Pazartesi, Mayıs 31, 2021

Friends The Reunion: The One Where They Get Back Together


"Friends"i sona ermesinin üzerinden 15 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra izlemiş biri olarak treni tamponundan bile yakalayamadığım söylenebilir ama aynı zamanda Reunion zamanına denk getirmiş olmam da başarı bence. Hikayesinin ilerleyişi ve karakterizasyonlardaki zaman içindeki değişimlere ilişkin kimi hoşuma gitmeyen noktalar olduysa da son tahlilde bunca yıldır birçok insanın gönlünde niye yer ettiğini anlamanın güç olmadığı bir yapım "Friends". Hele "HIMYM" gibi etkilerinin bariz hissedildiği kalburüstü işler tarafından takip edildiğini de düşünürsek televizyon aleminde nasıl bir iz bıraktığının üzerinde ne kadar durulsa az. Ben ki bu zamana kadar insanların Jennifer Aniston'da ne bulduğunu katiyen görememiş bir insandım, diziyi izledikten etrafındaki hayran dalgasının ne derece manalı olduğunu görmüş oldum. Artık 90'lar demek aynı zamanda Aniston demek benim için; kadın hem seksi hem de komikmiş vakti zamanında, full paket.


Bu noktada "Reunion"ın en acı verici taraflarından biri de zamanın ne kadar acımasız olduğunu Aniston'ın çehresinde bir kez daha müşahede etmek oldu. Benzeri bir durum Courteney Cox ve özellikle kastın en genci olmasına rağmen en kötü görüneni haline gelmiş Matthew Perry için de geçerli. Yıllar dediğimiz yüklü kamyon bunlara bir hayli sert vurmuş. Matt LeBlanc yüz kısmında çok şey kaybetmese de saçlar ve göbek itibariyle koyvermiş. Kudrow ve Schwimmer diğerlerine kıyasla bir hayli görünüyorlar. Bunun dışında eğlenceli ve duygulu yerleri olduğu kadar tüy dinelten kısımları da olan, diziniz sıkı hayran kitlesi dışında kitleye hitap etmesinin zor olduğunu düşündüğüm bir iş olmuş. James Corden ile olan söyleşi bölümünü komple çıkarıp kastın kendi aralarında eski günleri yaad ettikleri bir roundtable yoluna gitselermiş çok daha isabetli olurmuş kanaatimce. Beraberce çekim hatalarını izleyip eğlendikleri bölümler çok tatlıydı mesela. Gene de son tahlilde diziyi seven herkesin mutlaka göz atması gereken bir yapım "Reunion".

Salı, Mayıs 25, 2021

Monster Hunter


Paul W.S.Anderson sinema çevrelerinde genelde adı pek de saygıyla yadedilen isimlerden olamadı kariyeri boyunca. İyi yaptığının teslim edildiği fillmlerden bahsederken bile hep böyle bir bu istisnalar kaideyi bozmaz tarzı bir yaklaşım söz konusu oldu. Halbuki kariyerinin ilerleyişi incelendiğinde janr sineması yapan, popülist bir yönetmen bir olduğunu hiç bir vakit gizlemeyen ve kendini devamlı geliştirmeye çalışan bir isim olduğunu görmek zor değil esasında. Çoğunlukla memur bir yönetmen olarak akıllara kazınmış bir imajı var ama aslında çoğu filminin senaryosunu kendi yazan, halihazırda hayata geçmiş projelere yönetmen olarak atanmak yerinde kendi yöneteceği filmleri sıfırdan hayata geçiren bir isim aslında.


