle canınızı kurtarmak için oradan oraya zıplarken buluyorsunuz kendinizi. Save noktalarının nadirliği sağ olsun çoğu bölümden Allah'ın inayetiyle sağ çıkmanız işten bile değil. Özellikle düşmanlar zorlaştıkça yapılacak en iyi hamle tüm skill pointleri savunmaya harcamak oluyor ki bu sayede ataklarınız daha da güçlenebiliyor ama bu da karakterleri birbirinden farklılaştırabilecek yegane husus olan özel yetenek kısmını tümüyle işlevsiz hale getiriyor, başladığınız üç saldırı çeşidi ile oyunu bitiriyorsunuz.


Oyun teknik olarak da kifayetsiz. Düşmanlar çoğaldıkça frame rate cortluyor ki böylesine banal bir çevre tasarımına ve düşük karakter modellemesine sahip bir oyun için şaşırtıcı bir durum. Ses tasarımı Allahlık. Kamera da çatışmanın en civcivli noktalarında insanı çıldırtıyor, hele bir köşeye sıkışmaya görün, ne karakterinizi ne de düşmanları görebiliyorsunuz, ne olup bittiğini anlayıp görüşünüzü düzeltene kadar sağlık seviyeniz de yarıya inmiş oluyor.


Sanki bunun bir Kick-Ass oyunu olduğunu unutma imkanı varmış gibi filmden sahneler cutscene niyetine kullanılmış, bu da yetmemiş oyundaki karakterlerin seslendirmeleri de filmden alınan diyaloglarla yapılmış. Neresinden baksan elinde kalan gülünç bir tembellik abidesi. Yapımcı şirket Frozen Codebase'in bundan önce hiçbiri de beğenilmemiş 5 oyuna imza atmış olması oyunu onaylayanların mevzuya bakışını özetler nitelikte. Hiç yapılmasa da olacak, tümüyle kaynak ve  vakit israfı bir prodüksiyon.

Pazar, Mayıs 23, 2010

Supernatural 5.sezon



Supernatural 5.sezonunu geçtiğimiz hafta itibariyle noktaladı. Winchester biraderlerin şeytanla, meleklerle ve hatta (haşa!) Tanrı'nın kendisiyle cebelleşmelerinin hikayesi bi nihayete ulaştı gibi görünüyor. Sam kendisini feda etti, Dean de kardeşine verdiği sözü tutup onu cehennem çukurundan kurtarmak yerine çoluğa çocuğa karışma yoluna girdi (diziyi izlerken bunlar normal geliyo da şimdi yazıya dökünce baya bi spastik durdu, gözün kör olmasın Dean Winchester!). Serinin mimarı Eric Kripke önümüzdeki sezondan itibaren senaryo ekibindeki vazifesini bi başkasına devredip sadece yapımcı olarak görev alacak. Zaten kendisi 5.sezonu tasarladığı hikayenin son ayağı olarak gördüğünü belirtmişti. Yayınlanan sezon finali de bir nevi nihai final havasına bürünmüş, her bir yanından bi veda havası dökülüyor. Ama "Supernatural"ın en az bir sezon daha karşımıza çıkacağı kesinlik kazanmış durumda. Dizinin yeni patronu  Sera Gamble yeni bölümlerin ilk sezonlarda olduğu gibi her episod ayrı bir av hikayesine odaklanma formatında yürüyeceğini ifade etmiş. Diziyi şu an varılan noktadan nasıl alıp o düzleme çekecekler hep birlikte göreceğiz.


"Supernatural" ilk sezonu itibariyle yetersiz görsel efektler, kimi bölümlerde çok zayıf kalan hikayeler gibi bazı eksikliklerin sıkıntısını çekse de iyi dialog yazımı, bu dialogları ağızlarına çok iyi oturtan oyuncuları (hususiyle Jensen Ackles), her zaman bi hayran kitlesi oluşturmaya müsait hayaletler, ucubeler, vampirler vb. figürleri içinde bulunduran formatıyla takip edilen bi yapım olmayı başardı. Serinin asıl tarzını oturttuğu sezon ikincisi oldu, ki bana göre en başarılı sezon da bu sezondur. Herbir bölüme ayrı bir serüven şeklindeki öyküleme biçimini devam ettirirken kardeşlerin kendi hikaye çizgilerinde de önemli ilerlemeler kaydedilip Azazel üstüne odaklı öykü bu sezonda bir sona bağlandı. Üçüncü yılında bir çok yapımda olduğu gibi yazar grevinden etkilenip daha kısa sürede noktalanan dizi, ikinci sezonda yön değiştiren konuyu başarılı bir şekilde geliştirip tatmin edici bi finalle nokta koyduğu bu dönemi kayıpsız atlattı. 4.sezondan itibaren dizi din-diyanet mevzularına bodoslama dalınca işin biraz suyu çıkmadı değil. Nerde olduğu bilinmeyen bir Tanrı (!), onun yokluğunda dünyayı çocuk parkına çeviren melekler ve şeytanların sürtüşmesi üzerinden ilerleyen bu sezon boyunca, aynı zamanda kardeşler arasındaki bağın yavaş yavaş zedelenmeye başladığına şahit olduk. İlk üç yıl boyunca dengeli bi biçimde ilerleyen mizah-dram dengesi de, bu yıl itibariyle biraz daha drama kaydı, dizi daha bir karamsar havaya büründü. Bir bir gerçekleşen kıyamet alametlerinin önüne geçip İblis'in dünya yüzüne çıkmasını önlemek isteyen Winchesterlar, buna mani olamadılar ve Sam'in inkar edilemez katkısıyla İblis deliğinden çıktı ve kıyamet resmen başladı!


