Çarşamba, Ocak 30, 2019

Riben Guizi - Japanese Devils (2001)


Japonya ve 2.Dünya Savaşı bir arada anılınca ilk akla gelen görüntüler atom bombası olduğu için Japonlara karşı savaş cihetinde mazlum bir algı oluşabiliyor kişinin zihninde. Fakat Japon ordusunun özellikle Çin'de işlediği savaş suçlarının tarihini okuyup Nanking, Kamp 731 gibi yerlerde yaşananlar hakkında daha fazla bilgi edindikçe başlarına bir gelecek varmış diye düşünmeden de edemiyor insan. "Japanese Devils", orijinal adıyla "Riben Guizi" bu düşüncenin sağlamasını almak için biçilmiş kaftan.

Minoru Matsui yönetmenliğinde çekilen film 2.Dünya Savaşı sırasında Japon ordusunda görev almış 14 askerin tanıklıklarından müteşekkil. Yüzde 90'ı konuşan kafalar şeklinde ilerleyen filmin aralarına tarihi arka planı aktaran bir dış ses eklenmiş, yani biçimsel olarak son derece sade,hatta düz bir film var karşımızda. Kısa da değil üstelik, 3 saate yaklaşan bir süresi var. Yönetmenin biçimden ziyade içeriğe kafa yorduğu, kamerasını yönelttiği insanların anlattıklarını tüm çıplaklığıyla filme aktarmaya odaklandığı aşikar. Gerçi filmin açılışı savaş müzesi önünde yapılan, savaşın ve gazilerin mitleştirilmesini eleştiren bir protesto ve ona karşı seslerini yükselen milliyetçilerin görüntüleriyle açılıyor. Bizim memleket manzarasını bir hayli hatırlatan bu görüntüler üzerinden yönetmenin milliyetçilik ve tarihini hatırlama (ya da unutma) üzerine kafasında bir şeyler olduğu fikrini de ediniyoruz ama sonrasındaki 2 saat boyunca film askerlerden uzaklaşmadan odağını onların üstünde tutuyor. Biz de bu adamların o dönem işledikleri kan donduran cürümleri tek tek dinliyoruz. Yatağında hasta yatan bir genç kızı yalvaran babasının gözleri önünde öldürmekten tutun da Japon askerlerince kuyuya atılan bir kadının peşinden aynı kuyuya atlayan küçük oğlunun hikayesine kadar insanın içine dokunan, dinlerken ister istemez gözlerinizi yaşartan bir çok acı hadise işitiyorsunuz. Birkaç yıl önce bir hayli ses getiren "Act of Killing"e benziyor içerik itibariyle "Japanese Devils" ama o filmde yönetmen dahiyane bir şekilde filmindeki katillere işledikleri cürümleri konu edinen canlandırmalarda aktörlük yaptırarak onları kurbanlarının yerine koyduruyor, empati yapmaya zorluyordu. Bu filmde öyle bir şey yok çünkü filmde yer alan askerlerin hepsinin savaş sonrasında Sovyetler ve Çin'de esaret altında kaldıkları bir 10 yıllık dönem söz konusu. İşledikleri suçların cezalarını acı içinde ödemektense insanca muamele gördükleri ve eylemleriyle yüzleşebildikleri bir terapi sürecine dönüşmüş bu dönem filmin ve filmde yer alanların iddialarına göre. Bunun Japonya'daki yansıması ise komünist rejim altında esir olarak geçen yılların ardından beyinlerinin yıkandığı ve söylediklerine itibar edilemeyeceği yönünde bir kamuoyu tepkisine dönüşmüş. Zulüm altında geçen savaş yıllarının ardından Çinlilerin kendilerini zulmedenlere insanca davranma olgunluğunu gösterebildikleri ihtimali akla pek yatkın gelmese de askerlerin filmde anlattıklarını uydurma olması ihtimali de aynı ölçüde düşük bir olasılık diye düşünüyorum. Ayrıca Çinlilerin esirlerine insanca muamele ettiğini doğru kabul ettiğimiz takdirde ilginç bir psikolojik deneyime de kapı açıyor belgesel çünkü film boyunca bu adamların yaptıkları gaddarlıkları dinlerken keşke bunlar da benzeri acılarla ölselerdi, yaşattıklarını birileri de bunlara yaşatsaydı diye düşünmeden edemiyorsunuz, o kadar korkunç şeyler yapmışlar. Fakat filmin sonunda bu adamların savaş bitiminde yakalandıkları halde sağ bırakıldıkları, üstüne üstlük insanca muamele gördükleri ve bu insanca muamelenin neticesinde zamanında kurbanlarından esirgedikleri empati hissini kazanmış oldukları düşüncesi bir önceki cümledeki kısasa kısas adalet hissiyatının altını kazıyor ister istemez. Bu adamlar birebir suçları nispetinde cezalandırılsalar mı daha iyi; yoksa sağ kalarak yaşlanma şansına erişmeleri ve kefaret olarak yaptıklarını yaşattıklarını sonraki nesillere aktarıp merhametin insanları nedamete yönlendirebileceği mesajını pekiştirmeleri mi daha iyi.. Galiba bu sorunun muhatabı ve cevabını verebilecek yegane kişiler Japon ordusu tarafında zulüm görmüş Çinliler ve onların yakınları, sevdikleri. Onların bu sürece tepkileri nasıl olmuş ne hissetmişler ne düşünmüşler belki onun da filmini yapan birisi çıkar bir gün, tıpkı "Act of Killing"in devam filmi "Look of Silence"da Josh Oppenheimer'ın yaptığı gibi.

