Salı, Haziran 28, 2022

Home Team


Adam Sandler'ın yapımcılıkla yetinip başrolünü kankalarından Kevin James'e devrettiği "Home Team", bir önceki yazının konusu olan "Hustle"a nispetle daha başarılı bir spor filmi, ama bir dereceye kadar. Sean Payton isminde, amerikan futbolunun bilinen koçlarından biriyken karıştığı bir skandal yüzünden ligden uzaklaştırılan, bu süreyi oğlunun futbol takımına koçluk yaparak geçiren ve onları junior kategorisinde şampiyonluğa götüren gerçek bir karakterin öyküsüymiş burada anlatılan. Wikipedia'nın yalancısıyım tabii, dramatizasyon noktasında ne derece özgür davranmışlar araştırma zahmetine girmedim açıkçası. Kevin James iyi materyal bulduğunda komik olmayı başarabilen bir adam aslında ama burada tümüyle ciddiyete abandığı için hikayenin komedi yükü diğer aktörlere düşmüş ilginç bir şekilde. Bu noktada çocuk oyuncular filmin eğlence merkezini oluşturup hikayeyi gülerek izletmeyi başarıyorlar, kastingi yapan arkadaşı takdir etmek lazım, iyi bulmuş bu hergeleleri. 10 yıl öncesinin sevimsiz süt oğlanı Taylor Lautner'a da olgunluk yakışmış, efendi bir adam olmuş ama her ne kadar Sandler'ın yapım şirketinin kadrolu elemanı haline gelse de hala bir komedi insanı değil bence. 30 senedir piyasada olmasına rağmen halen bir arpa boyu yol kat edememiş Rob Schneider hikayenin gereksiz unsurlarından birini oluşturuyor, hakeza karısını oynayan Sandler'ın öz hakiki eşi Jackie Sandler da öyle. Diğer taraftan Sandler'ın yeğeni Jared (tam aile şirketi işletiyor adam), otel görevlisi rolünde filmin gizli yıldızlarından biri haline gelmeyi başarmış. Barındırdığı eğlenceli ögelere sırtını dayayaraktan iyi bir giriş yapıp eğlendirerek belli bir noktaya kadar götürse de üçüncü perdeye doğru gereksiz bir hıza ve geçiştirme kaygısına kapılıyor film. Sanki son kısmı yazmaya üşenmişler de direk finale atlamak istemişler gibi. Payton'ın karıştığı skandala çok girmeyip karakteri daha sevimli hale getirmek için üstünü geçiştirmeleri de hoş olmamış. Vakit geçirmek için izlenebilecek ama izlenmese de çok bir şey kaybedilmeyecek bir çalışma.