Geride bıraktığımız sezon boyunca Dean'in Sam'e karşı olan güven bunalımı neticesinde önce yollarını ayırmaya karar veren, sonrasında tekrar elele verip bu sorunla beraber başetmeye çabalayan ikilinin gayretlerini izledik. Kardeşlerin alın yazılarında var olan İblis'e ve Mikail'e taşıyıcılık yapma vazifesine direnişleri de bolcana hikaye edildi. Daha önce dediğim gibi melekler hikayeye dahil olduğundan beri olayın biraz cılkı çıktı. Zira dizideki melekler çoğunlukla süzme dallama olarak tasvir ediliyolar -tövbe tövbe!-. Tanrı, ne idüğü belirsiz bi nedenden ötürü terk-i diyar eylemiş (?!), arada bir iki kritik müdahele yaptığı da vaki ama öyle etliye sütlüye karıştığı yok. Dizideki İblis de babasıyla sorunları olan şımarık bi çocuktan farksız, zaten bu amerikan dizileri "daddy issues" temasını çok seviyolar ne hikmetse. Hristiyanlığın yapısı itibariyle bu tarz şeylerin konu edilmesi o toprakların insanlarına doğal geliyor olabilir, ama çok şükür dizide İslam'a kıyısından köşesinden de değinilmese de insanın izlerken yer yer "estağfurullah" çekesi gelmiyor değil. Final bölümü de biraz yavan olmuş. 
"Supernatural"ın 5 sezon boyunca en büyük numarası böylesine fantastik, doğaüstü, hatta yer yer saçma bi malzemeden bi drama çıkartabilmesiyken, geride bıraktığımız final tam da bu noktada zayıf kalmış, kardeşlerin adım adım ayrı düşmeye doğru yol alışları yeterince etkili biçimde ele alınamamış. Bölümü yöneten arkadaş arthouse takılmaktansa, daha konvansiyonel anlatım kalıplarına yüz verseymiş nispeten tesirli bi sonuç alınabilirdi kanımca. Neyse ki kıyamet mavrası artık bitti, başladığımız noktaya dönecek gibiyiz. Daha önce Dean'in cehennemden çıkışı için meleklere başvurulmuştu, bakalım Sam'in kurtuluşu için nasıl mazeret oluşturulacak? Her halükarda yeni sezon başladığında "Supernatural" her hafta izlemeyi iple çektiğimiz bir dizi olmaya devam edecek. Jensen Ackles'ın da artık yavaş yavaş sinema kariyeri üstüne kafa yormaya başlaması lazım. Yapımcılar filmlerinin kastını oluştururken hiç mi dönüp televizyona bakmıyorlar anlamak kabil değil, sürüyle kalbürüstü aktör var halbuki; Jensen Ackles, Matthew Fox, Josh Holloway, Hugh Laurie, Wenthworth Miller...Bu arada Mark Pellegrino da bu yıl kariyerinin altın dönemini yaşadı heralde, bir yanda Lost'un Jacob'ı, bir yanda Supernatural"ın İblis'i. Her iki rolün hakkını da fazlasıyla verdiğini belirtmeden geçmemek lazım.

In Texas they lynch Negroes


"In Texas they lynch Negroes. My teammates and I saw a man strung up by his neck and set on fire. We drove through a lynch mob, pressed our faces against the floorboard. I looked at my teammates. I saw the fear in their eyes and, worse, the shame. What was this Negro's crime that he should be hung without trial in a dark forest filled with fog. Was he a thief? Was he a killer? Or just a Negro? Was he a sharecropper? A preacher? Were his children waiting up for him? And who are we to just lie there and do nothing. No matter what he did, the mob was the criminal. But the law did nothing. Just left us wondering, "Why?" My opponent says nothing that erodes the rule of law can be moral. But there is no rule of law in the Jim Crow south. Not when Negroes are denied housing. Turned away from schools, hospitals. And not when we are lynched. St Augustine said, "An unjust law in no law at all.' Which means I have a right, even a duty to resist. With violence or civil disobedience. You should pray I choose the latter."

"Teksas'ta zencileri linç ediyorlar. Ekip arkadaşlarım ve ben boynundan asılmış ve ateşe verilmiş bir adam gördük. Arabamız, o kalabalık çetenin arasından geçerken yüzlerimiz görülmesin diye arabanın döşemesine yapıştık. Ekip arkadaşlarıma baktım. Gözlerindeki korkuyu ve daha da kötüsü utancı gördüm. O zencinin suçu neydi de sisli ve karanlık bir ormanda hiç yargılanmadan asılmak durumunda kalmıştı? Hırsız mıydı? Katil miydi? Yoksa sadece bir "zenci" miydi? Toprak kirasını ürünüyle ödeyen bir ortakçı mıydı? Bir vaiz miydi? Acaba çocukları yolunu gözlüyor muydu? Ve orada hiçbir şey yapamadan arabada gizlenmiş olan bizler kimdik? O zenci ne yapmış olursa olsun, suçlu olan o kalabalık çeteydi. Ama kanun hiçbir şey yapmadı. Şaşkın bir merakın içinde kalmıştık: Neden? Rakibim diyor ki: "Kanunların egemenliğini yıpratan hiçbir şey etik olamaz!" Ancak, zencilerin barınacak bir evden bile mahrum bırakıldığı, okullardan, hastanelerden geri çevirildiği ve hatta linç edildiği zenci düşmanı Güney'de kanunun egemenliği yok ki! Aziz Augustine'in dediği gibi "Adalet dağıtmayan kanun, kanun değildir!" Bu da demek oluyor ki şiddet kullanarak veya sivil itaatsizlikle direnmek benim hakkım, hatta sorumluluğumdur. İkincisini seçtiğim için Tanrı'ya şükretmelisiniz."
 
