Salı, Kasım 14, 2023

Sly


Geçen yıl Netflix'te çıkan "Arnold" belgeseli gibi dizi formatında olacak zannetmiştim ama "Sly" 90 dakikalık bir film çıktı. 50 yılı aşkın bir kariyeri nasıl bu kadar dar zamana sıkıştıracaklarını merak ediyordum, gördüm ki hakikaten sıkıştıramamışlar. 


Noah Baumbach'ın "De Palma"sı gibi belgesel merkezi kişinin kariyeri hakkında yaptığı bir hasbihal çoğunlukla "Sly". Kişisel hayatına ilişkin bölümlerde kardeşi Frank Stallone, kariyerinin başlarındaki kısımlarda yakın arkadaşları Henry Winkler ve yönetmen John Herzfeld, "Rocky" bölümlerinde de Talia Shire bir iki görünüp kayboluyorlar. Harici kelam kabilinden de Quentin Tarantino ve Arnold Schwarzenegger arada beliriyor. Stallone gibi muhtemelen Hollywood'un yüzde yetmişini tanıyan birine böyle "Spielberg" tarzı, kariyeri boyunca beraber çalıştığı birbirinden değerli aktör ve yönetmenlerin oturup konuştukları daha kalabalık kadrolu bir film yakışırdı ama mevzu kariyeri olunca kimseye gerek görmeyip sazı eline almış gene Stallone, sanki daha önce hiç fırsat tanınmamış gibi. İnsan en azından Tarantino'yu olsun biraz konuşturur.


Gerçi istense de Spielberg gibi adam toplanabilir miydi onu da bilmiyorum. Yıllara yayılan makul bir hayran kitlesine sahip olsa da ait olduğu endüstri tarafından daha en başından beri sıklıkla hakir görülmüş isimlerden de biri aynı zamanda Stallone. Her ne kadar belgesel 80'li yıllarda egosunun nasıl zirve yaptığı, kendini bir nevi beyaz saray sözcüsüne dönüştürdüğü gibi sinema çevrelerinde Stallone'un saygınlığını düşüren birçok noktanın üzerinden kabaca geçmeyi tercih etse de yıllar önce James Mangold'un bir röportajında da belirttiği gibi "Sly'ı savunmak biraz garip bir durum çünkü Hollywood'da algılanış şeklinin en büyük sorumlusu kendisi". Öte yandan sinema ile alakasız bir çevrede, üstelik de sorunlu bir ailede büyümüş, bir şekilde sektöre girmeye çalıştığında da birçok kapının yüzüne kapandığını görmüş bir adam aynı zamanda Sly. Yani kimsenin sıcak kollarla karşılaştığı bir adam olamamış, bu vesileyle kalemine sarılıp kendini yoktan var etmiş bir isim. Rocky ile başarıyı yakaladıktan sonra yaptığı filmleri yerden yere vurmayı tercih eden eleştirmenleri Uwe Boll gibi çıkışta arka bahçeye davet etmesinin arkasında da bu hakir görülme, özgüvensizlik halinin izlerini görmek mümkün; zar zor girdiği ve beklenmedik şekilde kendini yükseklerde bulduğu bu ışıltılı dünyadan kovulma korkusu. Neyse ki ne zaman kendini çıkmazda bulsa kariyerini borçlu olduğu kalemine sarılıp kendini o çukurdan kurtarmayı bilmiş. 70'lerin sonunda "Rocky 2" başarısının şans eseri olmadığını herkese gösterirken 80'lerde gelen ikinci ve üçüncü filmler, Rambo ile birlikte Stallone'u Hollywood un zirvesine taşıdı. Kendini küçük görenlere laflarını böylelikle yalatıyor olmak herkeste bir küçük dağları ben yarattım hissiyatı oluşturur elbette ki Stallone da bundan kaçamamış ve bir 10-15 yıl kadar sürse de en nihayetinde kariyerini dibine vurmuş halde buldu. Belki de bugün unutulup gitmiş bir isim olarak kalacakken bir kez daha eline kalemi alıp "Rocky Balboa", "John Rambo" ve "Expendables" sayesinde kendini bir kez daha tüm dünyaya hatırlatmayı başarmış bir adamdan bahsediyoruz aslında. Neresinden bakarsanız baksanız sürükleyici ve dramatik bir hikaye.