Pazartesi, Haziran 27, 2022

Hustle


Komedilerinden genelde çok hazzetmesem de ne zaman dramatik bir iş yapmaya yeltense kendimi ekranın başına kurulmuş halde bulduğum isimlerden birisi Adam Sandler. Jeremiah Zagar isminde yeni yetme bir yönetmenin elinden çıkma son filmi "Hustle" da bu noktada bir istisna olmadı ve Netflix'e düşer düşmez izledim. Geleceği parlak bir basketbol oyuncusuyken yaptığı bir hata sonucu hayalleri suya düşen, geri kalan yaşantısını bir gün antrenör olurum umuduyla parçası olduğu klüp için global düzeyde yeni yetenekler aramakla yıllarını geçiren Stanley Sugerman'ı canlandırıyor. Sugerman'ın son keşfi olan Bo, küçük bir kız babası devasa bir İspanyol ve Sugerman'ın teşvik ve gayretleri ile takıma girmek için ABD'ye geliyor ama ikilinin karşısına devamlı zorluk çıkaran Ben Foster tarafından canlandırılan klüp yöneticisi gibi tipler sayesinde bu yolculukları bir haylı çetrefilli hale geliyor ama bu tarz filmlerden bekleneceği üzere herkes mutlu sona ulaşıyor final itibariyle. Kullanılmaya müsait bir malzemeden hareket ediyor olsa son derece klişe bir şekilde ilerleyen ve kendinden önce gelen benzeri filmlerden ayrışmayı beceremeyen bir yapım olmuş "Hustle". Stanley Bo'yu keşfediyor, aralarında bir abi-kardeş ilişkisi kuruluyor ve mutlu sona ulaşılması için araya hengameler serpiliyor ama bu hengamelerin menşei olan patron karakterinin neden sebep bu denli gıcık hareket ettiğini anlamak pek mümkün olmuyor. Sırf hikayede bir negatif karaktere ihtiyaç duyulduğu için eklenmiş gibi bir hali var, varlığı ile yokluğu da bir zaten, bir noktadan sonra ortalıktan kayboluyor. Bir de bunu sahadaki versiyonu, asshole zenci karakteri var ama onun en azından motivasyonu daha net, rekabet; sadece onunla yetinebilinirmiş yani. Sandler  gene kendini vermiş rolüne ama karakteri çok da derinleştirilemediği için biraz beyhude çabalıyor ortalıkta. Eşi rolünün Queen Latifah'a verilmesine vesile olan her kimse de derhal kasting işini bırakması lazım zira ikilinin evli bir çift olarak zerre inandırıcılıkları yok, aynı şey ergen kızı oynayan aktris için de geçerli. Film NBA'den birçok ünlü ismi bünyesinde barındırıyormuş ama benim gibi basket cahili biri için anlam ifade eden bir durum değil maalesef bu. Gene de Bo'yu canlandıran Juancho Hernangómez hem temiz yüzlü ifadesi hem de karakterinin duygusallığını yansıtabilemesi noktasında beni etkilemeyi başardı, umarım oyunculuk işlerinin arkasını getirir. Bundan öte çok da bir şey vaad etmeyen vasat bir yapım ne yazık ki. 

Çarşamba, Haziran 15, 2022

The Northman


Son yılların yükselen isimlerinden Robert Eggers hakkında ne düşünürseniz düşünün adamın atmosfer yaratma noktasında belli bir mahareti olduğu su götürmez bir gerçek. "The Northman" da patlamakta olan bir yanardağı temaşa ederken distorte edilmiş bir dış sesle dinlemek üzere olduğumuz hikayeye dair yaptığı girizgahla daha ilk kareden itibaren sunum niteliği yüksek ambalajı ile seyircinin dikkatini üzerine toplamayı başarıyor. Her ne kadar sinemadaki karşılığı "Valhalla Rising" gibi hayal kırıklıkları ile dolu olsa da Viking tarihi her daim ilgi çekici olmayı başarabilen bir dönem. Mel Gibson'ın 10 yıl önce yapmaya niyetlenip imkan bulamadığı "Berserker"ı izleme şansımız kalmayınca üzüldüysek de Eggers'in bir Viking filmi yapacağı haberi birçok sinemaseverde heyecan uyandırmıştır tahminim. Öte yandan Eggers'in nev-i şahsına münhasır kişiliği vesilesiyle Nicolas Winding Refn misali bir "Valhalla Rising" faciasına imza atması da olasıydı gerçi ama nihai filmi görmüş olarak durumun böyle olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Öte yandan karşımızda epik bir klasik olmadığını da belirtmek lazım.

