Salı, Mayıs 26, 2020

Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam: Bir İhsan Yüce Kitabı - Erhan Tuncer


İhsan Yüce, yeşilçamda karakter oyuncusu denince ilk akla gelen ve çoğu insanın ismini bilmese dahi yüzüne kesinlikle aşina olduğu bir isim. Herkesin bilmediği ama benim gibi sinemaseverlerin bildiği şey aynı zamanda "Kibar Feyzo" gibi kalburüstü işlere de imza atmış bir senarist olduğu. Benim gibi sinemaseverlerin de bilmediği daha bir çok şey daha varmış rahmetli hakkında ki Erhan Tuncer'in kitabı sayesinde bunlar hakkında fikir sahibi olabiliyoruz.

İhsan Yüce'nin hayatı ve kariyeri üzerine odaklanan kitap daha ziyade bir sözel tarih kitabı denebilir çünkü makul bir çoğunluğu Yüce'nin hayatına girip çıkmış kişilerin tanıklıklarının aktarılmasından ibaret. Tuncer nadir olarak sazı eline alıp kendi kelimelerini kağıda dökmüş, dolayısıyla Yüce'nin ortaya koyduğu işlerin çok derin analizlerini yapan bir kitap değil. Hatta çoğu zaman Yeşilçamın kıyısında bile gezmeyen bir kitap. Ama gene de dönemin sinema anlayışı ve sevdiğimiz saydığımız bir çok isim-film hakkında keyifli anektodlar okuma imkanı veren, son derece sürükleyici ve bir çırpıda bitiveren bir eser. Aslında kitaptan ziyade bir belgesel olsaymış daha da iyi olabilirmiş eldeki materyalin uygunluğu nispetinde ama gene de Türk sineması tarihçiliği için önemli bir yapıt. Okuyunuz,okutunuz.

Salı, Mayıs 19, 2020

Body of Lies(2008) - Ridley Scott


"War On Terror" filmleri izlencemizin ikinci ayağı Ridkey Scott imzalı "Body of Lies". Kimse tarafından kötü olmakla itham edilmese de çoğu eleştirmenin görmezden geldiği bu değeri bilinmemiş film bana göre Scott'ın filmografisinin en değerli parçalarından biri.

(Spoiler)
Bir roman uyarlaması olan filmin öyküsü Roger Ferris isimli bir CIA ajanını merkezine alır. Avrupa'da terörist bombalamalar devam etmektedir ve arkasında El-Selim isimli yeni bir Bin-Ladin özentisinin olduğu düşünülmektedir. Ferris de Irak'ta bu örgüt hakkında bilgi toplamak için uğraşmaktadır. Russell Crowe'un canlandırdığı Ferris'in amiri Hoffman ise ABD'deki ofisinden Ferris'i yönlendirmektedir. Ferris'in hayatını riske atarak elde ettiği bilgileri çoğu zaman onun hayatını tehlikeye atacak derecede fırsatçı biçimlerde kullanır Hoffman çünkü kendi ifadesiyle CIA "sonuç odaklı bir organizasyon"dur. Irak'taki hücre evinden bir sonuç alınamayınca Hoffman El Selim avına devam edebilmesi için Ferris'i Ürdün'e yollar ve burda hikayenin bir başka önemli aktörü olan Ürdün İstihbarat Başkanı Hani "Paşa" devreye girer. Mark  Strong'un müthiş bir soğukkanlılıkla hayat verdiği Hani yeri geldiğinde eline düşenlere eziyet etmekten çekinmez ama işkencenin işlevselliğine de inanmaz,çünkü "acı içinde birisi sana duymak isteyeceğin her şeyi söyleyecektir". El Selim'i de ele geçireceğine inanmaktadır Hani, Ferris'in edindiği bilgilerle Ürdün'de bir hücre evi tespit edilmiştir bile. Ferris ve Hoffman'dan yegane beklentisi kendi yöntemlerine harfiyen riaayet edilmesidir. Ferris de aynı kanaatte olsa da Hoffman gene kendi bildiğini okur ve neticede Ferris'in Ürdün'den sürülmesine neden olur. Hoffman'a ateş püskürse de Ferris'in artık avını ele geçirmek için daha orjinal yollara başvurması gerekmektedir.


