Çarşamba, Ağustos 15, 2018

Throwback Thirty: Beetle Juice - Tim Burton


Sinema dünyasının gotik üstadı Tim Burton'ın sinemaseverlerin gönlüne çimentodan taht kurduğu ilk film "Beetlejuice"dur. Sinemada yakalamak için geç doğmuş olsak da birçoğumuzun televizyonda defalarca izleyerek hatmettiği filmlerden biri olarak kaldı hep. Kırsal yaşamın keyfini süren Alec Baldwin ve Geena Davis'in canlandırdığı Maitland ailesinin bir trafik kazası neticesinde hayatlarını kaybedip birer hayalete dönüşmeleri ve akabinde evlerine taşıyan yeni aileyi korkutarak kaçırma planlarını anlatan filme adını veren Beetlegeuse(Michael Keaton) bu hususta Maitland'lara yardımcı olma iddiasıyla ortaya çıkan sempatik ama tehlikeli bir iblistir. 

Michael Mcdowell'ın özgün senaryosundan uyarlanan film esasında mizahtan uzak, çok daha karanlık bir hikaye anlatıyormuş; Betelgeuse'un eve yeni taşınan aileyi korkutmaya değil öldürmeye çalıştığı ve Lydia (Winona Ryder) karakteriyle evlenmek değil ona tecavüz etmeyen ortadoğulu görünümünde kanatlı bir yaratık olarak tasvir edildiği bir versiyon bu. Hem stüdyo hem de Burton bundan hoşnut olmamış olacak ki senaryon başka yazarlarca elden geçirilmiş ve tonu hafifletilmiş ama gene de bu haliyle bile garip bir hikaye olmayı sürdürdüğü için Davis ve Baldwin gibi başroldeki isimleri ikna etmek uzun zaman almış. 



Çocukluk hatıralarımızda hem ürkünç hem de eğlenceli bir film olarak yer etmiş olsa da şu yaşımızda izleyince filmin aynı etkiyi sahip olduğunun söylemek güç. Artık filmi ezbere biliyor olmaktan mı ileri geliyor, yoksa efektlerin ister istemez yaşlanmış olmasından mı tam kestiremiyorum ama umduğumdan kadar iyi yaşlanmadığını görmek beni biraz hayal kırıklığına uğratmadı desem yalan olur. Öte yandan hala hem görsel olarak özgün şeyler vadeden hem de sıra dışı hikayesi ve oyunculuklarıyla keyifle izlenebilen bir film hüviyetini koruyor. Yönetmenin hüzün, dehşet ve mizah hissiyatlarını birbirine kolaylıkla harmanlayabilen tarzına bugün artık alışmış olsak da 1988 yılı için  Burton'ın yaratıcı kişiliğini geniş skalada ifadesini bulduğu ilk film buydu. Gerçi ilk uzun metrajı "Pee-Wee"yi izlemediğim için bir şey diyemeyeceğim ama öncesindeki kısa metrajları "Vincent" ve "Frankenweenie"den "Beetlejuice"ye giden tematik yolu fark edenler için zamanında yeni bir auteurun geldiğini idrak etmiş olmak heyecan verici olmuş olmalı. Son 10 yıldır neredeyse hiç bir akılda kalıcı imza atamamış olması gerçeğini düşününce yönetmenin nereden nereye geldiğini görmek üzücü olsa da zamanında Day-O eşliğindeki dans sahnesi başta gelmek üzere birçok klasik sahneyi üretebilmiş olmasıyla mutlu olmak lazım belki de. Basit bir kazı makinesini bile korku filmi karesi gibi çekebilmiş bir adam bu sonuçta.


Filmin oyuncu seçimi kendisini kalıcı yapan faktörlerden biri. Özellikle kareası oluşturan dörtlü rollerine cuk oturuyorlar. Keaton'ın karakteri canlandırırken keyfinin gıcır olduğu her sahneden anlaşılıyor. Ryder, Lydia rolünde daha Emo diye bir şey icat edilmemişken emo bir karakter kurmayı başarmış, hala da gotik kız deyince akla gelen ilk görüntü kendisinin suretidir. Şaşkın çift rolünde daha henüz şişmanlamamış bir Alec Baldwin ve Davis bu ikilinin gerisinde kalsalar da ezilmiyorlar da. Eski filmlerin en sevdiğim özelliklerinden biri yan karakterlerin bile kanlı canlı çizilebilmesi,bir kişiliklerinin olması. Bu hem onları akılda kalıcı kılan hem de filmi zenginleştiren bir faktör ki günümüz popüler sinemasında gitgide yitip giden bir hususiyet. Bu sebepten ötürü Lydia'nın ailesi, eski emlakçı Charles(Jeffrey Jones), çaylak heykeltıraş Delia (Cat O'Hara) ve iç tasarımcı Otho(Glenn Shadix) her belirdiklerinde filmin izlenme derecesini arttırabiliyorlar. Özellikle O'Hara, resmen döktürmüş ki eski izlemelerimde fark etmediğim bir şeydi bu,oyunculuğuyla Keaton'ı bile geride bırakıyor neredeyse. Shadix'in de ondan aşağı kalır yanı yok bu arada. 