The Great Debaters (2007) - Denzel Washington

Cumartesi, Mayıs 22, 2010

Hannibal King from "Blade:Trinity"


Danica Talos: "You're tasting a little bland, lover. Are you getting enough fatty acids in your diet? Have you tried lake trout? Mackerel?"
Hannibal King: "How about you take a sugar-frosted fuck off the end of my dick?"
Danica Talos: "And how about everyone here not saying the word "dick" anymore? It provokes my envy...Tell us about Blade, King. What's this weapon he's been planning?"
Hannibal King: "I can tell you two things. One, your hairdo is...ridiculous. Two, I ate a lot of garlic, and I just farted. Silent but deadly."

- "Tadın biraz şekersiz, aşkım. Perhizinde yeterli yağ asidi alıyor musun? Hiç alabalık denedin mi? Uskumru?"
- "Sen şeker kaplı bir sik.ş almaya ne dersin, s.kimin ucundan?"
- "Peki buradaki kimsenin artık "sik" kelimesini kullanmamasına ne dersin? Kıskançlığımı körüklüyor... Bize Blade'i anlat, King. Nedir şu planladığı silah?"
- "Size iki şey söyleyebilirim. Birincisi, saç tuvaletin çok komik. İkincisi, bir sürü sarmısak yemiştim ve biraz önce osurdum. Sessiz, ama öldürücü."
 
Blade: Trinity (2004) - David S.Goyer

Salı, Mayıs 11, 2010


- "Monşer, adamı delirtme! Talimatmane açık, ''Cereyan-ı tehlike-i vukuu, emanetlerin mabadına dühulu''. Sarih!"
- "Efendim, adilane mi? Koca elmas!"
- "Ulan ben müptelası mıyım da bu bin doları götüme sokuyorum?"
- "Onu bilemiyorum."
- "Efendim? Beyimiz kıçına kıyamıyor, burada kellemiz gidecek!"
   
Başkaca da öyle aman aman komik yeri yoktu ya, bu sahne hakkaten deli olmuş...

Cumartesi, Mayıs 08, 2010

it ain't about how hard ya hit



"Let me tell you something you already know. The world ain't all sunshine and rainbows. It's a very mean and nasty place and I don't care how tough you are it will beat you to your knees and keep you there permanently if you let it. You, me, or nobody is gonna hit as hard as life. But it ain't about how hard ya hit. It's about how hard you can get it and keep moving forward. How much you can take and keep moving forward. That's how winning is done! Now if you know what you're worth then go out and get what you're worth. But ya gotta be willing to take the hits, and not pointing fingers saying you ain't where you wanna be because of him, or her, or anybody! Cowards do that and that ain't you! You're better than that! I'm always gonna love you no matter what. No matter what happens. You're my son and you're my blood. You're the best thing in my life. But until you start believing in yourself, ya ain't gonna have a life."

"Zaten bildiğin bir şey söyleyeyim sana. Dünya sandığın gibi güllük gülistanlık değil. Çok acımasız ve pis bir yer. Ne kadar güçlü olursan ol izin verdiğin sürece seni ayakları altına alıp orada tutacaktır. Sen, ben ya da bir başkası, kimse hayat kadar sert vuramaz. Ama önemli olan ne kadar sert vurduğun değil, aldığın ağır darbelere rağmen yoluna devam edebilmendir. Tüm o darbelere rağmen yoluna devam edebilmendir. Ancak böyle kazanabilirsin! Neye layık olduğunu biliyorsan, git ve bunu elde et. Ama yoluna çıkanlar, o ağır darbeler olacak, sana doğrulmuş, onun ya da bir başkasının sayesinde orada olduğunu söyleyen parmaklar değil! Bunu korkaklar yapar, ve sen korkak değilsin! Sen bundan daha iyisin! Ne olursa olsun seni hep seveceğim. Ne olursa olsun. Sen benim oğlumsun, benim kanımdansın. Sen hayatımdaki en iyi şeysin. Ama kendine inanmadığın sürece kendine ait bir hayatın olmaz."
 
Rocky Balboa (2006) - Sylvester Stallone

Cuma, Mayıs 07, 2010

Splat Pack

Sinema tarihinde bi "pack" sinsilesi var, daha doğrusu ortak özelliklere sahip belli bi grup aktör ve ya yönetmeni kategorize etme eğilimi. "Pack" kelime olarak "takım,sürü,çete" anlamında malum. En eski örneği Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Davis, Jr., Peter Lawford ve Joey Bishop'dan müteşekkil "Rat Pack". Orjinal "Ocean's 11" bu adamların bir arada yer aldığı filmdi. Sonra "Movie Brats" var, nam-ı diğer "sakallılar". 70'lerde Hollywood'a yeni bi soluk getirmekle kalmayıp "Yeni Dalga"nın elebaşılığını yaptığı anti-sinema anlayışına da darbe indiren, sakallarıyla ünlü Spielberg, Lucas, De Palma, Coppola ve Scorsese'nin oluşturduğu tayfa. 80'lere gelindiğinde ise "Brat Pack" var; Emilio Estevez, Anthony Michael Hall, Rob Lowe, Andrew McCarthy, Demi Moore, Judd Nelson, Molly Ringwald ve Ally Sheedy. Hususiyle John Hughes yönetmenliğinde çekilen sorunlu gençlik filmlerinde belirmiş aktörler topluluğu. "Frat Pack" ise, 90'ların sonundan itibaren Hollywood'un en iyi iş yapan komedilerinde yer almış, çoğunluğu "Saturday Night Live" kökenli Jack Black, Ben Stiller, Luke Wilson, Owen Wilson, Vince Vaughn, Will Ferrell ve Steve Carell'ın başını çektiği ekip. Bu yazının odak noktası "Splat Pack" ise 2000'lerin başından itibaren düşük bütçelerle çektikleri korku filmlerinde şiddet düzeyini arttırıp yapıtları çoğunlukla 18 yaş sınırına tabi tutulan yönetmen grubuna verilen ad. "Splat" ifadesi korku filmlerinde bi alt tür olan "splatter"dan geliyor zaten, kelime anlamında olduğu gibi kanın şapır şapır aktığı filmler bunlar. Gruba dahil edilen yönetmenler şunlar:


