Cumartesi, Ekim 31, 2020

Liberal Arts (2012) - Josh Radnor


Josh Radnor'la Zach Braff'in kariyer gidişatları birbirine benziyor. İkisi de artık klasik olmuş sitcomlarla ünlü oldular, sonrasında da yönetmenliğe merak salıp 2-3 filme imza attılar ve kariyerlerine daha ziyade televizyonda devam etmekteler, her ne kadar yaptıkları işler çok tutmadan sona erse de. Braff'ın "Garden State"i 2000'ler indie sineması deyince akla gelen ilk filmlerden biri, o nedenle Radnor'a nispetle bir tık daha başarılı kabul edilebilir. Ama bu gene de Radnor'ın bir yönetmen olarak vasıfsız olduğu anlamına gelmiyor. 


Yönetmenin ikinci filmi olan "Liberal Arts" 30'larının ortasındaki bir adamın eski bir hocasının daveti üzerine mezun olduğu üniversiteyi ziyaretiyle başlıyor. İşinden en ufak bir tatminiyeti olmayan bir orta yaş mensubu insan olarak üniversite yıllarını, o yılların çağrıştırdığı özgürlük ve umut hissini kafasında bir hayli romantize eden kahramanımız kampüse dönünce bu hisleri tavam yapıyor. Öğrenci kızlardan biri olan Zibby ile tanışıp yakınlaşmaları ise bunun üzerine tuz biber ekiyor haliyle.



Çıkış noktası ve ele aldığı temalar itibariyle anlamlı bir film "Liberal Arts". 30'lu yaşlarla birlikte gelen gezegendeki zamanımızın azaldığı duygusu, bu kısıtlı süredeki yegane hayatımızı anlamlı yaşayıp yaşamadığımızın sorusunun verdiği huzursuzluk birçoklarımızda olduğu Radnor'ın canlandırdığı Jesse karakterinde de bir geçmişe özlem hissi uyandırıyor. Bu hissin en malum hedef noktası genelde üniversite yılları, çünkü bir çok insan için en özgür ve seçenek sahibi olduğu zaman dilimini bu süreç oluşturur. Büyümeyi beceremeyen, yetişkin hayata adaptasyonda sıkıntı yaşayan, hayattan daha başka şeyler bekleyen, bu bunalımını kitapların güvenli dünyasına sarılarak atlatmaya çalışan Jesse için bu nostalji turu aynı zamanda yetişkinliğe geçiş aşamasında bir itici güç hüviyetini de alıyor. 
 

Elizabeth Olsen'ın canlandırdığı, akranlarından daha olgun Zibby ile olan yakınlaşmaları, aralarındaki yaş farkı üzerinden Jesse'yi kendisiyle yüzleşmeye zorluyor. İçindeki genci geride bırakamaması ona bir genç gibi umarsızca, sonuçları çok da önemsemede  hareket etme özgürlüğü verir mi? Eğer öyleyse Zibby ile ilişkisinde anormal bir şey yok. Öte yandan 35 yaşında bir adamın 19 yaşında bir kızla takılmasını kendine de izah etmekte zorlandığı bir hayli açık. Üstelik, filmin bir noktasında karakterler tarafından da ifade edildiği üzere, Zibby gençliği ifade ettiği için Jesse'nin ilgisini çekerken Zibby için Jesse'yi ilginç kılan olgunluğu; eğer aynı dönem öğrenci olsalardı birbirleri için bir anlam ifade etmeyeceklerdi. Bu durumların idrakine yavaş yavaş varan Jesse'nin Zibby'nin Twilight okumasını bahane ederek ilişkiyi baltalama çabası da anlamlı hale geliyor bu durumda. 