90'larda "Mortal Kombat"in kazandığı gişe başarısı ile edindiği krediyi "Event Horizon" ve "Soldier" gibi başarı düzeyleri farklı olsa da yeni bir şeyler denemeye çalışıldığının aşikar olduğu bilim kurgular için kullanmayı tercih eden yönetmen, finansal olarak bekleneni veremeyen bu iki filmin sonrasında "Resident Evil" ile kimsenin beklemediği bir başarı elde etmekle kalmayıp tüm kariyerini sırtlayabilecek bir franchise da yaratmış oldu. Serinin sonraki iki filminin senaryosunu yazıp yönetmenliğini başka isimlere bırakan Anderson önce hangi akla hizmet PG13 yapıldığı anlaşılamayan "Alien vs.Predator" ile kimseye yaranamamış olsa da bir sonraki filmi "Death Race" ile R-Rated eğlence kulvarında çok daha işlevsel olduğunu göstermiş oldu, ki her ne kadar hepsi direk video piyasası için çekilmiş olsa da sahip olduğu 3 devam filmiyle yapımcılığını yaptığı ikinci bir seriye daha sahip olmuş oldu bu filmle.


2000'lerin ilk 10 yılı "Avatar"ın sinema dünyasını yakıp kavurmasıyla son bulmuş ve sinema taihindeki bir başka 3D akımı da böylelikle başlamıştı. Teknolojik gelişmeleri yakınen takip edip hızla benimseyen bir isim olan Anderson kariyerinin bu noktadan sonra makul bir kısmını 3D'ye vakfetti. 3 filmi geride bırakmış "Resident Evil" serisi için yeni bir üçleme tasarlamasının altındaki en önemli saiklerden biri 3D olduğunu her fırsatta belirtti ve sırasıyla önce "Afterlife" sonrasında "Retribution"a imza attı. Aralarda da "Three Musketeers" ve "Pompeii" ile bu çekim anlayışını sürdürmeye devam etti. Bu örneklerin her birinin kendi çapında bir beğenen kitlesi olageldi her daim, RE filmleri özelinde belli bir gişe başarısına da ulaştılar ama Snyder'a rahmet okutacak şekilde slow-mo çekimlere sırtını dayayan ve yapaylık sınırına yaklaştıracak bir stilizelikten muzdarip yapıtlardan müteşekkil bu dönemi takip edip takdir eden biri olamadım ben şahsen. Yönetmen de RE serisinin "Final Chapter"ına sıra geldiğinde native 3D ile çekim yapmayı terketti zaten. Röportajlarında ifade ettiğine göre fiziksel olarak son derece ağır olmaları sebebiyle belli bir aksiyon tarzıyla çekim yapmayı zorunluluk haline getiren bu kameralarla çalışmak artık yönetmeni yıldırmış ve daha toza toprağa bulanabileceği, ayağı yere basan bir aksiyonun peşine düşen bir film yapma amacıyla yola çıkmıştı "Final Chapter" ile. Son filmi "Monster Hunter" da aynı anlayışın devamı bir film.


Her ne kadar ben aşina olmasam da dünya çapında son derece popüler bir oyun olan "Monster Hunter" serisinin filmini yapmak için Anderson'dan daha iyi bir isim düşünmek zor zira kendisi artık oyun filmlerinin yönetmeni olarak anılıyor çoğunlukla. Aynı zamanda RE serisinin de yapımcısı olan Capcom bu filmlerin kazandığı gişe başarısını baz alarak uyarlamanın iplerini Anderson'a devretmekte bir beis görmemiş haliyle. Hayranı olduğu oyunları filme aktarmayı üstlenmesi itibariyle bir ayrıksılığı olan Anderson da bu işi seve seve üstlenmiş. Başrolde gene ilham perisi/eşi Milla Jovovich'in yer aldığı "Monster Hunter" bir grup askerin kendilerini birçok değişik türde canavarın hüküm sürdüğü bir boyutta bulmalarının hikayesini anlatıyor. Hikayenin asker karakterler üzerinden anlatılması fragman piyasaya çıktığında acaba yeni bir ordu güzellemesi ile karşı karşıya mıyız sorusunu akıllara getirmişti ama filmi izledikten sonra durumun bu olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta senaryoyu da kaleme alan Anderson'ın herşeyin hakkından gelen asker formatıyla kendi çapında kafa bulduğunu bile düşündüm ben izlerken. Jovovich'in karakteri Artemis'in kendilerini buldukları bu vahşi ortamda tek tek avlanmak üzere olduklarını farkeden askerlerine tam bir gaz bir konuşma yapıyorken tepesinde beliren devasa bir örümcek tarafından susturulmasını şahsen çok manidar buldum ben. Zaten çok geçmeden taburundaki herkes telef oluyor ve bir tek Artemis sağ kalıyor ki o da Tony Jaa'nın canlandırdığı Avcı sayesinde mümkün oluyor. Burada da iki karakterin arasındaki dinamik iyi kurulmuş, organik gelişen bir ilişkileri var ve aktörlerin birbirleriyle uyumu sayesinde başka karakterlerin hikayeye eklenmesine ihtiyaç duymuyorsunuz, son 20 dakkaya kadar da bu ikisi üzerinden gidiyor zaten film.