Alexandre Aja
Bir önceki yazımızda ele aldığımız "Haute Tension"un yönetmeni. Her ne kadar bu filmle uluslararası çapta tanınsa da ilk filmi başrolünde Marion Cotillard'ın yer aldığı bi bilim kurgu olan "Furia". "High Tension"ın başarısının ardından Aja, Wes Craven'ın radarına girdi ve Craven'ın ilk dönem kült filmlerinden olan "The Hills Have Eyes"ın yeniden çevriminin başına geçirildi. Orjinal filmi izlemediğim için bi kıyaslama yapamasam da Aja'nın versiyonu bi remake için gayet sağlam bi seyirlikdi, eleştirmenler ve gişe nezdinde de ilgi topladı. Gel gör ki Aja kendini orda durdurmak yerine bu sefer de bir Güney Kore korku filminin yeniden çevrimini yapmayı kabul etti; "Mirrors". Kiefer Sutherland ve Paula Patton'ı buluşturan kadrosuyla da dikkat çeken film ortalama düzeyde bi yapım olsa da eleştirmenlerce beğenilmedi, gişede de ortalama bi performans sergiledi. Artık yeniden çevrimlerle bezeli bi kariyerin sahibi olan Aja'nın bu yaz gösterime girecek yeni filmi 78 yapımı "Piranha"nın yeniden çevrimi. "Jaws"ın piranalı ve düşük bütçeli versiyonu olan bu kült filmi yeniden ele alacak yapımın senaryosunda "Testere"nin son üç filminin senaryosuna da imza atan Marcus Dunstan ve Patrick Melton ikilisi var. Elizabeth Shue, Richard Dreyfuss, Christopher Lloyd, Ving Rhames, Dina Meyer, Jessica Szohr, Kelly Brook ve Eli Roth'dan müteşekkil oyuncu kadrosu filmin yegane ilgi çekici tarafı gibi duruyor.


Darren Lynn Bousman
2004 yılında "Saw"un devam filmini yönetmekle görevlendirilen Bousman, aslında kendi özgün senaryosunu stüdyoya kabul ettirmek niyetindeydi. Ama "Saw"un yaratıcıları James Wan ve Leigh Whannell'in teklifiyle ve Whannell'ın yardımıyla kendi senaryosunu "Saw"un formatına uyarlamaya karar verdi ve hikayesiyle olsun yönetmenliğiyle olsun gayet üst düzey bir devam filmine imza attı. Fakat Whannell-Bousman işbirliği serinin üçüncü ayağında aynı kaliteyi tutturamadı. "Saw 3" ilk iki filmin zekice ele alınmış hikaye kurgusundan eser taşımayıp bütünüyle sadist bi gösteriden ibaret olan çok kötü bi film olarak kayıtlara geçse de çok düşük bi bütçeyle yola çıkmanın verdiği avantajla gişede iyi bi performans sergiledi. Bu filmin ardından bi daha ""Testere" filmi çekmeyeceğini ifade etse de 4.filmin arkasındaki isim de gene o oldu. Bousman'ın asıl bombası ise 2008 yapımı "Repo!The Genetic Opera" idi. Bir tiyatro uyarlaması olan bu Rock operası, bilim kurgu ve korku türlerini metal müziklere dayalı bi müzikalle harmanlıyor ve ortaya izlemesi, hususiyle de dinlemesi son derece keyifli bi film çıkıyordu. Fakat yapımcı stüdyonun tanıtıma gerekli özeni göstermemesi sebebiyle sınırlı sayıda kopyayla gösterime çıkan "Repo", daha sonra büyüyen hayran desteğiyle kült bi film haline geldi. Aynı yıl içinde Bousman "Masters of Horror"un devamı gibi görülebilecek "Fear Itself"in bir  böülümünde yönetmen olarak karşımıza çıktı ama çok başarısız, baştan savma bi işe imza attı. Ortaya koyduğu işlerin kalitesi değişkenlik gösteren yönetmenin sıradaki projeleri arasında bu yıl içinde gösterime girmesi beklenen remake "Mother's Day", David Cronenberg'in kült filmi "Scanners"ın yeniden çevrimi ve "Ninety" isimli bi psikolojik gerilim var.


Neil Marshall
İngiliz yönetmen Marshall'ın ilk filmi "Aliens"ın kurt adamlı ve bu gezegende geçen versiyonu gibi duran "Dog Soldiers"tı. Karizmatik aktör Kevin McKidd ve Emma Cleasby'nin başrolünde yer aldığı bu film sonradan kült statüsüne yerleşti. Marshall asıl patlamasını 2005'te "The Descent" filmiyle yaptı. Bi grup kadını yerin dibindeki mağaralarda keşfe çıkarmak zaten iyi fikirken, buna mağaralarda yaşayan yabani yaratıkların saldırısı, ortamın getirdiği klostrofobi, hatunların kendi aralarındaki dramatik çatışmalar ve David Julyan'ın muhteşem müzikleri eklenince "The Descent" herkesin gözüne giren bi film olmayı başardı. 2008 yılında "Doomsday" filmiyle kıyamet sonrası bilim kurgu türüne dalan Marshall'ın bu yapıtı gişede bi varlık gösteremediği gibi eleştirmenlerden de çok yüz bulmadı. Yönetmen şu aralar başrolünde Michael Fassbender ve Olga Kurylenko'nun yer aldığı son filmi "Centurion"un post prodüksiyonu ile meşgul.