Hayatın bir sonraki aşamasına geçememe teması Richard Jenkins'in canlandırdığı üniversite hocası üzerinden de verilmeye çalışılıyor. Kimse yaşlanıp eskimek istemiyor ama kaçınılmaz bir şekilde hepimiz çürüyoruz. Kimisi buna depressif tepkiler verirken Alison Janney'nin canlandırdığı karakter gibileri de daha kinik hale gelerek adapte olmaya çalışıyorlar. Üniversiteye uyumda zorlanan Dean karakteri de bir nebze bu döngüye eklemlenebilir. Bu hikayenin içinde, her ne kadar izlemesi keyifli olsa da en eğreti duran da zen aforizmalar savurarak Jesse'yi aydınlatan Nat (Zac Efron) karakteri oluyor. Olgunlaşma üzerine bir hikayede hippie felsefesini anımsatan söylemler çok da oturmuyor.


Radnor Woody Allen'a olan hayranlığını gizlemeyen bir isim, filmi de onun sinemasını andırmaktan, bir nevi saygı duruşunda bulunmaktan geri durmuyor. Bunda başarılı da gayet; görsel açıdan mütevazi, diyaloglarına ve oyuncularına yaslanan bir filme imza atmış. Her iki hususta da ortalamanın üzerinde; bir derdi olan ve bunu ifadede zorlanmayan bir film, aynı zamanda iyi de oynanmış. Radnor her zaman izlemesi keyifli bir aktör ama filmi taşıyan enerjisiyle Elizabeth Olsen olmuş, kısıtlı görünse de Efron da gayet iyi. Tam anlamıyla hedefi 12'den vurduğunu söylemek zor filmin, bittiğinde bir eksiklik tadı bırakıyor ağızda ama gene de saygın ve keyif veren bir deneyim sunuyor izleyicisine. Üstelik hem üniversite yıllarını hem de okuma düşkünlüğünü hikayesinin orta göbeğine yerleştiren film sayısı bir hayli azdır muhtemelen, sırf bu sebepten bile izlenebilir.

Pazartesi, Ekim 26, 2020

The Bling Ring (2013) - Sofia Coppola


Sofia Coppola kimilerince çok yetenekli bir yönetmen kimilerince ise soy isminin kaymağını yiyen bir kifayetsiz muhteris. Ben kendisine karşı daha ortada bir tutuma sahibim. Coppola klanı Nicolas Cage'den tut Jason Schwartzman'a kadar bir çok ismi içinde barındıran çok geniş bir kavim; her biri "sinema tarihinin en ünlü yönetmenlerinden biriyle akrabayız biz bu işlere bulaşmayalım" deselerdi en çok sinemaseverler olarak biz kaybederdik herhalde. Öte yandan Sofia Coppola bu ayrıcalıklı konumunu ilginç konseptlerden yetersiz filmler çıkararak harcayan bir yönetmen. Hoş en çok beğenilen iki filmi "Virgin Suicides" ve "Lost In Translation"ı izlememiş biri olarak söylüyorum bunu ama sonraki filmlerinin çoğunu izlemiş biri olarak da kanaatim bu. Yazımızın konusu "The Bling Ring" de bunun örneklerinden biri.
 

Coppola'nın 2010'da Vanity Fair'de bir makaleden yola çıkarak yazdığı film aynı zamanda David Fincher, Ridley Scott, Woody Allen, Noah Baumbach ve Gus Van Sant gibi isimlerle birden fazla kere çalışmış olan Harris Savides'in de son filmi olma özelliğini taşıyor. Çekimler esnasında rahatsızlanan Savides filmin post-prodüksiyonu devam ederken hayatını kaybetmiş, onun yerini "Low Down", "Mid90's", "Night Moves" gibi filmlerden tanıdığımız Christopher Blauvelt doldurmuştu. 

2000'lerin sonunda bir grup gencin ünlülerin evde olmadıkları vakitler kapılarını kilitlemediklerini fartketmeleriyle başlayan gerçek bir olayın uyarlaması "Bling Ring". Aralarında Paris Hilton, Lindsay Lohan vs. birçok sansasyonel ismin olduğu bu ünlülerin evini komple soymayıp farkedilmeyecek miktarlarda elbise, mücevherat vs. çalarak belli bir süre durumu böyle götürmeyi başaran grup eninde sonunda yakayı ele veriyor tabii.