Kral babası amcabeyince katledilince kaçıp kurtulmayı becerse de köle olarak büyüyen Amleth'in babasının intikamını almak için doğduğu topraklara geri dönüşünün hikayesi eski bir Nors meseliymiş esasında ve Shakespeare'nin Hamlet'i yazarken kullandığı esin kaynaklarından biriymiş. Lafa krallıkla falan girince insan bir noktada sürgün prensin kendi milis ordusunu kurup sadece amcasını haklamakla kalmayıp hanedanlığını da eline alacağı epik bir serüven beklentisine giriyor ama filmin ortasına doğru öğreniyoruz ki amca kişilik zaten çok da uzun bir süre hükümran olamayıp kaybetmiş krallığını, çoluğu çocuğu ve hizmetçileriyle kendi çiftliğine çekilmiş. Ondan sonrası Amleth'in bir köy kadar ahaliye korku salmasının hikayesi haline geliyor ve Eggers filmi bir dolu saykedelik imajla doldurup istediği kadar sürreel hale getirmeye çalışırsa çalışsın hikaye çapındaki bu düşüşün oluşturduğu kaybı silkelemeyi başaramıyor. Yazık da olmuş aslında. Eggers'in fiks görüntü yönetmeni olan Jarin Blaschke 35 mm filmle harika imajlar yakalamayı başarmış. Tek planla kotarılmış bir dolu ilgi çekici seans  mevcut. Ethan Hawke, Nicole Kidman, Willem Dafoe ve Claes Bang'in de içinde bulunduğu göz alıcı bir oyuncu kadrosu da var. Bunlara rağmen film belli bir seviyenin üstüne çıkmayı bir türlü beceremiyor maalesef. Tarihi filmlerle alakalı genel bir sıkıntı bu aslında; özgün işlerle bilinen yönetmenler tarihe el attıklarında mümkün olduğunca otantik takılmaya çalışıyorlar ama işin dramatizasyonu da zarar görüyor bir noktada. Bir kere izleyip unutmalık. 

Cumartesi, Haziran 04, 2022

Under the Banner of Heaven


1984 yılında Brenda Lafferty isimli bir kadın ve yeni doğmuş bebeğinin evlerinde vahşice katledilmiş halde bulunmalarının ardından yaşananların hikayesini anlatıyor "Under the Banner of Heaven".  Fakat gerçek bir olaydan yola çıkmasından hareketle bir cinayet gizeminden ziyade Mormon hareketi üzerine bir fikir teatisi olarak ilerliyor dizi, en azından yapmaya çalıştığı bu. Bu sebepten ötürü bir yandan modern zamanda yaşanan bir cinayetin öncesi ve sonrasına dair zamanda ileri-geri gidip gelerek fikir edinirken aynı zamanda Mormonluğun ilk kurucularına dayanan tarihçelerine ilişkin de akıp gelen bir hikaye kanalını takip ediyoruz.


Diziden, daha doğrusu dizinin uyarlandığı kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla LDS (Later Day Saints) hareketi olarak da bilinen Mormonluk, 1800'lerin ilk yarısında Joseph Smith isimli bir adamın başlattığı bir inanç sistemi ve en ayırgan özelliği müritlerinin bir Tanrının Smith gibi hayatta olan peygamberler üzerinden vahiylerini gönderdiğine, bir de çok eşliliğe olan o zaman itibariyle sarsılmaz inançları. Bizdeki müceddit anlayışının biraz daha uç versiyonu ki ülkemizdeki birçok tarikat mensubu da şeyhlerinin gaybdan malumat aldığını dile dökmeseler bile kalpten inanırlar. Tasavvuf gibi mistik hareketler kişinin kendini yitirecek derecede Allah'a adanması ve amacına ulaştığında vahdet-i vucuda erişmesinin peşine düşerken bizdeki tarikatler ve ABD'de Mormonlar modern zamanların gerekleri çerçevesinde bir hayat sürdürmeye de çalışırlar bir yandan, en azından kendi üyeleri arasında. İlk Mormonlar da buna gayret gösterseler de inançlarının birçok Protestan Hristiyana batması vesilesiyle kovuşturmaya ve şiddete maruz kalıp Smith'in öldürülmesi neticesinde kendilerini göçer halde bulup soluğu günümüzün Utah topraklarında bulmuşlar. O zamanlar henüz batıya açılımını gerçekleştirmemiş olan ABD'nin sınırları dışında kalan bu bölgede rahat edeceklerini düşünseler de bir süre sonra Meksikalılarla yaptığı savaşı kazanan ABD bu bölgeyi de sınırlarına dahil etmiş. Etmiş etmesine ama Utah'ın bir eyalet olarak kabul edilmesi 40 yılı bulmuş ve bu bahsi geçen 40 yıllık süre zarfında Utah yöresini kontrol altında tutan Mormonlar, yolu oraya düşen göçmenleri düzenlerinin bozulacağı endişesiyle katletmekten de geri durmamışlar. Muhtemelen devamlı tehdit altında hissetmekten yorulan Mormon liderliği, sisteme dahil olarak bunun önüne geçebileceğini düşünmüş ve bunun yolunun da çok eşliliğin bundan sonra uygulanmayacağının ilan edilmesi olduğuna karar vermiş. Bu karar LDSciler arasında bölünmeye yol açarak FLDS'in, yani fundemantalist, köktenci bir ayağın ortaya çıkmasına vesile olmuş ki Brenda Lafferty'yi ölüme götüren olaylarının kökünü de buraya dayıyor "Under the Banner of Heaven".


