Amerikan iç savaşında kuzey için savaşan
yaralı bir asker kendini güneyin göbeğinde bir kız okulunda bulur.
Okulun müdiresinin gönlü askeri o haliyle güney ordusuna teslim etmeye
el vermez ve tedavi etmeye karar verirler. Fakat karşı cinsten kimseyle
çok muhatap olmayan okul efradından bazıları adama karşı ekstra ilgi
göstermeye başlarlar. Aynı durumdan muzdarip olan asker de bu ilgiye
karşılık vermekten geri kalmaz ama fazla açgözlü davrandığı için işler
doğal olarak çığırından çıkar.
Farrell leverages his Irish heritage to
add depth to the character’s smoldering darkness, playing McBurney as a
recent immigrant who was immediately drafted up into the Union Army upon
arrival, and thus holds no allegiance to his adopted country— only to
himself. He still bears traces of his accent, which highlights how
conflicting the process of assimilation has been for him even as it
imbues him with a European exoticism in the eyes of the young women.
Elle Fanning appears all grown up here as
Alicia, one of the older students caught in self-serving thrall to her
teenage hormones. While Edwina’s attraction to McBurney is misguidedly
romantic, hers is purely driven by sexual curiosity. Together, they
stand as critical faults in the armor that Miss Martha labors to project
Don
Siegel'ın yönettiği bir Clint Eastwood filminin yeniden çevrimi bu yapım.
Filmi izlemedim ama sinopsisini okuduğumda bu filmle nerdeyse birebir
aynı bir olay örgüsüne sahip olduğunu gördüm. Yönetmen Coppola filmin
farklılığının olayı kadınların gözünden anlatmasından
geldiğini söylemiş. Öncülünü izlemeden bu konuda ne kadar başarılı
olduğunu tespit etmek biraz güç olsa da birebir aynı adımları takip eden
bir hikayede odak noktasını değiştirerek ne derece farklılık
yaratılabilir onu da bilemiyorum.
Aslında esas mevzu hikayenin ne kadar
anlatmaya değer olduğunda yatıyor bence, en azından benim
nezdimde sorun buydu. Dışardan bir karakter uyumlu bir grubun içine
giriyor ve herkesin uykuda olan nefsi birden kabarıp herkesi
sorgulanacak kararlar almaya sürüklüyor. Hikayenin özü bu; fazla basit ve
çok özgün bir temel sayılmaz. Zaten karakterlerin hiç birisi de insanda
bir özdeşleşme hissi uyandıramıyor, dolayısıyla başlarına gelenleri de
çok da önemsemiyorsunuz. Esasında filmin vermeye çalıştığı "kadınları kızdırma yanarsın"
tarzı mesaj daha cüretkar ve olayı daha uçlara sürüklemeye yerinmeyecek bir B-filmi için daha uygun ama Coppola kendisini haddinden fazla ciddiye aldığı
için o yola sapamıyor. Elindeki içeriğin ucuzluğunu benimseyip biraz
sınırlarını zorlasa daha akılda kalıcı bir işe imza atabilirmiş halbuki
ama o Cannes'da ödül peşinde koşmayı tercih etmiş. Bir bakıma isabetli bir tercih yaptığı söylenebilir, festivalden ödülle dönmüştü çünkü. Öte yandan izleyici nezdinde filmden geriye kalan Nicole Kidman, Colin Farrell, Elle Fanning, Kirsten Dunst ve Angourice Rice'ın başını çektiği
sağlam oyuncu kadrosunun performansları ve Philippe Le Sourd'un ("The Grandmaster", "A Good Year") güzel kareleri dışında bir
şey olmuyor. Neticede uzun vadede önemli olan hangi festivalden ne ödül
aldığınız değil izleyicilerin hafızasında filminizin ne kadar yer
ettiği.