Coppola'nın filminin olay örgüsü de tam olarak bu şekilde, üstteki paragraf filmin sinopsisini oluşturuyor resmen. Gençler bir şekilde bir araya geliyor, evlere giriyorlar, uzuun uzun elbise vs. deniyor ve olay yerinde kaçıyor, tali vakitlerinde de gece klüplerinde orada burada günlerini gün ediyorlar. Bu çocuklar kimdir nedir, dertleri ne, neyin peşindeler gibi hususlar hiç umuru değil filmin. Bir tek Emma Watson'ın canlandırdığı karakterinin annesinin (Leslie Mann) çok da dengeli bir tip olmadığı intibaını ediniyoruz, bir de gruptaki yegane erkek karakterin kadın elbiseleri giymeye meraklı olduğu hissini. Coppola'nın bu ergen çetesini son derece yüzeysel ve içiboş tipler olarak betimlemesinden yola çıkarak karakterleri çok da anlama gayretine girmeden haklarında bir hükme vardığı düşüncesine varmak çok zor değil. 


Oysa ki filmin değindiği mevzu, olayın yaşandığı 2000'lerin sonundan ve filmin çekildiği 2013'ten bu güne çok daha vahim bir hal almış bir olgu. Influencerlar, instamomlar, youtuberlar, vırtlar zırtlar, hiç bir kayda değer vasfı olmayan, kalıcı hiç bir işe imza atmamış tiplerin bir şekilde bir çok insanın ilgisini üzerlerinde toplayabilmeleri ve bu durumdan yola çıkarak reklam vesilesiyle absürt meblağlar kazanıp lüks hayatlar sürebildikleri günümüzde genç neslin tamamının bir bling ring tayfası olduğunu söylemek mümkün. Bir şekilde ünlü olmuş ve görende "bu becerdiyse benim neyim eksik" hissi uyandıran tiplerin hayatlarının bir nebze de olsa tadına bakmak, o üst düzey hayata dair materyallerin aidiyetini ele geçirerek o hayatlara dahil olmaya çalışma gayreti aslında son derece güncel bir olgu. Ama Coppola filmi çekerken ya işlerin bu boyutlara ulaşacağını öngörememiş ya da bu tipleri bu kadar beyin hücresi yakmaya değer tipler olarak görmemiş. Filmin finalinde Amerikalıların sansasyonel suçlulara olan merakına dair bir iki cümle sarfettiriyor karakterlerine, onun da ne bir derinliği var ne de tesiri. Sonuçta elde kalan, zerre umurumuzda olmayan zengin tiplerin eşyalarını çalan, aynı derecede umursamaya değmeyecek karakterlerin öyküsünü anlatan hatırda kalan bir özelliği  olmayan bir film, buna oyunculuklar da dahil. Zamanında Emma Watson'ın performansını övenler olmuş ama tam olarak neyi beğenmişler ben anlamadım, oyuncu kadrosunun içinde hareketleri en eğreti duran da o. Velhasılı  2020'den bakılınca kaçırılmış bir fırsat olduğunu söylemek mümkün. 
 

Cuma, Ekim 23, 2020

Normal People


Sally Rooney'nin kitabı,eğer hala diziyi izlemeyen kaldıysa tabii,iki gencin aralarındaki ilişkinin lise yıllarından başlayıp üniversitenin bitimine kadar seyrini izliyor. Lise ortamında içe dönük ve utangaç ama aynı zamanda birçoklarınca sevilen bir öğrenci olan Connell ile sözünü sakınmayan ve zeki karakteriyle akranları tarafından hiç tutulmayan Marianne arasında başlayan fiziksel yakınlaşma zamanla duygusal boyuta evrilse de Connell'ın üzerindeki çevre baskısını fazla gözünde büyütmesi neticesinde kötü sonuçlanıyor. İki karakterin yolu üniversitede tekrar kesişiyor  kesişmesine ama bu sefer tam tersi sosyal dinamikler söz konusu. Gene de bu durum ikilinin aralarındaki çekimin önüne geçmeye yetmiyor tabii.