Gel gör ki yazı konusu belgesel bu potansiyeli hiç mi hiç değerlendiremiyor. Stallone yukarıda da belirttiğimiz hususların ışığında kendi sesini dinlemeyi seven bir adam. Burada da nasıl dipten geldiğini ve Rocky sayesinde bugünlere ulaştığını uzun uzadıya anlatıyor, daha önce aynı ya da benzeri şeyleri defalarca başka platformlarda anlatmış olmasına rağmen. Arada babası ile alakalı ilginç detaylar var, ufak tefek de olsa 10 yıl önce ölen oğluna dair bir iki gönderme de mevcut. Onun dışında özel hayatına çok da girmiyor belgesel ekibi ki vakit de yok zaten; kariyer girizgahı ve "Rocky" derken filmin yarısı bitiyor zaten. Allah'tan "First Blood" ve "Cop Land"i ıskalamadan belgeseli bitirmeyi başarmışlar ama böylesi uzun bir kariyeri 90 dakikaya böyle sıkıştırmak çok aptalca bir tercih olmuş. 

Salı, Kasım 07, 2023

South Park: Joining the Panderverse


Bu filmi 5 inci "South Park Special" olarak geçmişler vikipedide falan ama hesapta hata var bence. 2020-21 döneminde çıkan "Pandemic Special" ve "Vaccination Special"ı 24.sezon olarak kabul etmenin hiçbir mantığı yok, onlarla birlikte 7 inci olması lazım "South Park: Joining the Panderverse"ün. Neyse. İsminden de anlaşılacağı üzere Marvel'ın kafayı bozduğu multiverse olaylarını dalgasının merkezine alıyor "Panderverse". Cartman kendisinin zenci bir ergen kız olduğu başka bir boyuttaki versiyonuyla yer değiştimiş buluyor zatı şahanesini, tabi zenci ergen de Cartman'ın boyutuna geçiyor. Bu dengesizliğin arkasındaki kişinin her yeni Star Wars filmi ya da dizisine lezbiyen kadın ana karakter doldurmakla kafayı bozmuş gibi görünen Kathleen Kennedy'nin olduğunu öğreniyoruz çok geçmeden ("Put a chick in it. Make it lame and gay!"). Görünüşe bakılırsa Kathleen'lerde de Cartman'a benzer bir değiş tokuş olmuş. Disney üst yönetimi bile gözü dönmüş yeni Kathleen'in wokeluğu ile baş etmekte zorlanıyor.