Danny Elfman'dan çok hazzetmesem de "Beetlejuice" deyince hemen akla gelen klasik bir melodiye atmış olduğunu kabul etmek gerek. Harry Belafonte'den dinlediğimiz "Day-O" ve "Jump In The Line,Shake Senora" da bir neslin zihnine bu filmle kazınmıştır. Filmin yapım tasarımından sorumlu Bo Welch'i de anmadan geçmemek lazım, Burtonesk öbür dünya tasvirlerinin hayata geçmesinde onun katkısı da tartışılmaz kuşkusuz. Zaten Burton da bu sebepten "Batman Returns"de kendisiyle tekrar çalışmış.

Hem 80'lerin en akılda kalıcı filmlerinden, hem yönetmenin en güzide işlerinden 30 yaşını doldurmuş bu film hala komik tırsınçlığıyla seyircisini etkilemeyi başarıyor. Yıldönümü namına bir kere daha izlemek için haydi hep beraber:  

Shake, shake, shake, Senora, 
Shake your body line 
Shake, shake, shake, Senora, 
Shake it all the time

Cumartesi, Ağustos 04, 2018

The New Radical Soundtrack - Clint Mansell


Clint Mansell "Requiem For a Dream" besteleri sayesinde sinemaseverler arasında hatırı sayılır bir popülerliğe erişmiş bir adam olsa da seveni kadar sevmeyeni de mevcut. Şahsen ben her işini aynı ölçüde beğenmesem de ayırt edici bir soundu olan "Noah", "Fountain", "Doom", "Loving Vincent" ve kariyerinin zirvesi olan "Smokin Aces" gibi işleri sebebiyle yakinen takip etmeye çalıştığım bestecilerden biri kendisi. "Requiem"in popülerliğinin ardından blockbuster piyasasına ara ara göz kırpsa da çoğunlukla daha küçük ölçekli projelerin ve orkestraların adamı olageldi hep Mansell ki bu durum son yıllarda iyice belirgin olmaya başladı. "Noah" sonrası büyük bütçeli bir filmin müziğinde kendisini görmediğim gibi son yıllarda katkıda bulunduğu filmlere bakınca iyice arthouse takılmaya başladığı bile söylenebilir. Yazının konusu olan "The New Radical" mesela Julian Assange gibi politik sisteme internet yoluyla saldıran radikalleri konu edinen bir belgeselmiş, geçen yıl Sundance'te falan gösterilmiş ama müzikleri çıkana değin herhangi bir platformda bahsine denk geldiğim bir yapım değil. Belli ki çok ses getirmemiş bu filme belki Mansell müzikleriyle bir omuz vermiştir beklentisiyle dinlemeye başlayan ben filmin namsızlığı ve dikkat çekici olmayışının müziklere de sirayet ettiğini görünce hevesim kursağımda kaldı, kulaklarım "Lux Aetarna"yı aradı.

Teknoloji üzerinden ilerleyen bir filme tekno özellikleri taşıyan müzikler döşemek her ne kadar özgünlükten bir hayli uzak olsa da akla yatmayan bir yaklaşım da değil. Gel gör ki Mansell'in müzikleri o  kadar sıradan ve akılda yer edicilikten uzak ki kökeninde pop müzik olan, vakti zamanında NIN'e düzenlemeler yapmış bir adamın elinden gelenin bu olduğuna inanmak biraz zor geliyor. Zaten hepi topu yarım saat anca uzunluğu olan, 7-8 parçadan müteşekkil bir albüm ama aralarından şuna belki bir kulak atılabilir denecek bir tane müziğe denk gelemedim ben. Velhasılı kelam, olmamış Clint olmamış. Olaymış iyiymiş,lakin no,nein,niet.