Cepheden bakıldığında "Normal People" feci derecede iletişimsizlikten muzdarip iki karakteri konu ediniyor. Bu iletişim yoksunluğu o denli ileri safhadaki izlerken kafanızı duvara vurasınız gelebiliyor. Açıkça birbirinin ruh eşi olan iki insanın aynı çizgide buluşmakta bu kadar zorlanmalarını anlamakta güçlük çekmek çok olası. Fakat kendi hayatınız ve deneyimlerinize ciddi bir gözle tekrar göz attığınızda mevzu gönül ilişkileri olunca açık ve net iletişimin o kadar kolay becerilebilen bir şey olmadığını anlamanız uzun sürmüyor. Çoğu zaman empati yapmak yerine kendi duygularına odaklanmak ve buradan yola çıkarak peşin hükümlere varmak daha kolay gelebiliyor birçoğumuza. "Normal People"ın birçok insanı derinden etkilemesi biraz da hepimize benzeri zorluklardan geçtiğimizi hatırlatmasından geçiyor belki de. 

İletisimsizlik sadece ilişkileri tahrip edici boyutuyla değil yalnızlaştırıcı özelliğiyle de öne çıkıyor "Normal People"da. Hepimiz, yoğunlukları farklı düzeylerde olsa da, aile, iş arkadaşları vs. belli sosyal ortamlarla çevriliyiz. Fakat etrafımız bu bağlamda ne kadar kalabalık olursa olsun bu yalnızlık duygusunun sizi gelip bulmayacağı anlamına gelmiyor çünkü tüm bu kalabalıklar içinde tamamiyle güvenip rahatlıkla fikirlerinizi paylaşabileceğiniz, size kendinizi evindeymiş gibi hissettirecek insan bulmak şansı o kadar zor ki. Bu yüzden Connell ile Marianne arasındaki iletişim kopuklukları seyirci olarak bizi ekstra üzüyor çünkü birçoklarımıza nasip olmayan bir duygusal bağın en başından en sonuna kadar bu ikili arasında var olduğunu görebiliyoruz. İstiyoruz ki onlar da görsünler ve sahip oldukları şeyin kıymetini bilsinler. 
 
 
İçinde bir çok travmatik olay yer alsa da "Normal People"ın bende bıraktığı ve diziden bu denli keyif almama vesile olan bir başka hissiyat da diziyi gençlik yıllarına dair bir güzelleme olarak görmem oldu, özellikle üniversite dönemine. Her yaş dönemi kendi sıkıntılarıyla beraber geliyor ve o dönemden geçerken sadece sıkıntılara odaklanıp ânı kaçıtmaya teşneyiz. Ama gene de üniversite yıllarının insanın kendini keşfetmesi, hatalar yapsa da telafi edebilmesi için kendisine alan açan yegane dönem olduğu gerçeği orta yaş grubundaki herkesin hemfikir olacağı bir nokta. Bu nedenle dizinin gençler kadar üst yaş grupları arasında popüler olmasında çok da şaşılacak bir şey yok çünkü her birimizi nostalji hisleriyle doldurmayı başaran bir hikaye bu. Connell ile Marianne'in ilişkisi üzeinden kendi pişmanlıklarımız, "şimdi olsa neyi nasıl yapardım" hissiyatı ve akabinde kurduğumuz alternatif senaryolar ve hayatımızın şu an hangi noktalarda olabileceğine dair hülyalara daldırması hikayenin en vurucu özelliklerinden.
 