Geçtiğimiz hafta Variety'de Marvel'da işlerin hiç de iyiye gitmediğini ifşa eden bir makalenin yayınlanmasının ardından daha da bir gündem oldu "Panderverse". Son birkaç yıldır boku çıkan wokeluğun en ele geçmez kalelerinden biri haline gelmişti Disney ve Marvel. Birbirinden sıkıcı zenci, çinli ve latin kadın karakterlerin her yeni hikayede seyircinin zorla gözüne sokulması Marvel'da özellikle son bir yılda bariz görülen çöküşün en başat sebebi olmasa da göz ardı edilemeyecek bir paya da sahip. Variety'deki yazıda geliştirilmekte olan yeni "Blade" filminde Blade'in bir ara dördüncü ana karakter konumuna indirildiği ve hikayenin hayat dersleri ile dolu hale getirildiği belirtiliyor ki "Panderverse"in tam olarak tefe koyduğu şeyi özetleyen bir bilgi kırıntısı bu. Çoğunluğu beyaz erkek olan legacy kahramanların meşaleyi etnik kökenleri daha çeşitli ergenlere vermeleri çizgi romanlardan aşina olunan bir durum olsa da bunun beyazperde ve televizyondaki karşılıkları çok nadiren Miles Morales'in başarı düzeyine ulaşabildiler. Güçlü "diverse" karakterler yaratacağız derken ortalık birbirinden sıkıcı ve bir o kadar lezbiyen karakterlerin cirit attığı içeriklerle doldu ki çizgi roman filmlerinin ilk ve en başat tüketicileri olan erkek izleyicilerin makul bir çoğunluğu da artık bunları izlemeyi bıraktı. "South Park" bu tayfaya laf sokmadan da durmuyor bu arada, neticede sosyal medyada böyle şeylerden yakınıp durmak da faydasız olduğu nispette itici de bir husus. Fakat neticede Trey Parker ve Matt Stone'un hedef tahtasında Disney var ve tam 12'den isabet ettirmeyi başarmışlar bu sefer. Şimdiki kadarki special'ların neredeyse tamamı bende çok da olumlu bir intiba bırakmamıştı, "South Park"ın 20 dakikalık bölüm formatının dışına çıktığında etkileyiciliğini yitirdiğine kanaat getirmeye başlamıştım. Fakat 50 dakika uzunluğundaki "Panderverse" şimdiye kadarki speciallar içinde en iyisi olmasının yanında uzun zamandır izlediğim en iyi "South Park" bölümlerinden biri olması sebebiyle fikrimi değiştirmeme vesile oldu. Bir sonrakini merakla bekliyoruz.

Perşembe, Kasım 02, 2023

Pain Hustlers


Demek sihirbazlar aleminden kurtarıldığında böyle işler de yapabiliyormuş David Yates (gerçi "Harry Potter"lar ile "Fantastic Beast"ler arasında yaptığı bir "Tarzan" var ama ondan ne kadar az bahsetsek o kadar iyi). Kendisinin "HP" öncesi televizyonda kaydadeğer işler yaptığını duymuştum ama o zamandan bu yana neredeyse hep aynı tarz filmler yaptığı için insan bu içerikte bir filmle bağdaştırmakta güçlük çekiyor.


"Pain Hustlers" internette birçok insanın da benzettiği üzere "The Wolf of The Wall Street"in ilaç sektörü versiyonu gibi birşey. Insys isimli bir ilaç firması çerçevesinde gerçekleşen olayları baz alan hikaye 2010'ların başlarında geçiyor. Dr. Neel'ın (Andy Garcia) kanser ağrıları için geliştirdiği bir ilaç büyükbaş ilaç firmaları yüzünden piyasaya girmekte zorlanıyor ve Neel'ın firma batmak üzere. Batmak üzere olan bir diğer kişi de hasta bir ergen kız annesi olan ve işleri hiç de rast gitmeyen Liza (Emily Blunt). Tam dibe vurmak üzereyken Neel'ın sağ kolu olan Pete (Chris Evans) ile yolları kesişen Liza şirketin satış temsilcisi olarak çalışmaya başlıyor. Başta işler hiç de iyi gitmiyor ve tam pes edecekken doktorun birine reçete yazdırmayı başarıyor Liza. Bu ufak başlangıcın başka cüretkar seçimlerle gerisi geliyor ve batmak üzere olan firma bir anda ilaç devlerinden birine dönüşüyor. Tabi artan refah düzeyi hırsı ve sefahati de beraberinde getiriyor ki o noktadan sonra işlerin sarpa sarması çok da uzun sürmüyor.