Filmin büyük çoğunluğunu Güney Afrika'nın çöllerinde çeken Anderson ve görüntü yönetmeni Glen MacPherson yeşil ekran kullanmak yerine gerçek mekanları tercih etmeleri yönüyle ne kadar takdir edilseler az. 3D dönemi boyunca zaten bunu haddinden fazla gerçekleştirmiş olan ikilinin CGI olacağı kesin olan canavarlarla mücadele edilen bir hikayeyi gerçek arka planları kullanarak anlatmaları filmi bir tık üste çıkarmayı başarıyor. 60 milyon dolar gibi çok da abartı olmayacak bir bütçe ile çekilmiş olmasına rağmen gerek efektleri gerekse de görsel dünyasının incelikleri itibariyle üst düzey bir prodüksiyon kalitesine sahip film. Gerçi bunda şaşılacak bir şey yok gerçi, Anderson kariyeri boyunca makul bütçelerle zengin görsel dünyalar kurabilmesiyle tanınmış bir isim. Burada da harcanan her bir doların ekrana yansıtıldığını görebiliyorsunuz. "RE:Final Chapter" biraz fazla hızlı ve yer yer göz yoran bir kurgudan muzdaripti, yıllarca kendini slowmoya vermiş yönetmen zincirlerini kopardığını göstermeye çalışıyor gibiydi. Burada bu dürtülerini bastırmayı başarıp aksiyon sahnelerinde daha idrak edilebilir bir kurgu anlayışını benimsediğini görüyoruz. Yukarıda devamlı kendini geliştiren bir isim derken söylemeye çalıştığım da tam olarak bu, kendisi için fiks bir tarz belirleyip her filmine yapıştırmaktansa projeye göre kendisini adapte edip en iyi olana ulaşmaya çalışan bir isim Anderson.


Belli sahneleri ile body horror türüne de göz kırpan "Monster Hunter" son yıllarda izlediğim en yetkin popüler sinema örneklerinden bir tanesi. Fazla kasıntı yapmadan eğlenip eğlendirmeye odaklanmış, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış, başından sonuna kadar ilgiyle takip edilen keyifli bir film. Anderson'ın da muhtemelen "Event Horizon"dan bu yana en iyi filmi. Uzun vadede devam filmleri yapılmak üzere tasarlanmış filmin gişesi çok parlak olmadı maalesef, o yüzden arkası gelecek mi bilmiyorum ama umuyorum olur.

Cuma, Mayıs 14, 2021

Gamer (2009) - Mark Neveldine & Brian Taylor


Aradan geçen 12 yılın ardından "Gamer"ın tasvir ettiği eğlence anlayışı her ne kadar filmde gösterildiği ölçüde aşırı boyutlara ulaşmasa da "Fortnite" gibi oyunların aldığı fenomen statüsü ve insanların webspace üzerinden başkalarını kontrol etmelerinin örneklerinin yavaş yavaş görülmeye başladığı düşünüldüğünde filmin kehanetlerinin makullukten çok da uzak çıkmadıklarını söylemek mümkün. Özellikle Brian Taylor'ın geçtiğimiz yıllarda verdiği bir röportajda ne kendisinin ne de Neveldine'in o kadar da sıkı bir oyuncu olmadıklarını beyan ettiklerini düşününce filmin sahip olduğu öngörüyü takdir etmemek imkansız.