Greg McLean
McLean ilk filmi "Wolf Creek" ile kendine sağlam bi hayran kitlesi edinmeyi başarmıştı. Memleketi Avustralya'nın kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinde gezintiye çıkan turistlerin sadist bi psikotca harcanmaları üzerine kurulu olan film, 90'lı yıllarda gerçekten yaşanmış  bu tarz bi olaydan alıyordu temelini. Bir iki sahnesi hariç aşırı kanlı ve sert bi film olmasa da makul miktarda ilgi toplayan bu yapımın ardından McLean'in bi sonraki projesi insan yiyen devasa bi timsahla alakalı bi korku filmi olan "Rogue" oldu. Gene 70'li yıllarda yaşanmış bi hadiseyi temel alan bu yapımın benzeri filmlerden ayrılan çok fazla yönü olmasa da bu film de belli ölçüde beğeniyle karşılandı.


Eli Roth
"Inglorious Basterds"daki beyzbol sopalı psikopat rolüyle artık ödüllü bir oyuncu haline de gelmiş olan Roth ilk filmi "Cabin Fever" ile herkesin radarına girdi, Peter Jackson, Tarantino gibi yönetmenlerce gelecek vadeden bi yönetmen olarak taltif edildi. Bu film, "Saw" ile birlikte Hollywood korku filmlerindeki kan ve vahşet oranının artışına önayak oldu. Roth'un bi sonraki filmi "Hostel" ise kendisi hakkındaki kanaatlerin ikiye bölünmesine neden olacaktı. Bir kısım izleyiciye göre o yılın en iyi korku filmlerinden biri olan "Hostel" benim de dahil olduğum bi grup izleyici için yılın en kötülerindendi, hatta tüm zamanların en kıro filmlerinden biri olduğu da su götürmez bir gerçek. Tüm bir Slovakya halkını sadist psikopatlar, cahil köylüler ve orospulardan müteşekkil bi toplum olarak tasvir etmekte beis görmeyen film, kendi içersinde çok iyi çekilmiş birkaç sahneye sahip olmasına karşın son derece orjinal bi fikri feci şekilde harcayarak abaza bikaç amerikalının belalarını bulmalarının hikayesine dönüşüyordu. İki yıl sonra gelen devam filminde hikaye altyapısını biraz derinleştirmeyi başarsa da bu sefer gerilim atmosferini oluşturmakta başarısız olan Roth'un gene de ilk filme nispetle daha izlenebilir bi iş koyduğunu söylemek mümkündü. Yönetmenin şu ana kadarki en dişe dokunur işi Tarantino-Rodriguez ortak yapımı "Grindhouse" için çekilen sahte fragmanlardan biri olan psikopat karakterli "Thanksgiving", ki ilerde bunu uzun  metrajlı bi filme niyetini ifade etti kendisi.


James Wan & Leigh Whannell
"Testere" sinema dünyasını salladığında sene 2003'tü. Okul arkadaşı Wan ve Whannell parlak bi fikirden yola çıkarak yazdıkları senaryoyu pazarlamak için demo niteliğinde bi kısa film hazırladılar. Senaryoyu beğenip hemen harekete geçen yapımcılar, başlarda direkt video pazarı için düşünülen projenin içerdiği potansiyeli farkedip geniş çaplı gösterime sokmaya karar verdiler. Böylelikle ortaya hem son on yılın en başarılı filmlerinden biri ortaya çıktı, hem de önümüzdeki yıl yedinci ayağı gösterime sokulacak bi seri doğmuş oldu. Arkadan gelen iki devam filminin de senaryosunu yazan Whannell, dördüncü filmden itibaren yerini başka yazarlara bıraktı. "Saw 3"ün akabinde gene kafa kafaya verip birlikte "Dead Silence"ı ortaya çıkaran ikili, tek atımlık kurşunları olmadığını cümle aleme göstermiş oldular böylece. Çok fazla ismini duyuramamış olsa da son derece başarılı bi korku filmi olan "Dead Silence", gişede gösterdiği zayıf performanstan ötürü yapımcılarında hayal kırıklığı yaratsa da bu senarist-yönetmen ikilisinden umutlu olan sinemaseverlerin beklentilerinin sağlamasını almış oldu. 2008'de "Death Sentence" isimli vigilante filmini yönetmekle görevlendirilen Wan, ilk kez senaryoda Whannell'le işbirliği yapmadı, zaten film de ne gişede ne de eleştirmenler nezdinde çok iyi bir iş çıkaramadı. İkilinin yeni projeleri 2011'de gösterime girmesi planlanan "Insidious" isimli gerilim filmi. Wan ayrıca "Castlevania" isimli oyunun uyarlaması için de kamera arkasına geçecek.