Salı, Ocak 22, 2019

They Shall Not Grow Old


Birinci Dünya Savaşı deyince genelde çağrıştırdığı hissiyat travma oluyor. Bunda üzerinde bulunduğumuz toprakların söz konusu dönemde geçirdiği dönüşümlerin yanı sıra dünya tarihi cihetinden bakınca da savaşın yegane mevcudiyet sebebinin açgözlülük olduğu gerçeği de etkili. Sömürge paylaşamadıkları için birbirlerini yiyen liderlerin arkasına dizilen genç insanların ya hayatlarını kaybettiği ya sakat kaldığı ya da shell shock misali türlü psikolojik rahatsızlıkla evlerine döndükleri bu 4 yıllık sürece iştirak etmiş olanlara kayıp nesil denmesi boşuna değil.


Peter Jackson'ın belgeseli "They Shall Grow Not Old" tam da bu noktada savaşa farklı bir bakış açısı getirmeyi başaran bir belgesel. Görüntü kaydına imkan olmayan muharebe kısımları hariç - bu bölümlerde dönemin gazetelerinde yer alan çizimlerden faydalanılmış- tamamı ile arşiv görüntülerinden oluşan belgeselde anlatıcı olarak işlev gören yüzlerini görmeyip isimlerini de öğrenmediğimiz savaş gazilerinin anıları hadiseye yönelik trajedi algılarını yerle bir edecek düzeyde. Savaş başladığında çoğu 20'sine ulaşmamış bu insanların çoğu cepheye gayet istekli bir biçimde gittiklerini çocuksu bir nostaljiyle yad ediyorlar. "Bugün olsa gene bir saniye düşünmem" diyor birisi, bir başkası "hayatının en heyecanlı dönemi" olduğundan dem vuruyor. Cephe öncesi kamplarda aldıkları sıkı eğitim sayesinde hazır kıta asker haline gelen bu adamlar cephe yaşamının sıçanlar,pireler,kış şartları ve çamurdan müteşekkil bataklıklar gibi türlü kötü yanını anlatırken bile bu iyimser havayı sezebiliyorsunuz. Artık çok yadsır hale geldiğimiz garip bir tevekkül hissi hakim sözlerine. Kendilerini yönetenler savaşmalarını söylemiş,onlar da düşünmeden riayet etmişler. Onlar için bu bir kendilerinden yapmaları beklenen bir işten öte değil, bir sonraki cihan harbine hakim olan hakşinaslık, kötü düşmana galip gelip dünyayı kurtarma duygusu burada söz konusu değil. Zaten bu sebeple savaştıkları Almanlardan bahsederken de aynı pozitif hissiyatı koruyorlar çünkü karşılarındaki insanların savaşa katılma sebepleri de kendilerininkinden farklı değil. Evet, yeri geldiğinde birbirlerini öldürüyor yeri geldiğinde yanı başlarındaki arkadaşlarını kaybediyor yeri geldiğinde belki de sakat kalıyorlar ama onlar buna niye maruz kaldıklarını düşünmedikleri için belki de herhangi bir travma esamesi olmaksızın eve dönmeyi başarabilmişler. Muharebe meydanında ölümle burun buruna geldiğinde böyle şeyleri düşünmeye vaktin olmadığını söylüyor bir asker, ya karşısındaki ölecek ya da o. Piyango karşıdakine çıkmış,ölen o olmuş; bu ben de olabilirdim ama olmadım, bunun üstüne söylenecek başka da bir şey yok onun gözünde. Şüphesiz bu savaşın bir boyutu, orada yakınları ya da kolunu bacağını kaybetmiş birilerinin söylediklerine kulak verilse farklı bir resim ortaya çıkar muhtemelen. Zaten izlerken de "hiç mi aklınıza gelmedi ben niye birilerinin hırsı için canımı tehlikeye atıyorum diye sormak?" düşüncesi de sık sık akla geliyor ama  tarihin gördüğü en büyük savaşlardan birine iştirak edip sağ çıkmayı başarmış bu adamların serinkanlı duruşlarından ister istemez etkilenmeden de edemiyorsunuz. 