Gene de filmin söylemeye çalıştığı şeyleri tüm o kaosun içinde kaçırmak da gayet olası. Bir önceki yazının konusu olan "Death Race"te olduğu gibi hapishane mahkumlarının ölümüne birbiriyle yarıştırıldığı, çok da uzak olmayan bir geleceği anlatıyor "Gamer". Yalnız mahkumların sağ kalması gereken şey bu sefer kanlı araba yarışları değil, bildiğimiz kanlı canlı çatışmalar. "Slayer" ismindeki bu oyunda beyinlerine yerleştirilen Nanex isimli bir aparat sayesinde başkaları tarafından kontol edilebilir hale gelen mahkumlar bu oyuncuların performanları ölçüsünde oyundan sağ çıkmayı başarıyorlar. Simon Silverton (Logan Lerman) ve avatarı Kable (Gerard Butler) bu oyunun kralları ve Kable'ın özgürlüğünü kazanmasına birkaç oyun var. Sözde tabii ki. Oyunun ve nanex teknolojisinin yaratıcısı Ken Castle'ın (Michael C.Hall) Kable ile geçmişi oyunun öncesine gidiyor ve haliyle kendisiyle ilgili başka planları var. 


Yönetmenlik öncesinde bolca kamera oparatörlüğü yapmış Neveldine ve Taylor'ın aksiyon anlayışları kamerayı ana karaktere yapıştırıp peşinde koşturmak üzerine kurulu (özellikle Neveldine'in ayağına paten eline de kamera alıp karakterlerin dibinde gezmesi bu tarzın en belirgin yanı). Dolayısıyla 3.şahıs FPS'leri andıran bu görsel anlayış filmin konusuyla uyumlu bir biçim haline geliyor bir nevi. Normalde sallanan kameranın suyunu çıkaran aksiyona sahnelerinden zerre hazzetmmem ama ikilinin bu alanda o kadar dinamik bir sahneleme anlayışı var ki ister istemez takdir ettiriyor kendini. Taylor'ın verdiği röportajdan öğrendiğimiz kadarıyla çekim dışı zamanları ağır şekilde alkol alarak geçiren ikili bu kafa güzellik halinin sayesinde hem Kable'ın oyundan kaçışı gibi kompleks sahneleri 2 gün gibi bu tarz bir yapım için mucize denebilecek bir sürede kotarmayı başarmakla kalmayıp filmlerine değişik bir enerji de enjekte etmeyi başarmışlar. Öte yandan bu görselliğin herkese hitap etmeyeceği de kesin, ki yönetmenlerin tarzlarındaki bölücülüğün hissedilir olduğu yegane yer aksiyon da değil zaten. 


İkilinin tüm zamanların en ilginç ve en iğrenç filmlerinden biri olan "Crank:High Voltage"ın öncesinde çektikleri "Gamer" her ne kadar o film kadar iç kaldırıcı olmasa da özellikle Castle'ın Sims çakması diğer oyunu "Society" içinde geçen bölümlerde zevksizliğin sınırlarını zorluyor yer yer. İşin ilginç yanı bu oyundaki ucubelikleri ayrıntılı bir şekilde göstermekten kendilerini alamayan Neveldine/Taylor kızının velayetini alabilmek için bu oyunda rol almak durumunda kalan Kable'ın karısı (Amber Valetta) karakteri üzerinden tüm o iğrençliklerin altındaki trajediyi de yakalamayı başarıyorlar bir şekilde. Aynı şey "Slayer" içinde bir oyundan sağ çıkmaları halinde özgürlüklerine kavuşacakları vaadiyle oyunda NPC (non-playing character) olarak yer almayı kabul eden mahkumların yüzlerindeki dehşet ve çaresizliği gördüğümüz sahnelerde de geçerli. Filmografileri içinde ton olarak en oradan oraya atlayan film bu zaten, filmi seyrederken yeri geldiğinde üzüntü, tiksinti, heyecan ve finaldeki müzikal kısmı da hesaba kattığımızda dans etme hissiyatına bile kapılmak mümkün. Evet, finalde Castle'ın nanexler sayesinde mahkumları istediği gibi kontrol edebileceğini göstermek için Kable için sergilediği bir dans koreografisi de mevcut.