Rob Zombie
Heavy metalin baba isimlerinden, nev-i şahsına münhasır müzisyen, çizgi romancı, senarist ve yönetmen Rob Zombie gayet çok yönlü bi sanatçı. Kendi müzik videolarını yöneterek ısındığı yönetmenliğe, yolu sülalece sapık bi ailenin evine düşen bi grup gencin akıbetini hikaye edinen 2003 yılı yapımı "House of 1000 Corpses" ile giriş yapan Zombie, yapımı sona erdikten 3 yıl sonra gösterime girme imkanı bulan bu filmde ilk siftahı olmasına bağlı kimi aksaklıklara rağmen bi şekilde sinemasının nitelikleri hususunda fikir vermeyi becermişti. Tarzını tam olarak oturtması ise devam filmi "The Devil's Reject" ile gerçekleşecek, selefinde yer yer beliren absürd tona zerre yer vermeyen bu tamamiyle çiğ, sert ve tavizsiz dehşet filmiyle Zombie umut veren bi yönetmen statüsüne çıkmayı başaracaktı. "The Devil's Reject"in kazandığı kült statüsü neticesinde "Halloween"in yeniden çevrimini yönetmekle görevlendirilen Zombie, burda tam anlamıyla beklenmedik bir başarı göstermiş ve bana göre yapılmış en iyi "remake"lerden birine imza atmıştı. Serinin ilk iki filmine yayılan hikayeyi tek bir filmde sentezleyip Michael Myers karakterine psikolojik bir derinlik kazandırarak tam bir senaristlik başarısı gösteren Zombie, isabetli kast seçimleri ve etkileyici anlatımıyla "Halloween"e resmen kendi yorumunu getirmiş oldu. Ne yazık ki bu yorumu daha da genişletme yolundaki çalışmalarının meyvesi olan "Halloween 2" öncülüyle aynı ölçüde nitelikli bir yapım değildi. Her ne kadar rüya sahnelerindeki gerçek üstücü hava filme özgünlük katsa da, yönetmenin karakterlere ilişkin yaptığı açılımlar pek iyi sonuç vermemiş, sonuçta ortaya çıkan sarsak ve haddinden fazla uzatılmış hikayenin oluşturduğu açığı şiddetin dozajını arttırarak kapamaya çalışan bi film ortaya çıkmıştı. İki "Halloween" filmi arasında kendi çizgi romanından uyarladığı "The Haunted World of El Superbeasto" isimli direk video piyasası için çekilen bi animasyona da imza atan Zombie'nin yeni projesi, zaten 80'lerin sonunda bi yeniden çevrimi yapılmış olan 50'lerin korku klasiği "The Blob"un yeniden çevrimini yapmak. Uzun zamandır hayata geçirmeye çalıştığı "Tyrannosaurus Rex" isimli özgün senaryosunun akıbeti ise meçhul.

Salı, Mayıs 04, 2010

We're the middle children of history


"Man, I see in fight club the strongest and smartest men who've ever lived. I see all this potential, and I see squandering. God damn it, an entire generation pumping gas, waiting tables; slaves with white collars. Advertising has us chasing cars and clothes, working jobs we hate so we can buy shit we don't need. We're the middle children of history, man. No purpose or place. We have no Great War. No Great Depression. Our Great War's a spiritual war... our Great Depression is our lives. We've all been raised on television to believe that one day we'd all be millionaires, and movie gods, and rock stars. But we won't. And we're slowly learning that fact. And we're very, very pissed off."

"Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bir potansiyel görüyorum. Ama heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor. Garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köleler olmuşlar. Reklamlara kanıp araba ve kıyafet kovalıyorlar. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp ihtiyaç duymadığımız şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Ne bir amacımız var ne de bir yerimiz. Ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız...Televizyonla büyürken bir gün milyoner bir film yıldızı ya da Rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve çok ama çok kızgınız."
 
Fight Club (1999) - David FINCHER

Pazar, Mayıs 02, 2010

New wave of French horror

"Fransız yeni korku dalgası" olarak olarak Türkçe'ye çevrilebilecek, son dönemde korku türüne tazelik getiren en önemli hareket. 2000'lerin başlarında J-Horror'ın (Japon korku filmleri) tür için gördüğü işlevi, son yıllarda bu akım ifa etmekte. Gene son 10 yıl içinde fransız sinemasında peyda olan, hiç bir tabu kaygısına düşmeksizin her tür seks ve şiddet içerikli hikayeyi en çiğ haliyle filme alma eğiliminin (örneğin "Irreversible", "Trouble Every Day", "Intimacy", "Baise-moi") korku sinemasına izdüşümü olan bu alt tür, şimdiye kadar iki elin parmağından az sayıda ürün vermiş olmasına rağmen janrın tüm dünyadaki hayranlarını heyecanlandıran örnekler çıkardı bünyesinden. Aslında bu filmlerin kökleri, iki dünya savaşı arası dönemde Fransa'da çok popüler olan, sapkın korku öykülerini grafik şiddetle harmanlayan Grand Guignol tiyatrosuna dayandırılabilir. Zaman içinde kült statüsü kazanmış "Eyes Without a Face" yada Jean Rollin filmleri gibi örnekler çıkarmaktan da geri durmayan Fransız korku sineması asıl tarzını geride bıraktığımız on yılın başlarında oturtmaya başladı. Daha belirgin olarak ifade etmek gerekirse "High Tension" ile...Bu film ve ardıllarının şekillendirdiği bu sinema, ortalama izleyicilerin seyir standartlarına çok uzak seyreden hasletleri sebebiyle haksız bir biçimde işkence pornosu ve istismar sinemasıyla özdeşleştirildi. İşkence pornosu denilen tür, "Testere" serisi ve "Hostel" gibi örneklerle Hollywood'da kendini kabul ettiren, uzakdoğu sinemasında ise uzunca bir süredir varlığını sürdüren, çoğunlukla filmde bir hikayenin varolması gerekliliğini ikinci plana atıp, tümüyle şiddet eylemlerinin tasvirine odaklanan bir tür (özellikle çekik gözlü sinemacılardan çıkan örneklerin bi kısmı, film demeye şahit isteyen, bir işkence seansının kayda alınmasından ibaret iğrençlik abideleri). Fransız korkusu ise içeriğinde bulunan vahşeti bi amaç deil, hikayesini seyirciye en yoğun ve tesirli biçimde aktarma yolunda bi araç olarak kullanıyor, bunu yaparken de hikaye, atmosfer oluşturma vs. sinemasal kaygıları gözetmeyi de beceriyor. Bu filmlere istismar sineması örneği demek de büyük bir haksızlık zira istirmar filmi dediğiniz şey bütünüyle seyircinin vahşet veya cinsellik gibi temel güdülerine doyurmaya yönelik yapılan filmdir; "My Bloody Valentine 3D" veyahut "Hostel" istismar filmidir mesela. Ama Fransız korku filmleri bu filmlerden tümüyle farklı bir şekilde, "sinema yapma" kaygısıyla ortaya çıkmış yapımlar. Zaten korku türünün temelleri üzerine kafa yorulduğunda bu yapıtların kıymeti daha bir anlaşılıyor zira korku filminin ingilizce karşılığı "horror". Yani bizim Türkçede anlaşıldığı üzere her adımda bir korkutan değil, seyirciye dehşet ve tedirginlik üzerine kurulu bi atmosfere sahip hikayeler anlatan film demek ki Fransız Yeni Korku Dalgasının en temel meziyeti de bu zaten; boğuculuğu, rahatsız ediciliği, seyirciyi bunaltması.