Diziyi birkaç kez izledikten sonra dayanamayıp kitabı da okuduğumda farkettiğim şey yazar kadrosunun, ki bunların arasında Rooney'nin kendisi de var, kitabın duygusal altyapısını alıp cilalamakta ne kadar başarılı olduklarını görmek oldu. Olay örgüsü yüzde 99 itibariyle aynı, hatta kitaptaki diyaloglar bile birebir kullanılmış fakat Rooney'nin kitabı o kadar mesafeli bir anlatıma sahip ki böylesi duygusal bir hikayeyi nasıl böyle soğuk bir dille yazabilmiş hayret ediyor insan. Dizinin kreatif ekibi materyali olabilecek her noktada geliştirip daha vurucu hale getirmeyi başarmışlar ve doğru oyuncu seçimiyle hedefi onikiden vurmuşlar. Defalarca izledikten sonra artık Connell'ı Paul Mescal dışında kimsenin canlandıramayağını düşünür hale gelmiş olsam bile gene de internetin Mescal hakkındaki saplantısını çözebilmiş değilim. Öte yandan Daisy Edgar Jones resmen bir ışık gibi parlayıp diziyi izlemek için yegane sebep olabilecek bir performansa imza atmış, ilerde yapacağı işleri merakla bekliyoruz. Kitabı senaryoya döken Alice Birch ve Sally Rooney, yönetmenler Lenny Abrahamson ve Hettie Macdonald başta gelmek üzere bu dandik yılda bize böylesi güzel bir hikayeyi armağan eden herkesi tebrik etmek lazım ayrı ayrı.

Pazar, Ekim 18, 2020

Ted Lasso

Tüm zamanların en başarılı komedi dizilerinden biri olan "Scrubs"a imza atmasından mütevellit Bill Lawrence'ın arkasında olduğu her yeni projeyi takip etmeye çalışıyorum. Akabinde "Scrubs" seviyesinde bir iş çıkaramamış olsa da çoğu zaman ortalamanın üstünde komediler üretiyor ama reytinglerden yana biraz şanssız maalesef (Hem "Ground Floor" hem de "Whiskey Cavalier" gayet iyi dizilerdi, aynı ölçüde olmasa da "Life Sentence" da idare ederdi, ama bunlardan sadece ilki ikinci sezonu görebildi.) Neyse ki son projesi aynı talihsizlikten muzdarip değil gibi zira ilk sezonu bitmeden ikincisinin onayı çıktı. Tabii bunda dişli rakipleri karşısında Apple Tv'nin iyi kötü izlenmiş her ortalam hite ihtiyacı olduğu gerçeği ne derece etkilidir bilinmez.


Jason Sudeikis'in NBC spor kanalı için yarattığı bir karakterden yola çıkarak üretilmiş olan Ted Lasso, Amerikan futbol liginde antrenör olan karakterimizin evliliğindeki sorunlardan uzaklaşmak amaçlı olarak gerçek futbolun beşiği olan Premiere ligde bir klübün antrenörlüğünü kabul etmesiyle başlıyor. Basınından tut futbolculara kadar hiç kimse bir Amerikalının bu işe uygun olduğuna inanmıyor tabii. Hiç başka hoca kalmamış gibi bu adamın antrenörlüğe seçilmesinin arkasında başka bir mesele olduğunu daha ilk bölümden öğreniyoruz ve hadiseler oradan ilerlemeye devam ediyor. Açıkçası çok sürprizi olan, hikayesi beklenmedik yerlere giden bir dizi değil. Kolay sinir edilebilen karakterleri sinir olacakları ortamlara koymak gibi Bill Lawrence'ın alameti farikası kabul edilebilecek klişeler burada da mevcut. Fakat diğer dizilerinde de olduğu gibi sevimli ve hatırda kalır karakterler, gülmekten yerlere yatırmasa da eğlenceli diyaloglar ve birbiriyle gayet uyumlu dinamik bir oyuncu kadrosu burada da mevcut. İlk iki bölümün ardından çok da etkilenmediğimi düşünmüştüm ama sonraki haftalarda her bölümü merakla beklediğimi farkettim. Futbol üzerine yapılmış gırla dizi de yok, o yönüyle de ilgi çekici. İzleyenin dibini düşürmesi olası olmasa da şans verildiğinde seyircisini ödüllendirecek bir deneyim.