Filme dair etkileyici yönler sadece içerikle sınırlı değil,film ekibinin belgeseli ortaya çıkarmaktaki çabası da takdire şayan. Kraliyet Savaş Müzesi, ellerindeki döneme dair sayısız arşiv üzerinden modern bir belgesel çalışması yapmasını istediğinde büyük babası bir savaş gazisi olan Jackson teklife havada atlamış ve müze arşivlerinin elden geçirildiği hummalı bir çalışmaya girişmiş ekibiyle. Döneme dair görüntü kayıtları malum, herhangi bir ses kaydına sahip olamayan, Charlie Chaplin filmlerini andırır hareketlere sahip bir hüviyette olduğu için bu kayıtlar tümüyle elden geçirilerek saniye başına kare sayıları 24 olan,renkli dokümanlara dönüştürülmüş. Jackson zaten mevzu sinema teknolojisini sonuna kadar kullanmak konusunda fanatik bir isim ve bu özelliği bu film için biçilmiş kaftan zira ortaya çıkan işin kalitesi tartışılmaz. Görüntüleri renklendirirken döneme dair elbiseler, mühimmat vs. üzerine yapılan detaylı incelemeleri baz almakla kalmayan yapım ekibi filme ses faktörünü eklerken de aynı özeni göstermiş. Dudak okuma uzmanları sayesinde görüntülerdeki askerlerin söyledikleri tespit edilmiş ve dublaj yapılmış, kullanılan araç gereç ve silah seslerinin hepsi de film için tekrar yaratılmış. Filmde kullanılacak ses kayıtlarının elden geçirilmesi bile bir yılı bulmuş, sonunda cephe gerisindeki yaşam, hava ve deniz savaşlarına dair hatıraların kullanılmaması karar verilerek sadece batı cephesine ilişkin kayıtlara yer verilmiş. Jackson bu tercihinin gerekçesi olarak hem filmin odak noktasının çok dağılmasını istemediğini hem de asıl anlatmak istediğinin cephedeki bir askerin gözünden savaşın bir portresini çizmek olduğunu söylüyor. Ortaya çıkan iş itibariyle isabetli bir tercih yaptığı ortada. "What Artists Do All Day" isimli BBC serisinin filmin yapım sürecini anlatan bölümünü de belgeselle birlikte izlemeyi ihmal etmeyin.

Pazar, Ocak 13, 2019

Suspiria


Orjinal "Suspiria"yı izleyeli yıllar yıllar oldu ve filme dair aklımda kalan yegane şey izledikten sonra çok da beğenmemiş oluşum. Luca Guadagnino'nun filmografisine de en ufak aşinalığım yok. Dolayısıyla çok da beğenmediğim bir filmin bilmediğim bir yönetmence yapılmış yeniden çevrimini izlemem için bir neden de yok esasında. Öte yandan korku janrıyla ilişkisi olmamış bir yönetmenin iyi kötü bu türün beğenilen örnekleri arasında kabul edilen bir filmi yeniden yorumlamasının belli bir cazibesi de yok değil.

 
1977 yılının Berlin'inde, dönemin bir hayli politize olmuş şiddet dolu atmosferini fon alarak başlayan film Chloe Grace Moretz'in canlandırdığı Patricia'nın bir psikoterapistin karşısına geçip etkileyici sayılabilecek bir performanla üyesi olduğu dans okulundaki hocaların cadı olduklarını izah etmesiyle açılıyor film. Drew Barrymoore'un "Scream" introsu olarak kullanılmasını hatırlatan bu sekansın ardından Moretz'i uzunca bir süre görmüyoruz filmde. Burdaki uzunca kelimesi de lafın gelişi değil, hakikaten uzun film, 2 buçuk saat. Tek seferde oturup bitirmek için irade talep eden bir yapım. 


Sonrasında bahsi geçen okula kaydolmak için ABD'lerden gelmiş esas kızımız Susie'ye (Dakota Johnson) çevriliyor kameramız.  Yetenekleriyle hemen okulun koreografı Blanc'ın (Tilda Swinton) dikkatini çekmeyi başaran Susie hızlıca yükselerek yakında sahnelenecek gösteride başrolü kapmayı başarıyor. Arada yukarıda bahsi geçen Patricia'nın ortalıktan kaybolmasının peşine düşme cesareti gösteren iki ayrı öğrencinin çok da iç açıcı olmayan sonlarını temaşa etme şansı veriyor film. Bunlardan biri, filme dair yayımlanan ilk klip olan ve hemen ses getirmeyi başaran dans sahnesi ki hakikaten hazmı zor bir sahne ama devamı yok. Filmin geri kalanında aynı şok edicilik düzeyi korunsaymış hikaye boyunca yaratılmaya çalışılan tekinsizlik ortamının en azından altı doldurulmuş olurmuş zira daha ilk dakikalarda cadılık boyutunu seyirciye ifşa etmekte beis görmeyen bir yapımın gizem yaratmayla çok da ilgilenmediği aşikar.