Haute Tension (2003): Alexandre Aja yönetimindeki, türün işaret fişeğini yakan film. Esas kızımız Marie, haftasonu için üniversiteden arkadaşı Alexa'nın ailesine misafir oluyor. Gittikleri ev, kasaba,kent vs. toplu yerleşim yerlerine uzak, kırsalda bi yer,(haliyle)...Vardıklarının akşamı çıkagelen kamyonetli bi adam, ev ahalisini tek tek katlediyor ve Alexa'yı da kamyonete atıp götürüyor. Adama görünmeden canını kurtarmayı beceren Marie de arkadaşını kurtarmak için adamın peşine düşüyor. Ondan sonrası finale doğru düğümü çözülen kanlı bi kovalamaca. "High Tension"ın ne derece farklı bi yapıt olduğu, katille tanıştığımız ilk sahneden anlaşılıyor zira bu sahnede adamın kesik bi kadın başına oral seks yaptırdığına şahit oluyoruz. Aile üyelerinin öldürüldüğü sahneler de çok rahatsız edici olmamakla beraber gayet kanlı biçimde sunuluyorlar. Filmin temel olayı zaten, kimselerin olmadığı ücra bi mekan; nerden çıktığı, kim olduğu belirsiz, acımasız ve vahşi bi sapık gibi klasik öğeleri kana bulanmış bi hikaye çerçevesinde kullanması. Başkarakterinin bastırılımış lezbiyenliği üzerinden homofobik bi yapıya da bürünen "High Tension", elde ettiği başarıyla kendinden sonrakiler için güvenli bi kulvar açmakla kalmadı, korku sinemasında da bir yapı taşı olarak kabul gördü. Ne yazık ki bu denli çaplı bi başlangıcın ardından haliyle Hollywood'un radarına yakalanan yönetmen Alexandre Aja, yeniden çevrimlerin insanı oldu çıktı (sırasıyla "The Hills Have Eyes", "Mirrors" ve bu yıl içinde gösterime girecek olan "Piranha"). Gerçi yaptığı filmler benzerlerinin içinden sıyrılmayı beceren, görece başarılı yapımlardı, özellikle "The Hills Have Eyes". Ama gene de özgün işler yapmak dururken böyle remake üstüne remake yapmakla vaktini harcaması anlaşılır bir şey değil...


Ils/Them (2006): David Moreau ve Xavier Palud'un müşterek yönetiminde çekilen film, bu yazıda anılan benzerlerinden farklı olarak çok kanlı bi yapım değil, daha ziyade seyirciyi içine soktuğu atmosfer ve finali itibariyle etkileyici olmayı başaran bi film. Gene şehir dışındaki bi evde dinlenmeye çekilmiş bi çiftin evlerine, ne idüğü belirsiz bi grubun girmesi ve canlarına kast etmesi konu edilen. Birbirleriyle vakit geçirmek dışında bi niyetleri olmayan kendi halinde sıradan bir çiftin, bi insan için en güvenli yer, bir sığınak olan kendi evlerinde amaçsız ve manasız bir şekilde terörize edilmeleri filmin vurucu noktası ki bu fransız korkusunun en temel özelliklerinden biri; manasız şiddet ve kişisel alanın en vahşi biçimde ihlali. "Ils"in asıl bombası ise finale doğru açığa çıkıyor ve mağdurların maruz kaldıkları şiddetin rahatsız ediciliği daha da bir katmerleniyor. Senaryoyu da beraber yazan yönetmen ikilisi, daha sonra Jessica Alba'nın başrolünde olduğu, Pang kardeşlerin filmi "The Eye"ın yeniden çevrimine imza attılar, birçok yeniden çevrimde olduğu gibi eleştirmenlerce yerden yere vurulan bu film gişede de bekleneni veremedi.


Sheitan (2006): Fransız aktör Vincent Cassel'in yapımcılığını üstlenmekle kalmayıp rol de aldığı, Kim Chapiron yönetiminde çekilmiş film, gece klübünde eğlenen bi grup arkadaşın o gece tanıştıkları bir kız tarafından şehir dışındaki aile çiftliğine davet edilmeleriyle başlıyor. Çiftlik ahalisi de zaten Allah'lık, yaptıkları spastikliklerin ardı arkası kesilmiyor. İşin içinde bi pislik olduğu aslında en başında kızdan belli ya, gruptaki elemanların beyinleri fermuar seviyesinde gezindiği için geç uyanıyorlar, sonunda da iş işten geçmiş oluyor zaten. Bu yazı çerçevesinde ele alınan yapıtlar içinde en kötüsü olma özelliğine sahip olan "Sheitan", görüntülediği şeyler kadar görüntüleme üslubuyla da son derece çiğ bir sinema anlayışına sahip. "Onları affetme Tanrım, onlar ne yaptıklarının farkındalar" gibi şık bi lafla açılan filme dini bi altyapı yerleştirilmeye çalışılmış, gruptaki gençlerden ikisi de müslüman hatta. Daha ziyade günah kavramından haberdar olup gene de günaha girmekten çekinmeyen insanların hikayesi olarak kabul edilebilecek film, finali itibariyle ucu açık bir noktada kalıyo, ne halt döndüğünü pek de anlamıyorsunuz, izlemek durumunda kaldığınız bir sürü akıllara zarar sahne de cabası. Başroldeki Roxane Mesquida'nın varlığı dışında elle tutulur bi yanı olmayan film neticede.