DiCaprio'nun "Blood Diamond" ile başlayan olgunlaşma döneminin bir başka etkileyici ayağı olan Roger Ferris karakteri filmi izlenebilir kılan faktörlerin başında gelir. DiCaprio'nun gayretli oyunculuğu sayesinde Ferris'in mesleğinde tam bir profesyonel olan ve işini hakkıyla yapan biri olduğunu görürüz, kendisini Hoffman için vazgeçilmez yapan neden de budur. Diğer taraftan Hoffman için amaca giden her yol mübahtır, aradaki zayiatlara hiç önem vermez çünkü o zayiatlar Hoffman için uydu kamerasından gördüğü piksellerden ibarettir. Ferris'in ABD'ye sığınma vaadiyle bağlantı kurduğu  muhbir için böyle bir hitimale prim vermez kesinlikle. Gene Ferris'in Irak'taki bağlantısı Bassam'ın hayatını kaybetmiş olmasının üzerinde durmaz bile. Ferris üzerinde durur ve etrafında ölen insanlar onun için operasyonel zayiattan daha fazlasıdır. Fakat gene de belli bir noktaya kadar profesyonelliğinden ödün vermez, işine bakar. Ta ki son operasyonda El Selim'in dikkatini çekmek için hiç bir ilgisi olmadığı halde terörist gibi gösterdiği adamın hayatını kaybetmesine kadar. Burada eylemlerinin sonuçları Ferris'in işine ve ülkesine olan bağlılığının önüne geçer. Hoffman Ferris'ten vazgeçmek istemez, karşılarında ABD'nin tümüyle hakim olduğu teknolojik imkanlardan kendilerini izole ederek daha tehlikeli ve görünmez hale gelen bir düşman vardır ve bu düşmana karşı en iyi şansının Ferris gibi sahada canla başla bilgi toplayan ajanlardan geçtiğinin farkındadır ama gene de Ferris'in vicdan muhasebesi onda bir karşılık bulmaz. "Bu savaşta kimse masum değildir ve ortadoğu denilen bu çöplükte sevilecek hiçbir şey yoktur" Hoffman'a göre. "Belki de sorun tam olarak budur" der Ferris ve bu noktada yolları bir daha kesişmeyecek şekilde ayrılır. Zaten en başından beri Ferris'in çalışma stiline en uygun kişi Hani Paşa'dır,yaşadığı coğrafyaya ve kültüre hakimdir, en iyi sonuca en etkili şekilde nasıl ulaşacağını bilir ki finalde hem Ferris'i yem olarak kullanıp hem de aynı zamanda hayatını kurtaran da o olur. "Body of Lies"ı hem döneminin terör filmleri hem de yönetmenin filmogrofisi içinde ayrıksı kılan temel husus da burada yatar; esas karakterinin hem bu tarz iç çelişkilerle dolu hem de işinin ehli, yolculuğunu başladığı noktada bitiren şovenist süper ajan karakterlerinden farklı olarak kusurlu bir figür olması ve yan karakterlerin bu kontrastın altını çizecek şekilde tasarlanmış olmaları.


Filmin en aksayan noktası, birçok eleştirmence de ifade edildiği üzere Golshifteh Farahani'nin canlandırdığı hemşire karakteridir. Aktris sempatik oyunculuğu ile olayı belli bir yere kadar idare etmeyi başarsa da DiCaprio ile aralarındaki kimya sıfırın üstüne çıkmaz ve tüm bu global entrika şemasının içinde karakterler arasındaki romantik yakınlaşma teması sanki bu da bulunsun diye eklenmiş gibi çok eğreti durur.

"Body of Lies"ı etkileyici kılan bir diğer husus aslında yönetmenin alameti farikası bir unsurdur;filmin resimleri çok şık olması. Belli isimlerle sık aralıklarla çalışsa da her filminde aynı görüntü yönetmenini kullanan bir isim değil Ridley Scott. Daha önce yönetmenin filmlerinde çeşitli kademelerde görev almış ve "Resident Evil:Apocalypse" ile yönetmenliğe de soyunmuş olan Alexander Witt'in görüntü yönetmenliğini üstlendiği ilk ve tek film bu ama buna rağmen yönetmenin görsel standartlarında bir iş çıkarmayı başarmıştır Witt. Ortadoğunun sıcağını içimize işleten renk paleti ve helikopterli çatışma sahnesi gibi görkemli aksiyon sahnelerindeki başarısı takdire şayandır. Aynı şeyi yönetmenin 3 ayrı filmini daha bestelemiş olan ve "The Grey"in müzikleri vesilesiyle sevip saydığımız Marc Streitenfeld için söylemek mümkün değildir ne yazık ki;yaptığı müzikler hiç bir iz bırakmadan akıp giderler ekrandan.


Son kelam; yapıldığı dönemin başarılı bir fotoğrafını çeken, sürükleyici bir tempo ve sacayakları iyi kurulmuş bir senaryoya sahip, DiCaprio-Crowe-Strong üçlüsünün resmen döktürdüğü ve Ridley Scott'ın da tüm bu saydıklarımızın hakkını vererek göz alıcı bir işe imza attığı başarılı bir film "Body of Lies".

Pazartesi, Mayıs 11, 2020

The Kingdom (2007) - Peter Berg


Peter Berg'in yönetmenliğini beğenemedim hiç. Filmlerinin çoğunu izlemiş buldum kendimi çünkü öyle ya da böyle ilgi çekici konseptlerle çıkageliyordu ama her bir filminin ardından bir olmamışlık hissiyatıyla ayrılıyordum,bir Michael Mann-Michael Bay özentisi olmaktan öte gidemiyordu. Özellikle alayı Mark Wahlberg''le olan(ki burda Wahlberg'e de laf çarpmadan geçmemek lazım - bu adamdan başka yönetmen  tanıdığın mı yok arkadaş, git biraz da farklı isimlerle çalış) son filmleri sıkıcılık abidesi olmaya başladılar ki "Spenser Confidential" ve "Mile 22"yi komple ıskalamaya karar verdim. 2007 yılında gösterime giren "The Kingdom"ı ilk izlediğimde de bi hayli olumsuz duygularla bitirmiştim filmi ama 13 aradan sonra yeniden ziyaret ettiğimde yönetmene biraz haksızlık ettiğime karar verdim.