Para hırsı gözünü bürüyen şifacılar, bağımlılık yapıcı özelliklerini bile bile ilacın kanser dışındaki ağrılarda da  reçete edilmesinin önünü açıyorlar. Bunun neticesinde gerçekleşen ölümler ve akabinde Lisa'nın muzdarip kaldığı vicdan azabı ve pişmanlık hissiyatı "Pain Hustlers"ı "TWOTWS"den ayıran en belirgin özelliği. Gerçi Emily Blunt'ın özellikle son yarım saatteki performansı gereksiz derecede ağlak, lüzumundan fazla dramatik olmuş. Blunt gibi normalde dahlolduğu işlerin en göze çarpan yanlarından biri olan bir aktrisin buradaki zayıf halka olması garip bir durum ama belki de Yates'in kendisine verdiğine verdiği direktiflerden ileri gelen bir durum, bilemiyorum. Zayıf halka demişken "Expendables 4"teki performansı ile insanı "acaba bunama başlangıcında falan mı" gibi düşüncelere gark eden Andy Garcia burada da benzeri bir garabete imza atacakmış hissiyatı verse de hikaye ilerledikçe toparlamayı başarmış.


"Endgame" sonrası kariyerini genelde kalabalık kadrolu filmlerde antagonisti canlandırmak üzerine kuran Chris Evans burada da bir başka cepheden bakınca iyi görünen ama esasında dallamanın önde gideni bir tipe hayat veriyor. Evans gibi gerek görüntü gerekse de karizma babında film yıldızı kumaşına sahip bir aktörün kendini böyle geride tutmasında bence takdire şayan bir şeyler var ve Blunt'la uyumlu bir ikili oluşturmuşlar.


Blunt-Evans-Garcia üçlüsü karizmatik bir trio oluşturmuş olsalar da yan oyuncu kadrosu için aynı şeyi söylemek güç. "Betelgeuse"dan tanıyıp sevdiğimiz Catherine O'Hara bir hayli yaşlanmış ve bu yaşlanmışlığını insanın gözüne sokan bir görüntüye bürümüşler burada kendisini. Bu yılki "D&D" filminde Chris Pine'ın kızını oynayan çocuğa burada da kız evlat rolünü vermişler, Hollywood'da keşfedecek o kadar ergen yetenek varken üstelik. Woke kastingden muzdarip olma hali bu kızla kalmamış maalesef, Liza ve Pete'in oluşturduğu satış temsilcisi grubunu canlandıranlar alayı garabet tipler. Üstelik film bizden bunların adamın ayağını kesecek çekicilikte olduklarını inanmamızı bekliyor!


Bu tarz filmleri sanki bir dış ses ya da onun muadili bir araç olmaksızın anlatmak mümkün değilmiş gibi burada da sahte belgesel formatı tercih edilmiş ama hikayenin genel şeması içinde hiçbir yere oturmuyor bu seçim. Gerçek hikayenin kahramanları ile röportaj yapıp A sınıfı oyuncu kadrosunu sadece canlandırma olarak kullansa çok daha ilginç olabilirmiş mesela ama onu yapabilmek için daha az bir bütçe ve Michael Winterbottom gibi bir yönetmen lazım. Öte yandan, -ilk paragrafta da değindiğim üzere- Yates kendisinden beklemediğim ölçüde etkili bir şekilde hikayesini anlatmayı başarmış ve filmin üçte ikisi içinde seyircisini avucunda tutmayı başarıyor. Son perdede ipin ucunu biraz kaçırdığı söylenebilir; anlattığı hırs öyküsünün de bir gerçekçilikten uzak bir duygusallıkla bezeli olduğu ve geneli itibariyle çok da yeni ve özgün şeyler söylemediği de. Bunlara çok da takılınmadığı sürece keyifli bir seyirlik.
 

Çarşamba, Kasım 01, 2023

The Expendables 4

Bir filmin öncülünden neredeyse 10 yıl sonra gösterime girmesi hiç bir zaman hayra alamet bir şey değil. Çekimleri 2021 sonbaharında tamamlanmış olmasına rağmen geçen yıldan beri gösteriminin habire erteleniyor olması da gayet kaygı verici bir ayrıntı. Nihayet gösterime girdiğinde gişede iki seksen yatmasının yanı sıra hem seyirci hem de eleştirmen tayfası tarafından aynı ölçüde yerin dibine sokulması da cabası. Tüm bunlara rağmen "Expendables 4"dan umudumu kesmiş değildim. Serinin önceki filmlerinden de tam olarak aradığını bulamamış birisi olarak ne kadar kötü olabilir ki diye düşündüm, günümüz seyirciyi her şeye bok atmaya fazla teşne dedim. Netice de İko var, Jaa var, dublör eskisi bir yönetmeni var; illa ki izleyecek bir şeyler buluruz dedim. Ne kadar da safmışım.