Kendisi de dindar olsa da daha modern fikirlere sahip olan Brenda'nın gelin gittiği Lafferty ailesinin başı Ammon, 2 yıllığına misyonerlik vazifesini üstlenip aile mesleği olan kiropraksi işlerini en büyük oğlu Ron (Sam Worthington) yerine onun küçüğü olan Dan (Wyatt Russell) ve Robin'e (Seth Numrich) devredince ilk kırılma gerçekleşiyor. Dan aile işini yürütme görevinin baskısını kaldırmakta zorlanıyor ve finansal güçlükleri aşmanın yolunun vergi ödemeyi reddetmekten geçtiğine kendini inandırıyor, bunun yersiz bir fikir olduğuna ilk itiraz edenin Brenda olması zaten bu kızı bir kadın için fazla konuşan ve bağımsız bulan Dan'in Brenda'ya olan antipatisini daha da pekiştiriyor. Baskıcı bir babanın dizinin dibinde yıllarca yetiştikten sonra ipleri eline almayı zıvanadan çıkmakla eşdeğer hale getiren Dan, köktencilerle dirsek temasına geçmekle kalmayıp üvey kızlarını kendine eş yaparak (!) çok eşliliğe geçiş yapma kararı da alıyor. Kızların kaçmasıyla bu olayın duyulması Dan'in LDS kilisesinden aforozuna ve Dan'in kişiliğinin giderek daha uç boyutlara kaymasına yol açıyor. Kardeşinin bu hareketleri sebebiyle kendi inşaat işi batma noktasına gelen Ron da karısına şiddet uygulamaya başladığı için aforoz edilince kendini Dan'in safında buluyor. Buradan sonra iki kardeşin akli dengelerinin kademeli olarak yitip gitmesinin ve gittikçe kendilerini daha da uca kaymış bulmalarını izliyoruz. Tanıştıkları yeni tipler bir şekilde Ron'u yeni bir peygamber olduğuna inandırıyorlar ve o da ilk icraat olarak bazı günahkarların kanının dökülerek arınmayı öngören "kan kefareti" kararı alıyor ve listenin üyelerinden biri de ne yazık ki Brenda. Bu süreçte Brenda bir yandan bu aileye bir çok yönden yardım etmeye çalışırken karşılığında kendi kocası da dahil kötü muamele göründe Kilise liderlerinden boşanmak için izin istiyor ama kendisine boşanmak yerine ailenin kurtarıcısı ve birleştiricisi olması öğütleniyor. Brenda'nın sonunu getiren süreç de başlamış oluyor böylelikle.