Brian Taylor ve Mark Neveldine 2000'lere bomba gibi düşüp aynı hızla gözden kaybolan iki isim oldu. Filmleri o kadar alışılmışın dışındaydı ki gişe anlamında hüsrana uğramamaları neredeyse imkansız gibiydi, hal böyle olunca stüdyolar da bu ikilinin çılgınlıklarını finanse etmek için bir neden görmediler. Her ne kadar aşırılıkları ve bayağı şeylere dair saplantıları hiç bir şekilde bir izleyici olarak bana hitap etmese de bu eğilimleri iyi bir yapımcının elinde bir nebze törpülendiği takdirde Hollywood'un en orjinal vizyonerleri arasında yer alabilecekleri kanaatindeyim bir sinemasever olarak. O yüzden her yeni projeleri duyurulduğunda ilk izleyenleri arasında yer almaya çalışıyorum ve neticede ya son derece orjinal (Happy sezon 1) ya da tahammülfersa (Happy Sezon 2) bir şey izlemiş oluyorum ama her daim gördüğüm şey sıradanlıktan uzak bir şey oluyor. 

Salı, Mayıs 11, 2021

Death Race (2008) - Paul W. S. Anderson


Roger Corman Paul Anderson'ın ilk filmi "Shopping"i beğenip ABD'de gösterime girmesine ön ayak olmuş bir isim. Corman Anderson'a sırada yapmak istediği projenin ne olduğunu sorduğunda aldığı cevap 1975 yapımı kendi filmi "Death Race 2000" olmuş. Gel gör ki "Event Horizon" ve "Soldier"ın üstüste gişede hayal kırıklığı yaratması sonrası bu isteğini askıya almak durumunda kalan Anderson "Resident Evil" ve "AvP" sayesinde tekrar stüdyoların gözüne girmeyi başarınca projeyi tekrar gün yüzüne çıkarma şansına erişti. Gerçi aradaki dönemde film hayata geçirmek için çalışmalar da durmadı, bir ara Tom Cruise'nin başrolünde oynaması bile bekleniyordu fakat Cruise senaryodan çok memnun kalmayınca sadece yapımcı olarak yer aldı bu filmde.
 


Amerikan ekonomisinin çöktüğü ve suç oranlarının zirve yaptığı bir gelecekte geçiyor "Death Race". Hapishaneler mahkumların modifiye edilmiş araçlarda özgürlüklerini kazanmak için birbirleriyle ölümüne yarıştıkları yarışlara ev sahipliği yapan reality show istasyonlarına dönüşmüşler. Bu yarışlar dünya çapında o kadar popüler ki hapishane müdürü yarışacak yetenekli adam bulmak için kanuni ya da değil elinden gelen her şeyi yapmaya hazır. Böyle bir katakulli sonucu hapishaneye tıkmayı başardığı Jensen'in (Jason Statham) ise karısını öldürüp suçu üzerine yıkanların kim olduğunu bulmak gibi başka öncelikleri var.