Daha girişinden ağzımın payını vermeye başladı film. İko Uwais tarafından kötü adam tayfamız ve çetesi Libya'da bir askeri üssü basıyorlar, nükleer kod peşindeler mi ney, çok da hatrımda kalmamış. Bu baskından sonra kameramız Sly ve Stath ikilisine çeviriyor yüzünü. Megan Fox suretinde yeni manita yapmış Stath ve bacımız estetik operasyonlardan kalan vaktini paralı askerlikle geçiren bir expendable imiş, Sly'a patron diye hitap etmesinden bunu anlıyoruz. Çifte kumrular arasında saçma sapan bir tartışmayı izledikten sonra bir bara geçiyoruz. Sly sümsüğün birine yüzüğünü kaptırmış, Stath'e sen alıver diyor, beli ağrıyormuş zira. Ondan sonrası ufak bir arbede, sahne geçişi. O da ne, İko'nun baskın hala eş zamanlı olarak sürmekte, bitememiş henüz. Biraz onla takıldıktan sonra tekrar Sly ve ekibine çeviriyoruz yüzümüzü, İko suretindeki teröristi yakalamak için kiralanıp yola döşeniyorlar. Ta Amerika'dan uçakla yola çıkıp, evet doğru bildiniz, İko'nun filmin başından beri bitiremediği Libya'daki baskına yetişmeyi başarıyorlar.


Bu yaşıma geldim, sayısız film izledim, hayatımda bunun kadar saçma bir film kurgusu gördüğümü hatırlamıyorum. En azından 100 milyon dolara mal olduğu iddia edilen bir stüdyo filminde. Yani bu filmin yapımcısı, yönetmeni, kurgucusu seyirci önüne böyle bir şeyle çıktıklarında tefe konulacaklarını bile bile inadına piyasaya sürmelerinde insan bir ard niyet, seyirciyi çok afedersiniz bir tarafına takmama tavrı arıyor. Başka bir izah bulmak mümkün değil çünkü. Para mı akladılar, ne bok yediler, bu filmin 100 milyon dolar tutmasını imkanı yok; çok daha şık görünen DTV filmleri izlemişliğim var! Uçağın Libya'daki üsse indiği bir bölüm var, bugün öğrenci filmlerinde daha eli yüzü düzgün görsel efektler görmek mümkün! Zaten Libya üssü, Stath'in ev, bar ve filmin ikinci yarısının geçtiği gemi; bu dört mekandan ibaret film. Gemi dediğim de göz kanatacak derecede bariz bir CGI fon önüne yerleştirilmiş bir set. O mu tuttu acaba 100 milyon?


Bu Scott Waugh denen elemanın başka filmini izlemişliğim yok. Dublörlükten geldiğini ve aynı arka plana sahip kardeşi Ric Roman'ın bu yönetmenlik işinde kendisinden çok daha başarılı olduğunu biliyorum. Bir de Jackie Chan'le çalıştığı "Hidden Strike" isimli filminin aynı "The Expendables 4" gibi uzun zaman önce çekimlerinin tamamlanmış olmasına rağmen (5 yıl!!) ancak bu  yıl Netflix'e çıkabildiğini.. Herhalde biraz talihsiz bir arkadaş deyip "Hidden Strike"a bir şans vermeyi düşünüyordum ama bunu izledikten sonra tövbe, talihsizlik falan yok sorunun kendisi bu herif. Finalde Tony Jaa'nın tekmelerini konuşturduğu ufak bir bölüm var. Orada filmin potansiyeline, uğraşılsa esasında nasıl bir şeye dönüşebilceğine, belki de yönetmenin yapmak istediği esas şeyin bu olduğuna dair bir kıvılcıma şahit olsak da görünmesi ile kaybolması bir oluyor.