 
Film seçtiği dönem ve şehrin çağrıştırdıkları başta gelmek üzere kadınlar arası dayanışma ve husumet hissiyatı üzerine bir çok şey söylemeye çalışıyor ama ne derece anlaşılır mahiyette bunlar, orası tartışmalı. Zaten filmdeki yegane erkek karakter psikatrist, onu da Tilda Swinton canlandırmış -ki onu da başta yalanladılar, sahte imdb hesapları yaratıldı falan, bir dolu gereksiz soytarılık-. Artık gına gelmeye başlayan kadın dayanışması filmlerinin yanında mevzu güç oldu mu cinsiyet ayırt etmeyen insan doğasına eğilmeye cesaret eden filmleri izlemek güzel elbette ama çok muğlak ve bulanık burdaki gözlemler. Oyunculukları, yönetmenlik tercihleri, görselliği ve müzikleriyle dar bir izleyici grubuna hitap etmeye bir nevi mahkum bir film bu, zerre hazzetmeyenlerle ayılıp bayılanlar da çıkacaktır muhtemelen. Ben ilk gruba daha yakınım şahsen.

Perşembe, Ocak 03, 2019

Call of Duty: Black Ops 4 Soundtrack - Jack Wall


"Black Ops 2" ile tüm zamanların en iyi oyun müziklerinden birine imza atmış Jack Wall biraz kadri kıymeti bilinmeyen bir besteci. Yani, oyun dünyasında saygınlığı yüksek; "Black Ops"lar dışında "Myst" ve "Mass Effect" oyunlarının da müzikleri sayesinde de bilinen tanınan birisi ama oyun müzikleri yapan isimler arasında çoğunluğun aklına ilk akla gelen isimlerden değil. Film dünyasındaki varlığı ise "Hard Target 2" gibi dtv filmlerden ibaret. Halbuki yeteneği ve bugüne kadar ortaya koyduğu işler itibariyle çok daha fazla tanınıp bilinmeyi hak ediyor.

Gelgelelim, serinin kadrolu bestecisi olarak yeni Black Ops oyunu için yaptığı müzikler hakkında bu kadar övgülü sözler sarf etmek mümkün değil maalesef. "BO3"ün müzikleri her ne kadar öncülünün kalitesinde olmasa da başarılı kabul edilebilecek nitelikteydi ve "Sand Castle" gibi gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyi bestelerinden birini barındırıyordu. 1,5 saate yakın uzunluğu olan "BO4"ün makul bir çoğunluğunu ise caz ve heavy metal gibi iki alakasız türden parçalar oluşturuyor. Cazı günahım kadar sevmem, o yüzden o kısımları direk atladım. Metal de canımız ciğerimizdir ama burada yer alan şarkıları çok beğendim diyemiycem. Albümün geri kalanını oluşturan besteler de çok akılda kalıcı işler değiller. Orkestral müzikle teknoyu hep iyi harmanlayan bir bestekar olageldi Jack Wall ama bu albümde tekno biraz daha ağır basmış, olmamış. Bu tablonun oluşmasında Call of Duty'nin bu yıl tek kişilik senaryosunu dehlemiş olmasının ne kadar etkisi vardır bilemiyorum ama sonuçta önceki oyunlarda senaryo kısmı sayesinde müziğin hem hikaye ve oyunun ritmine ne denli oturduğunu gözlemleme imkanımız oluyordu hem de müzisyen üzerinde çalışabileceği bir dramatik bir zemin yaratılmış oluyordu. Multiplayer oynayan birisi olmadığım için "BO4"ü pas geçtim ama sanki çok oyunculu diye vermiş metali vermiş teknoyu gibi bir hissiyat uyandırdı bende. Arada bir iki iyi parça yok değil. "Inferno" albümün en iyi bestesi, full tekno gaz bir parça. "Where Are We Going" yavaş ve duygusal, akılda kalan bir müziğe sahip bir şarkı. Bunların dışında "Humonculus", Black Ops IIII" ve Specialists" bir nebze bahse değer olanlar ama olanı bu maalesef, 36 parçadan müteşekkil bir albüm için gayet düşük bir rakam. Treyarch'ın bundan sonra senaryosu olan bir Black Ops oyunu yapacağından biraz şüpheliyim ama inşallah yanılırım da en azından kıvamında bir Jack Wall albümü imkanına bir kere daha sahip oluruz.