Senaryoyu kendi yazan Anderson'ın filminde hikayenin yarış sahneleri için platform yaratmak dışında pek bir işlevi yok. Özellikle finale doğru anlatıdaki delikler biraz fazlaca göze batmaya başlıyor bile denebilir. Öte yandan sert ve karanlık bir distopya hapishanesi yaratmayı başardığı da bir gerçek, her ne kadar bu durum yönetmenin kaleminden çok kamerasının kifayetiyle ilgili bir durum olsa da. Görüntü yönetmeni Scott Kevan'la ("Deliver Us From Evil") birlikte kasvetli bir endüstriyel renk paletine başvuran Anderson, filmin müziklerini yapan Paul Haslinger'in ("Rainbow Six Siege","Crank") sert gitar tınılarının da yardımıyla neredeyse heavy metal bir western atmosferi yaratmayı başarıyor. Zaten her daim PG13'ten çok R reytingine yatkın bir sineması olan yönetmen burda da gerek ağzı bozuk karakterleri gerekse perdeyi kana bulamaktan imtina etmemesi ile bu durumun avantajlarını sonuna kadar değerlendiriyor. Verdiği röportajlarda o dönem giderek artan CGI araba kovalamaca sahnelerinden ne kadar hazzetmediğini ifade eden Anderson kendince bir nevi bu sahneler nasıl çekilir  hususunda ders verme derdine düşmüş ve açıkçası bu konuda bir hayli başarı sağladığı söylenebilir. Filmin büyük bir çoğunluğunu oluşturan yarış sahnelerinin coğrafi olarak takipleri kolay, adrenalin düzeyleri gayet yerinde ve her birinin hayata geçirilmesinde ortaya konulan işçilik her bir kareye sızmış durumda. Son olarak yönetmenin filmografisindeki en şık kastlardan da birine sahip ayrıca "Death Race"; Statham başrol için biçilmiş kaftan, onun co-pilotu rolünde Natalie Martinez resmen filmi tek başına izleme nedeni, usta oyuncular Joan Allen ve Ian McShane de hapishane müdürü ve koç rollerinde filmin karizmasını arttırıyorlar tek kelimeyle. Paul W.S.Anderson filmogrofisinde yönetmenin zanaatkarliğini ön plana çıkartma şansı bulduğu vasatın üstünde bir çalışma, çok kafa yormadan vakit geçirmek için birebir.

Pazartesi, Mayıs 10, 2021

Event Horizon (1997) - Paul W. S. Anderson


"Mortal Kombat"in iyi gişe yapması stüdyoların Paul Anderson'a kapılarını ardına kadar açmalarına vesile oldu.  Yönetmen de bunu değerlendirmekte gecikmedi ve yeni projesi olarak "Blade Runner"ın sidequel'ı olarak da bilinen "Soldier"ı seçti. 90'lar Kurt Russell'ın gişe anlamında yüzünün güldüğü yıllardı ve aktör belki de markasını pekiştirmek için metot takılmaya karar vererek bir android gibi kaslı yapıya bürünme sürecine soktu kendi. Bu 18 aylık bir süreci kapsayacaktı ve Anderson bu kadar zaman boş beklemek yerine başka bir filmi çekerim deyip Philip Eisner imzalı "Event Horizon" isimli senaryoyu aldı eline.


Eisner'ın senaryosu terkedilmiş bir uzay aracında geçen bir yaratık öyküsüydü. Anderson zaten bunun "Alien" ile en iyi şekilde anlatıldığı düşünüp senaryoyu uzayda geçen gotik bir lanetli ev öyküsüne çevirmenin daha iyi bir fikir olduğuna kanaat getirdi. Aralarında Andrew Kevin Walker'ın da bulunduğu bazı senaristlerin el atmalarıyla Event Horizon gemisi mevzubahis lanetli eve dönüştü.


Yıldızlararası yolculuğun mümkün olduğu bir 2047 yılında geçen "Event Horizon", yeni bir teknolojiyi denemek göreviyle yollanıp ortadan kaybolan filmin ismiyle müsemma gemiden yıllar sonra gelen bir sinyal sonrasında "Lewis&Clark" isimli kurtarma gemisinin kayboolan gemiyi bulmak için yola düşmesiyle açılır. Gemiye ulaştıklarında mürettabatdan kimsenin izine rastlamadıkları gibi geminin içine doğru yol aldıklatında çok da tekin olmayan bir atmosferle karşılaşan kaptan Miller (Laurence Fishburne) ve ekibi, halihazırdaki güvensiz ortama "Event"in içindeki teknolojinin mucidi Dr.Weir'ın (Sam Neill) ın şüpheli tavırları da eklenince iyice gerilir. Weir'ın icat ettiği makine sayesinde yapay bir kara delik oluşturup uzayda bir noktadan başka bir noktaya süratle yol alınması mümkün hale geldiğini öğreniriz bu noktada. Bu farklı boyutları da içine alan bir seyahat demektir ve Event'in yolu son derece tehlikeli boyutlara düşmüştür.