Suudi Arabistan'la ABD arasındaki petrole dayalı birlikteliğin tarihsel arka planını anlatan etkileyici bir title bölümüyle başlayan film Arabistan'da petrol şirketi  çalışanı Amerikalıların yaşadığı bölgede yaşanan bir terör eylemi ve bu eylemin akabinde olayın arkasındakileri bulma amacıyla bölgeye gelen FBI ekibinin yaşadıklarını konu ediniyor. 11 Eylül sonrası ara ara beliren "Teröre karşı savaş" temalı ortadoğu merkezli filmlerin bir örneği olan "Kingdom"ın senaryosu yönetmen Joe Carnahan'ın biraderi Matthew Michael Carnahan'a ait. Aynı yıl bir başka post-11 eylül filmi olan Robert Redford filmi "Lions For Lambs"i de kaleme alan Carnahan geçtiğimiz yıl ses getiren "Dark Waters" ve çok da fena olamayan bir polisiye olan "21 Bridges"a da imza atmıştı.

11 Eylül'ün üzerinde neredeyse 20 yıl geçti, üzerine Arap Baharı,bir dolu iç savaşlar ve Işid gibi türlü türlü bir dolu hadise de yaşandığı için "Kingdom"  gibi filmler soğuk savaş filmleri gibi bi nevi tarihi eser hüviyetine büründüler ama gene de merkezdeki hikaye çatısı sağlamsa hala izlenebilirliklerini koruyorlar. Berg'in hikayesinin merkezinde ajan Fleury(Jamie Foxx) ve ekibi var. Yaşanan olayda yakın arkadaşlarından birini kaybetmeleri dışında pek bir bilgi edinemesek de geriye giden bir tanışlıkları olduğunu anlıyoruz. Bu karakterlerin temel motivasyonu intikam olunca ve olayı çözmeye çalışırken anlamadıkları bir kültürün kısıtlamalarıyla karşılaşmalarının verdiği hissiyatla birlikte ister istemez bir hamasilik ve zenofobi hissiyatı hakim oluyor filme.


Madalyonun öbür tarafında Eşref Barhum ve Ali Süleyman tarafından canlandırılan arap polis karakterleri var. Yüzde 90'ı itirabiyle düşmanca tavırlara sahip insanlarla dolu olarak gösterilen ülkede bu iki figür seyircinin takip edebileceği "iyi" arap karakterler olarak seçilmişler, orası aşikar. Fakat buna rağmen özellikle Barhum'un sempatik oyunculuğu sayesinde bu durumu çok yadırgatıcı gelmiyor. Ayrıca filmin söylediği son cümle olan "we are gonna kill them all" da düşünülünce Berg'in her ne kadar milliyetçi damarından vazgeçmiyor olsa da mevzuya tümüyle şovenist bir bakış açısıyla yaklaşmadığını da söylemek mümkün kanımca. 


Berg'in filmini destekleyen iki nokta var; bunlardan birincisi filmin aksiyonu. Filmin başındaki terör saldırısı sahnesi olsun, otobanda başlayıp sokak çatışması olarak nihayete eren final sahnesine kadar Berg'in dersine iyi çalıştığı ve ustaları Mann ve Bay'in filmlerini tahlil ettiği belli oluyor. Sonraki filmlerinin çoğunu izlemiş biri olarak buradaki aksiyon daha ilgi çekici oluyor çünkü aynı yetkinliği sonraki filmlerinde görebildiği söyleyemeyeceğim. Görüntü yönetmeni Mauro Fiore (Training Day, The Island,Smokin Aces) de bu noktada Berg'e bir hayli yardımcı olmuş, hem aksiyon sahnelerinde kameraya inme geçirtmeden olayı takip etmemizi sağlıyor hem de sahnenin coğrafyasına hakim olabiliyoruz.



Filmin diğer güçlü yönü ise kastı. Berg'in filmleri genelde sağlam oyuncu kadrosuna sağlam oluyorlar zaten. Burada da Jamie Foxx, Jason Bateman, Jennifer Garner ve Jeremy Piven birarada izlemek keyifli, her ne kadar Piven'ın görünürlüğü biraz daha fazla olsa fena olmazmış. Emektarlar Richard Jenkins, Chris Cooper ve Danny Huston da filmi zenginleştirmişler.


Son kelam; aradan geçen yıllar "The Kingdom"a iyi davranmış ve güzel yaşlanmış film. Berg'in yönetmenlik kariyerinin incisi denebilir rahatlıkla.