Frontière(s) (2007): Çok iyi tepkiler almamış "Hitman"in de arkasındaki adam olan  Xavier Gens'in yönetmenliğini yaptığı bu film, karıştıkları bir soygun sonrasında polisten kaçan bi grup suçlunun şehir kenarında bi otele sığınmalarıyla başlıyor. Otelin işleticisi kafasını yeni bi dünya düzeni oluşturmakla bozmuş eski bi nazi subayı çıkıyo, çoluğuyla çocuğuyla yeni gelenlere kafa göz dalıyolar. "Frontier(s)"in en ayrıksı yönü öyküsüne politik bi arka plan yerleştirmesi zira sapık ailenin siyasi görüşleri bi tarafa, soyguncu elemanlar da sağ görüşlü bi partinin seçimleri kazanması sonrası ülke çapında başlayan gösteri hareketlerinin getirdiği kaos ortamından faydalanarak soyguna yelteniyorlar. Bu haliyle film ister istemez bi faşizm eleştirisi gibi duruyor ama bunu çok kör gözüm parmağa bi biçimde yaptığı da bi gerçek. Sinemasal nitelikleri itibariyle de diğer Fransız korku filmlerinden bi nebze geri kalan yapım daha ziyade olayın gore kısmının abartılmasına sırtını dayamış görünüyor.  

 

À l'interieur/Inside (2007): Eski bi sinema yazarı olan Alexandre Bustillo'nun senaryosunu yazıp Julien Maury ile birlikte yönettiği "Inside" her iki yönetmenin de ilk filmiydi. Fakat değme yönetmenlere taş çıkartacak bir beceriyle kesif bir dehşet atmosferinin hakim olduğu bir film ortaya çıkarmayı başardılar. Film hamileliğinin ilk aylarında geçirdiği bi trafik kazasında eşini kaybeden Sarah isimli bir kadının, doğumuna sayılı günler kalmışken bir akşam gizemli bir kadının evine gelip Sarah'nın bebeğini istediğini söyleyerek ona dünyayı dar etmesini konu ediniyordu. "Inside"ın en çarpıcı özelliği "gore" sıfatını hakedişte sınırları zorlaması, muhtemelen sinema tarihinin en kanlı filmlerinden birisi bu. Girizgahından finaline kadar öyle oluk oluk kan akıyor ki bi noktadan sonra hipnotize edici bi hal alıyor, görüntüler beyninize saplanıyor, çıkartamıyorsunuz. Filmin finaline doğru hikayeye eklenen "doğaüstü güç" sosu olayın biraz tadını kaçırıyor olsa da son saniyesine kadar seyircisini germeyi beceren, hatta bir ölçüde -olumlu manada - yoran zıpkın gibi saf bir sinema örneği.  Bloody Disgusting sitesince 2000'li yılların en iyi 20 korku filminden biri olarak gösterilen "Inside" bana göre tüm zamanların en başarılı korku filmlerinden birisi. Yönetmenler Bustillo ve Maury'nin isimleri bi ara "Hellraiser"ın yeniden çevrimi için geçmekteydi ama stüdyo ile anlaşılamadığı için o iş yattı. İnşallah bu Hollywood'un dümen suyuna gitmekten ikiliyi alıkoyar da, bu yazıda bahsi geçen çoğu yönetmen de olduğu gibi onları da yeniden çevrim hezeyanına kaptırmaktansa kendi özgün fikirlerinden yola çıkmış filmlerini izleme imkanı buluruz.


Martyrs (2008): Görselliğiyle hafızalara kazınmış "Silent Hill"in yönetmeni Christophe Gans'ın asistanlığından gelme Pascal Laugier'in ikinci filmi olan "Martyrs", "Inside" ile birlikte Fransız korku sinemasının zirve noktalarından birini teşkil ediyor. Küçük bi kızın alıkonulduğu köhne bir depodan kaçışıyla açılan film, bu olayın etkisinde kalarak hallusinasyonlar içinde büyüyen kızın kendisini rehin alan insanların peşine düşmesiyle devam ediyor, ikinci yarısından sonra ise farklı bir noktaya evriliyordu. Boğucu derecede karamsar bi havaya sahip olan "Martyrs"ı diğer türdeşlerinden ayıran en önemli yönü Fransız korku sinemasının şimdiye kadar bahsettiğimiz özgün yanlarını klasik korku sinemasının anlatım kalıplarıyla sentezlemeyi başarmasıydı ki bu onu diğerlerinden bir parça daha öne çıkarıyordu. İşkence üzerine dayalı bi hikayesi olması hasebiyle çoğularınca çok sert addedilse de tür olarak şiddete meyyalimiz göz önüne alındığında tarihin diğer dönemlerinden çok da farklı olmayan günümüz dünyasında insanların birbirlerine neler yapabileceğine dair az buçuk fikre sahip olan birinin, filmin şiddet düzeyinden çok da etkileneceğini düşünmüyorum açıkçası. İnsanları Tanrıya ulaştıracak denli acıya maruz bırakmak, işkenceden uhrevi bi deneyim çıkartmak gibi hristiyanlığın köklerinden beslenen bi tema üzerinden yürüyen hikayesiyle "Martyrs", hem yazı konusu akım hem de korku sineması için bi dönüm noktası, kendisinden sonra gelecek örnekleri etkilemesi kaçınılmaz olan örnek bir film. Pascal Laugier, Bustillo ve Maury'nin ayrılışının ardından "Hellraiser" yeniden çevriminin başına geçirildi ama neyse ki sonrasında o da projeden ayrıldı. Şu aralar "Details" isimli doğaüstü bi gerilim filminin yapımıyla meşgul olduğu söyleniyor.