Tony Jaa demişken... Bir zamanlar "Ong Bak", "Protector" gibi filmlerle kendine herkesi hayran bırakan bir adamın kariyerinin olması gerektiği yerden çok uzaklarda seyrettiğini belirtmekte bir beis yok sanırım. İlla ki öyle böyle ilgi çekecek bir şeylerde beliriyor ama bir Scott Adkins kadar kariyeri üzerine kafa yormadığı da aşikar. Aynı şey Iko Uwais için de söylenebilir, gerçi Jaa'ya nispetle daha körpe sayılır kendisi. Gene de sırf Hollywood filmi diye kalabalık kastların arka planlarında kendilerini harcatmaktan vazgeçmeleri şart, yıldan yıla gençleşmiyorlar çünkü. Zamanlarını "Triple Threat" gibi işlere ayırarak geçirseler bundan iyi, Hollywood'da kimse kendilerinden nasıl faydalanacağını bilmiyor zira. Jaa gene finalde Stath ile yan yana tekmelerini savuşturma fırsatı yakalıyor, yukarıda da dediğim gibi yönetmenin az biraz özen gösterdiği yegane sahneler bunlar olmuş. Ama gene de ekranda belirdiği süre "xXx"dekinden bir tık daha fazla o kadar. Uwais onun kadar da talihli değil, bir başta bir sonda belirip onda da saçma bir şekilde Stath tarafından pataklanıp saf dışı ediliyor. Dövüş yeteneklerine tüm dünyanın şahit olduğu bir adam bu ya, tasarlaya tasarlaya anca böyle bir koreografi mi tasarlayabildiniz. Sıkıntı Stath'in egosundan mı ileri geliyor acaba düşünmeye başlamadım da değil, "Expendables 2"de Adkins ile dövüşü de berbattı çünkü.


Statham sadece dövüşlü bölümlerle sınırlı kalmamış kötü performans noktasında. Normalde iyi yönetmenlerle çalıştığında kayda değer işler çıkarabildiğini gördüğümüz bir yıldız neticede, burada artık Waugh'un kifayetsizliğinden ileri geldiği varsayarak söylemek gerekirse oyunculuğu da alabildiğine ikinci sınıf, elini kolunu nereye koyacağını bilemez bir hali var. Oyuncu kadrosunun kendisi ile bu noktada yarışan diğer üyesi de Andy Garcia. Normalde sevdiğim bir isimdir ama artık projeyi ne kadar siklemediğini kendince ifade etmeye mi çalışıyordu nedir, devamlı ağzında bir kürdan, lakayt saçma sapan bir oyunculuk izletiyor insana. Bir tek eskilerden sempatik performansı ile Randy Couture ve yenilerden Levy Tran isimli hatun görüntüyü kurtarmayı başarıyorlar tüm kadro içinde. 


Son söz de Sly'a. Kendisinin gezegendeki en büyük hayranlarından biri olarak artık yalvarıyorum bırak baba bu aksiyon işlerini. Vücudun artık bu yükü kaldırmıyor aşikar da, ne kadar makyajın arkasına saklanırsan saklan görüntün de yaşını iyice belli etmeye başladı. Bundan sonra senin olayın "Tulsa King" gibi prestij diziler ve "Cop Land" tarzı ağır başlı dramalar olmalı. Burdaki gibi yok öldü numarası yaptı, finalde günü kurtardı falan, ne kadar ucuz hareketler ya...


Uzun zamandır izlediğim en çöp filmlerden birisiydi "Expendables 4". Ne kadar kusurlu olursa olsun zamanında büyük umutlarla beklediğimiz bir film serisinin böyle bir şekilde nihayete ermesi nereden baksan üzücü.