"Event Horizon"ı iz bırakan bir film yapan en öncelikli hususiyeti konsepti. Bilim-kurgu ile korku türleri bir araya geldiklerinde verimli sonuç vermeye teşne bir bileşim zira bilim-kurgu zaten bilinmeyenin araştırılması ile ilgili bir janr, buna korku ögesi eklediğinizde olayın gizemini ikiye katlama şansınız oluyor. Gene de bir uzay gemisinde geçen bir "Hellraiser" öyküsü anlatmak nereden bakarsanız bakın dahiyane bir fikir. Paul Anderson'ın Notre Dame kilisesini model alarak tasarlattığı Event Horizon gemisi esinlenildiği yapı gibi insanların geçmiş günah ve pişmanlıklarını tekrar hatırlamalarına vesile olan ama bununla kalmayıp geçmiş bu günahlar üzerinden mürettabata ızdırap verip cinnete sürükleyen bir varlığa dönüşüyor. Geminin orjinal mürettebatı bu cinnet halindeyken birbirlerine olmadık işkenceler yaparak telef olurken bu görüntülerin kayıtlarına ulaşan Miller ve ekibi de kendilerini neyin beklediğini görmüş oluyor ama hareket etmekte geç kalıyorlar çünkü gemi çoktan Weir'ı ele geçirmiş oluyor.


Adrian Biddle'ın ("Conquest of Paradise", "Aliens") görüntü çalışması,  Richard Yuricich'in ("Blade Runner") görsel efektleri ve etkili set tasarımlarıyla zamana direnen bir görselliğe sahip olan "Event Horizon", her ne kadar kare kare imajlar vesilesiyle izleyiciye gösterilse de insanın aklına kazınan şiddet görüntüleri de barındırıyor. Saf bir korku filmi yapma amacıyla yola çıkan Anderson'ın elindeki tüm imkanlarını bu amaç yolunda seferber ettiği ve olumlu sonuçlar aldığını söylemek mümkün.


Kariyerinin en iyi filmine imza atmış olmasına rağmen Anderson'ın filmi hem gişede çakıldı hem de hakettiği eleştirel ilgiyi görmedi zamanında. Gerçi o zamandan beri izleyen çoğunluğun değerini teslim ettiği kült bir filme dönüşse de üçüncü perdesi itibariyle bir aceleye getirilmişlik hissiyatından muzdarip olduğu aşikar. "Titanic"in gösterim tarihinin ertelenmesi sebebiyle boş tarihe bu filmi koymaya kararlı olan Paramount'un ısrarlarına boyun eğen Anderson'ın normal 10 hafta olması gereken kurgu sürecini 6 haftada tamamlamaya evet demiş. Fakat zaman dolduğunda hala 2 haftalık çekim yapması gerektiğini gören Anderson'ın kurgu için 4 haftalık bir süresi kalmış böylelikle.  Bu kadar sürede ancak efektleri ve ses miksajı tamamlanmamış, 2 buçuk saat süren çok ham bir kurgu ile test gösterimi yapılan filmi gören stüdyo yöneticileri karşılarında beklediklerinden katbekat kanlı ve uzun bir film bulunca hem şiddet düzeyinin hem de filmin uzunluğunun kırpıldığı bir film talep etmişler. Yukarıda bahsini ettiğimiz aceleye getirilmiş ve en azından bir 10 dakikaya daha ihtiyacı olduğu aşikar filmin buna rağmen izleyiciler üzerinde bunca zaman sonra bile etki uyandırabiliyor olması Anderson'ın film için vizyonunun ne kadar güçlü olduğuna bir işaret. Filmin ulaştığı kült statü sonrası bir yönetmen kurgusu lafı dolanmıştı bir aralar ama sonradan anlaşıldı ki çıkarılan sahnelerin olduğu kayıtlar o kadar kötü koşullarda saklanılmış ki kullanılamaz hale gelmiş. Dolayısıyla kusurlu güzelliğiyle sinema tarihinde yerini korumaya mahkum Event Horizon. Ama illa bir başarısızlık yaşanacaksa keşke herkes böylesini tatsa.