Kendisi de bir Mormon olan Detektif Pyre için de zorlu bir süreç oluyor bu soruşturma. Soruşturma ilerledikçe işin Kiliseye bağlanacağını ve imaj zedelenmesine sebep olacağını öngören Kilise ileri gelenleri Pyre'ı sıkıştırmaya başlıyorlar. Bunun üstüne davaya dair öğrendikleri de eklenince kendi inancı da yavaş yavaş sarsılmaya başlayan Pyre'ın aile hayatı da bu dağılmadan nasibini alıyor. Daha ziyade gay hakları üzerine olan projelerle adını duyurmuş olan Dustin Lance Black'in liderliğindeki bir yazar kadrosunca ortaya çıkarılmış dizi, ister istemez eldeki materyale belli bir bakış açısıyla yaklaşmaktan kendini alamıyor. Siyaseten ve ideolojik olarak karşı gurpta yer alan insanların birbirlerini anlamaya çalışmayı ön plana almaksızın birbirlerini anlatmaya çalışmaları yüzde doksan itibariyle peşin hükümler verme peşinde koşan yapıtların ortaya çıkmasına vesile olur, "Under the Banner of Heaven" da bundan kaçamıyor bence. Her hareketin eleştirisini yapacak işler o hareketin içesinde yetişmiş ve zamanla kopmuş insanlar tarafından anlatıldığında daha etkili ve ayakları yere basar bir şekilde hikaye ediliyorlar. Diğer taraftan benim gibi mevzu bahis inanç sistemine çok aşinalığı olmayan ve bu dizi vesilesiyle az buçuk fikir edinmiş biri için öğretici ve düşündürücü olmayı da başaran bir materyal bu. Özellik din ve inanç kavramlarıyla tarihi boyunce cebelleşmiş bir coğrafyanın çocuğu olarak aynı inanç sistemi içerisinde bambaşka uçlara savrulan fraksiyonları görmek ve tüm bu çokluk içinde birliğin nasıl sağlanacağına akıl sır erdiremeyip az buçuk mevcut olan inancını da sorgular halde bulan memleket insanının takip etmekte zorlanmayacağını düşünüyorum "Under the Banner of Heaven"ı.


Brenda'yı canlandıran Daisy Edgar-Jones, kastın diğer üyeleri kadar ekranda belirmese de dizinin ruhunu oluşturuyor ve karakterinin idealist masumiyetini yüzünde tecessüm ettirmeyi beceriyor. Pyre'ın soruşturmadaki yardımcısı Taba rolünde Gil Birmingham cool'luğu ve rasyonelliği ile tüm bu zıvanadan çıkmışlığın içinde seyirci için bir dayanak olmayı başarıyor. Kardeşlerden Robin'i canlandıran Seth Numrich de oyuncu kadrosunun içinden performansıyla sıyrılıyor.


Dan'i canlandıran Kurt oğlu Wyatt Russell, artık canlandırdığı karakterden mi yoksa sıfatında bir meymenetsizlik mi var tam kestiremesem de feci derecede itici geldi bana ki tam bir pisliği canlandırdığını düşününce çok da kötü değil bu durum ama, "Falcon+Winter Soldier"da da kendisine dair benzeri bir hissiyat olmuştu bende, o yüzden bilemiyorum. Aynı şekilde, yıllardır kendisine tam olarak ısınamadığım Andrew Garfield'a dair fikrimi de değiştiremedi bu dizi. Vakti zamanında "Terminator:Salvation"da Christian Bale'i gölgede bırakarak filme dair en hatırda kalan şeylerden biri olmayı başarmış Sam Worthington'a dair son yıllarda internet ortamlarında hep o zamanki çıkışının devamını getiremeyip yan rollerin adamı haline geldiğine dair acımasız yorumlara rastlamak mümkün ki ne zaman böyle birşey görsem kendisini savunma ihtiyacı hissederdim kendimde. Fakat bu dizideki performansını görünce internetteki elemanlara katılmadan kendimi alamadım değil zira böyle elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, manik nevrotik bir oyunculuk sergilemiş, insanın gözüne batıyor. Karakterinin yitip giden akli dengesini yansıtmaya çalışmış belli ki ama aklı başında olduğu vakitlerdeki performansı da aynı sincaplıktan muzdarip. İlginç bir şey.


Netice itibariyle izlenecek tonla şey arasından ilginç konusu ve bu konuya yaklaşımıyla öne çıkmayı başaran bir yapım "Under the Banner of Heaven". İlk bölümler itibariyle Mormonluk mevzusu içine girmesi zor ve itici bir olgu olarak zuhur etse de bölümler ilerledikçe hem konuya daha çok hakim oluyor hem de hikayenin nereye bağlanacağını merak ederken buluyorsunuz kendinizi. Tavsiye edilir.